Mekteb-i Derviş | İslam

    BAKARA 1-5 ELİF LAM MİM OKUNUŞU, ANLAMI, ARAPÇA YAZILIŞI, TEFSİRİ, DİNLE

    Bismillahirahmanirrahim   

    1- Elif, lam mim.
    2- Zalikel kitabu lareybe fihi. Hüdenlil müttekin.
    3- ellezine yü’minune bil gaybi ve yukimunesselate ve mimma rezaknahüm yunfikun.
    4- vellezine yü’minune bima unzile ileyke ve ma unzile min kablike ve bil ahireti hüm yukinun.
    5- ulaike ala hüden min rabbihim ve ulaike hüm-ül muflihun.

    BAKARA 1-5 ELİF LAM MİM ANLAMI

    Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle.

    1- Elif. Lâm. Mîm.
    2- Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için yol gösterici olan bir Kitap'tır.
    3- Onlar, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.
    4- Ve onlar, sana indirilene, senden önce indirilenlere iman ederler ve ahirete de kesin bir bilgiyle inanırlar.
    5- İşte bunlar, Rablerinden olan bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler bunlardır.

    BAKARA 1-5 ELİF LAM MİM ARAPÇA OKUNUŞU

    بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
    الٓمٓۚ
    ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ
    اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ
    وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ
    اُو۬لٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

    BAKARA 1-5 ELİF LAM MİM TEFSİRİ

    1. Elif. Lâm. Mîm.

    “Elif. Lâm. Mîm.”, tefsir ilminde “hurûf-i mukattaa” diye bilinen ve “ayrı ayrı okunan harfler”dir. Kur’ân-ı Kerîm’in yirmi dokuz sûresine bu harflerle başlanır. Bazıları sûre başlarında müstakil bir ayet iken, bazıları da âyetin bir bölümüdür. Buradakiler ise müstakil bir ayettir. Bu harfler, Kur’an’ın müteşâbih âyetlerindendir. Müteşâbih, birden çok mâna ifade etmesi sebebiyle hangisinin kastedildiği okuyanların çoğu tarafından tam olarak anlaşılamayan âyetlere denir. Bu harflerin mâhiyeti ve hangi mânaya geldiği hususunda pek çok görüş bulunmaktadır. Bunlar arasında tercih edilen görüşler şunlardır:”Bu harfler, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah kelâmı olduğuna inanmayanlara meydan okumak için bazı sûrelerin başına getirilmiş ve âdetâ şu mâna kastedilmiştir: “Kur’an-ı Kerîm, şu gördüğünüz ve işittiğiniz harflerden oluşan kelime ve cümlelerden meydana gelmektedir. Siz bu harfleri biliyorsunuz. O hâlde gücünüz yetiyorsa haydi siz de bu harfleri kullanarak Kur’an’a benzer bir kitap ortaya koyun!”

    Hurûf-i mukattaa, Allah ve Rasûlü arasında hususi şifrelerdir. Mânasını ancak Allah ve Rasûlü bilir. Bu görüşte olan âlimler, “Onlar Kur’ân’ın sırrıdır. Biz zâhirine inanır, mânasını Allah’a bırakırız” derler.

    Cenab-ı Hak, tek tek okunan bu harflerle muhatapların dikkatlerini çekerek, bir an için her işi bırakıp vahyedilen muazzam ilâhî hakikatleri can kulağıyla dinlemelerini temin etmektedir. Zira insan fıtratında, görmediği ve duymadığı garib şeylere karşı ilgi duyma özelliği vardır. İnsanlar, bu harflerin mânasını anlamaya çalışırken, onlardan sonra gelen bölümleri de dinlerler ve böylece maksad hâsıl olur.

    Başında bulundukları sûrelerin muhtevalarına dikkat çekmek üzere Allah Teâlâ bu harflerle yemin etmektedir.Bu sırlı harflerin kapleri derinden sarsan uyarıcı ve uyandırıcı sadasının peşinden insanlığın kurtuluş muştusu olacak yüce bir kitaba işaret edilerek şöyle buyruluyor:

    2. Kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan şu yüce kitap, müttakîler için bir yol göstericidir.

    “Kitap”tan maksat, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Arapçada “yazılı belge” anlamında da kullanılan kitap ismi, Kur’an’ın Allah Resûlü (s.a.s.) zamanında yazıldığını gösterir. Kur’an elimizde olmasına rağmen, ona uzağı gösteren ذٰلِكَ edatı ile işaret edilmesi, onun yüceliğine ve anlamlarının derinliğine dikkat çekmek içindir. Gerçekten Kur’an’ın şanı pek yücedir. Beşerî gücün muttali olamayacağı birçok ilim ve hikmetleri de ihtiva ettiğinden, her ne kadar kitap olarak elimizde ise de, taşıdığı sırlar ve hakikatler itibariyle bizim idrakimizden yüce bir ufuktadır, her şeyiyle kolayca keşfedilir bir mâhiyette değildir. Bu sebeple ona, uzakta olan bir şeyi gösterir gibi işaret edilmiştir. (Râzî, Mefâtîh, II, 12)

    Şüphe diye tercüme ettiğimiz اَلرَّيْبُ (rayb) kelimesi, “yakîn”in yani kesin bilgi ve kanaatin zıddıdır. Kişinin bir konu hakkında kararsız ve tereddüd içinde olmasını ifade eder. Bu kadar izzet ve şerefe sahip olan Kur’an’da hiçbir şüphe yoktur. Yani akl-ı selîm ile ve ön yargılardan arınmış bir şekilde incelendiğinde onun: Allah Teâlâ’dan geldiğinde, Vermiş olduğu bilgilerde, En doğru yola götüren bir kılavuz ve rehber olduğunda hiçbir şüpheye yer yoktur. Bu bakımdan Kur’an hakkında asla şüpheye düşmeyiniz.

    Âyette, şüphenin insanlarda değil, kitapta olmadığı bildirilmiştir. İnanmayanlar onun hakkında şüphe içinde olabilirler ama o, haktır ve doğrudur. Nasıl güneşin varlığından şüphe etmek ona bir zarar veremez ise, Kur’an’ın doğruluğundan şüphe etmek de onun doğruluğuna bir eksiklik getirmez.

    Hidâyetin iki temel mânası vardır. Birincisi delalet etmek, rehberlik yapmak ve yol göstermektir. Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamberlerin ve İslâm davetçilerinin hidâyet etmeleri bu anlamdadır. Âyet-i kerîmede: “Sen de hiç şüphesiz insanlığı dosdoğru bir yola çağırmaktasın” (Şûrâ 42/52) buyrulur. İkincisi, tevfîk, yâni dosdoğru yola eriştirip hedefe ulaştırmaktır. Bu mânada hidâyet yalnızca yüce Allah’a mahsustur. Nitekim Resûlullah’a hitaben: “Rasûlüm! Sen sevdiğini doğru yola erdiremezsin, lâkin Allah dilediğini doğru yola eriştirir. Çünkü doğru yola girecek olanları en iyi O bilir”  buyrulmuştur. (Kasas Suresi,56)

    Kur’ân-ı Kerîm, “bütün insanlar için hidâyet” olarak indirilmiştir. (Bakara Suresi,185)  

    Böyle olmakla birlikte onun hidâyetinden gerçekte müttakîler istifade eder. Bu sebeple Kur’an’ın müttakilere hidâyet rehberi olduğu özellikle vurgulanmıştır. Kur’an insanları, dünya ve âhirette kendilerine faydalı olacak, Allah’ın rızâsını kazandıracak ve nihâyet cennet ve cemâl-i ilâhîye eriştirecek dosdoğru yolu gösterir.

    Bir kısım insanların Kur’an’la buluştuğu hâlde hidâyetten uzak kalması, onu bütün insanlar için hidâyet vesîlesi olmaktan çıkarmaz. Belli bir hastalığı olan kişinin balın tadını alamaması onun tatlı olmadığını göstermediği gibi. Bu bakımdan Kur’an’ın hidâyeti kendisine samimi bir şekilde yönelen gönüllere Cenâb-ı Hak’ın bir lutfudur.

    Kur’an’ın hidâyeti, inkârdan îmana, sonra da imandan ihsan ve takvâya doğru bir hidâyettir. İmandan sonraki hidâyetin gerçekleşmesi, ancak ona uymakla ortaya çıkar. Kur’an’ın Hak kelamı olduğunu kalben kabul etmeyen kâfir ve münafıklar ise onu gereği gibi tefekkür ve tedebbür etmediklerinden, hidâyetten mahrum kalırlar. Kur’an, her bir gruba, inanç, düşünce ve amellerine göre bir âkıbet belirler. Âyet-i kerîmede buyrulur:

    “Hiç şüphesiz bu Kur’an, insanları her hususta en doğru yola, en sağlam ve en isabetli tutuma iletir. Sâlih ameller yapan mü’minlere, kendilerini çok büyük bir mükâfatın beklediğini müjdeler. Âhirete inanmayanlar için ise, can yakıcı bir azap hazırladığımızı haber verir.” (İsrâ Suresi,9-10)

    Âyette Kur’an’ın müttakîler için rehber olduğu haber verilmektedir. Müttakî, takvâ sahibi olan kimsedir. Takvâ; sakınmak, korunmak, hoşa gitmeyen şeylerden uzak durmak demektir. Arapça’da bu kelime, canlı bir varlığın kendini her türlü tehlikeden korumasını ifade eder. Dolayısıyla müttakî:

    - Kalbini küfür, şirk, nifak gibi îtikâdî hastalıklardan,

    - Uzuvlarını büyük ve küçük günahlardan,

    - Nihâyet gönlünü Cenab-ı Hakk’ın râzı olmayacağı her türlü menfi düşünceden koruyan, diğer taraftan:   Farz ve nâfilelerle ilâhî muhabbeti elde etme gayretinde olan, böylece âhirette cehennem azabından kurtulup cennetle mükâfatlandırılan mü’min kimsedir.

    Mânevî dünyamızın en önemli azığı takvâdır. (Bakara Suresi,197) 

    Takvânın alt sınırı küfür ve şirkten korunmak ise de, üst sınırı yoktur. Her müttakînin önünde devamlı olarak terfi edebileceği daha yüksek bir takvâ mertebesi her zaman var olacaktır. Bu mânevî yolculuk ölüme kadar devam eder. Allah katında kulun şeref ve mertebesini belirleyen yegâne ölçü de takvâdır. Rabbimizin:“Allah katında en şerefliniz, Allah’a karşı saygısı, korkusu ve O’nun yasaklarından kaçınıp emirlerine itaati en yüksek olanınızdır.” (Hucurât Suresi,13) beyânı bu gerçeği bildirir. Bu îtibarla takvâ, kulun mânevî yücelikler kazanmasına ve nihayetinde Allah’ın dostluğuna ermesine en büyük vesiledir. Bir âyet-i kerîmede:“Allah ise, gönülleri O’nun saygısıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanların dostu ve yardımcısıdır” buyrulmuştur. (Câsiye 4Suresi,19)

    Allah Rasulü (s.a.v), gerçek takvâya ermenin yolunu şöyle gösterir:“Kul, harama düşerim korkusuyla yapılması sakıncalı olmayan, fakat vicdanını rahatsız eden bazı şeylerden bile uzak durmadıkça gerçek takvâ sahibi olamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet 19. Ayrıca bk. Buhârî, İman, 1; İbn Mâce, Zühd 24)

    Âyet-i kerîme ve hadis-i şeriflerin beyân buyurduğu takvâ gerçeğini şu örnek ne güzel izah etmektedir: Hz. Ömer(r.a), Übey b. Ka’b(r.a)’a takvânın mâhiyetini sorunca, o:“–Dikenli bir yolda hiç yürüdün mü?” diye sordu. Hz. Ömer(r.a): “Evet” deyince bu sefer Übey (r.a.):“–Peki böyle bir yolda yürürken ne yaptın?” diye sordu. Hz. Ömer(r.a):“–Paçalarımı sıvadım ve mümkün olduğu kadar kendimi korumaya çalıştım” dedi. Bunun üzerine Übey(r.a):“–İşte takvâ da böyledir” cevabını verdi. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 40)

    Kur’an hidâyetinden gerçek mânada istifade edebilecek müttakîlerin sahip olduğu belli başlı vasıflar, devam eden âyet-i kerîmelerde şöyle haber verilmektedir:

    3. Ki onlar gaybe iman eder, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden harcarlar.

    Müttakîlerin birinci vasfı gaybe iman etmeleridir. İman, kalp ile tasdik yani bir şeyin doğruluğunu kalben kabul etmek ve bunu dil ile ikrâr etmektir. Tasdik olmazsa iman olmaz. Tasdik bulunur, fakat kişinin tutum ve davranışları buna aykırı ve tutarsız olursa bu, imanın zayıflığına bir işaret sayılır. Böyle bir imanla, İslâm gerçek mânasıyla yaşanamayacağı gibi, dinin vadettiği ebedi mutluluğa erişmek de zor olur. Dine göre îman esaslarını kalp ve diliyle tasdîk etmeyen kâfir; kalbiyle tasdik etmediği hâlde diliyle kabul ettiğini söyleyen münafık; kalp ve diliyle tasdik ettiği hâlde ameli olmayan ise mü’min fakat fâsık sayılır. Gerçek iman, âhirette cehennemden kurtularak cennete girmenin yegâne şartıdır. Kur’an, pek çok âyetinde bu hususa vurgu yapmaktadır. الْغَيْبُ

(gayb) sözlükte, gerçekte var olup da görme, işitme, dokunma ve tatma gibi duyularımızın algı sahasına girmeyen, bunların ötesinde kalan şeylerdir. Âyetteki “gayb”den maksat ise, Allah’ın ve Resûlü’nün var olduğunu veya meydana geleceğini haber verdiği, insanın duyularıyla algılayamadığı fakat inanılması lazım gelen varlıklar ve olaylardır. Bunlar Allah, melekler, kader, kıyamet, âhiret, cennet ve cehennem gibi hususlardır. Allah Resûlü (s.a.s.) îmanı tarif ederken: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir.” (Müslim, İman 1, 5) buyurmuştur ki bunların hepsi gayb âlemindendir.

    Âyetin, “gaybe îman ederler” şeklinde meâli verilen kısmı, “gaybde de iman ederler” diye de anlaşılmıştır. Yani, mü’minler, insanlar arasında olduğu gibi kimsenin bulunmadığı tenha yerlerde de imanlarını ikrâra ve gereğini yapmaya devam ederler. Zira îmanda devamlılık esastır. Münafıklar ise böyle değildir. Çünkü onlar: “İman edenlerle karşılaştıklarında «inandık» derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise: «Emin olun! Biz sizinle beraberiz, onlarla sadece alay ediyoruz» derler.” (Bakara Suresi,14)

    Esasen gayb âlemine bir sınır çizmek mümkün değildir. Bununla beraber genel mânada iki türlü gaybden söz edilebilir. Birincisi, Allah Teâlâ’nın hiçbir varlığa bildirmediği, ancak zâtına mahsus kıldığı mutlak gaybdir: “Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; başkası onları bilemez.” (En‘âm 6Suresi,59) Diğeri ise izâfî gaybdir ki, Allah Teâlâ’nın yarattıklarından dilediğini dilediği kadar bilgilendirdiği ve diğerlerinden gizli tuttuğu gaybdir. Buna göre her bir varlığa göre gayb alanı farklıdır. Ancak Kur’an ve sünnette varlığı bildirilen fakat insanın duyularıyla tam idrak edemediği hususlara îman, mü’min olmanın şartıdır. Üzerinde durduğumuz âyette de bu nevi gaybe işaret edilmiştir.

    Allah Teâlâ’nın her türlü tecellî ve tasarruflarıyla zâhir ve âşikâr olmasına (HadîdSuresi,3), kullarına şah damarından daha yakın olmasına (Kâf Suresi,16), onların kendileri ile kalpleri arasına girmesine (Enfâl Suresi,24), hülâsa onları her yönden kuşatmasına (İsrâ Suresi,60) rağmen gayb kabul edilmesi, idraklerin O’nu kuşatamaması (En‘âm Suresi,103) sebebiyledir. Nitekim ehl-i irfân demiştir ki, “Cenâb-ı Hak o kadar zâhirdir ki, zuhûrunun şiddetinden gâiptir.”

    Görülemeyen ve hissedilemeyen varlıklar, görüp hissettiklerimize nispetle kıyas edilemeyecek derecede fazladır. Bu gerçeği kabul eden kişi, Allah’a imana ve böylece hayatın derin bir mânası ve gayesi olduğu inancına erişir. Gözü maddeden başka bir şey görmeyen ve tüm varlığı görüp hissettiklerinden ibaret zanneden düşünce ve sistemler, insan muhayyile ve tefekkürünü âdetâ dondurarak onu geniş ufuklardan mahrum bırakmaktadırlar. Bu mânada gaybe îman, insan tefekkürünün ve muhayyilesinin önündeki izâfî engelleri kaldıran bir hürriyet iksîridir. Îman esaslarının “gayb” alanında olması, mü’mindeki îman derinliğine sonsuz bir boyut kazandırmaktadır. Bu sebeple Kur’an, inanılması gerekli hususlar içinden özellikle gaybı zikretmiştir. Çünkü gaybe iman, kulun Peygamberin davetine kulak vererek Allah’ın buyruklarına itaat etmesinde kuvvetli bir tesire sahiptir. Maddi âlemin ötesinde başka bir âlemin olduğunu kabul etmeyenler ise Allah’a ve âhirete iman davetinden yüz çevirirler.

    Müttakîlerin ikinci vasfı, namazı dosdoğru kılmalarıdır. Âyet-i kerîmede “ikâme-i salât” ifadesi geçmektedir. الصَّلٰوةُ  (salât), Kur’an’da namaz ibâdetinin yanı sıra dua, övgü, kıraat ve rahmet mânalarında kullanılmıştır. Namaz ibâdeti bu mânaların hemen hepsini ihtiva eder. Nitekim namazın kıyâmında kıraat, ka’desinde senâ ve dua nihâyetinde ise namaz kılan kimseye rahmet vardır.

    “İkâme”, bir şeyi ayakta tutmak, ayakta durur hale getirmek demektir. “İkâme-i salât” ise namazı dosdoğru edâ etmektir. Yani namazı, Allah Resûlü (s.a.s.)’in öğrettiği şekilde âdâb ve erkânına riâyetle, vaktinde, aksatmadan, ona gerekli rağbeti göstererek, hem şeklî şartlarını hem de huşu ve tâzim gibi kalbî ve ruhî yönlerini gözeterek kılmaktır. “İkâme-i salât” tabiri, ayrıca, namazı cemaatle kılmanın önemine ve onu îfa için lazım gelen şartların hazırlanmasının gereğine de işaret etmektedir.

    Namaz, İslâm’ın başlangıcından itibaren meşrû olmakla birlikte beş vakit halinde, Peygamberimizin yaşadığı en faziletli zaman olan Mi’râc gecesinde farz kılınmıştır. (Müslim, İman 259)

    Namaz ibâdeti, dini hayatın omurgasını teşkil eder. Ferdin zihnî, kalbî ve fiilî hayatının Allah ve Rasûlü’nün iradesi çerçevesinde ihyası için vazgeçilmez bir esas olan namaz, toplum hayatının inşa ve ıslahı için de aynı derecede bir öneme sahiptir. Namazın bu yönüne işaretle Peygamber Efendimiz: “Dinî hayatın ana direği, namazdır” buyurmuştur. (Tirmizî, İman 8)

    Müttakîlerin üçüncü vasfı, Allah’ın kendilerine verdiği rızıklardan infak etmeleridir. Onlar, Allah’ın ikram ettiği her türlü rızıktan, O’nun muradına uygun olarak başkalarının faydasına harcamada bulunurlar. “Rızık”, bütün canlıların maddî mânevî her türlü ihtiyaçlarını karşıladıkları nimetlerdir. Yiyecek, içecek, giyecek, mal ve benzeri her türlü maddî nimet ve imkânlar rızık olarak adlandırıldığı gibi ilim, îman ve ahlâk gibi mânevî ihsanlar da rızık kapsamında değerlendirilmiştir.

    “İnfak”, kulun, Allah’ın rızâsına nâil olma niyetiyle O’nun kendisine verdiği rızıklardan ailesine, akrabasına, diğer insanlara ve hatta tüm canlılara fayda sağlamak üzere sarfetmesidir. Kur’ân’da infak kavramının kullanıldığı yerlerden biri de “fî sebîlillah” yâni Allah’ın dînini korumak, yaymak ve yüceltmek adına yapılan her türlü harcamalardır.

    Âyetteki infaktan hem farz hem de nafile harcamalar kastedilmiştir. Farz olanlar zekât ve ailesi için yaptığı zaruri masraflardır. Bunların haricinde hayır niyetiyle yapılan tüm harcamalar ise nafile kısmına girer.

    Mânevî rızıklar açısından “infak”, kişinin sahip olduğu ilim, irfan ve güzel ahlâk gibi ilâhî ikramlardan başkalarını da istifade ettirmesidir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “İstifadeye sunulmayan ilim, Allah yolunda infak edilmeyen hazîne gibidir” buyurur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 499; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I, 184) Bu mânadan hareketle sûfîler, âyet-i kerîmede, müttakîlerin kendilerine lutfedilen mânevî hâl, ilim ve mârifet nûrlarından başkalarına da infak etmeleri gerektiğine işaret bulunduğunu söylemişlerdir.

    Esasen Kur’ân âyetleri, kısa cümlelerde çok geniş ve zengin mânalar ihtivâ eder. Meselâ üzerinde durduğumuz âyetin, وَممَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ (Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden harcama yaparlar) kısmında bulunan bir takım nüktelere şöyle işaret edilmiştir:

    - İnsan, kazancının tümünü değil, ihtiyâç fazlasını infâk etmelidir. Ba‘ziyet yani kısmîlik anlamı ifade eden مِنْ (min) edatıyla bu inceliğe işaret edilmiştir.

    - İnfak, başkalarının malından değil kendine ait maldan yapılmalıdır. Bu şartı رَزَقْنَاهُمْ (Kendilerine rızık olarak verdiğimiz) lafzı ifade eder. Burada, yapılan infakı Allah adına yapmak ve başa kakmamak gerektiğine de bir işaret vardır. Âdetâ şöyle denilmektedir: “Size rızkı biz veriyoruz. Hakîkatte siz bize vekâlet etmektesiniz. Öyleyse bizim ihsân ettiğimiz rızıklardan kullarımıza verirken başa kakmanız doğru olamaz.”

-   يُنْفِقُونَ (harcarlar) fiilinin geniş zamanda kullanılması, sürekli bir infak duygusunun kulda yerleşerek alışkanlık hâline gelmesini ifade eder. Bu ibare aynı zamanda infakın, ehline, zarurî ihtiyaçlarını karşılaması için yapılması gerektiğine işaret eder. Yoksa gereksiz ya da meşrû olmayan yerlere harcayacak kimselere infakta bulunulmaz. Zira “infak” kelimesi, yerinde ve aslî ihtiyaçları karşılamak üzere yapılan harcamalar anlamında kullanılmıştır. (Bedîuzzaman, İşârâtü’l-i‘câz, s. 47)

    Görüldüğü üzere âyet-i kerîmenin emir ve tavsiye buyurduğu infakın şumûlü oldukça geniştir. Bu sebeple tasavvuf âlimleri, farklı mertebelerde bulunan insanların infakları hususunda bir kısım izahlar yapmışlardır. Onlardan bazıları şöyledir:

    Zenginlerin infâkı mallarından olup onu ihtiyaç sahiplerinden kıskanmazlar. Âbidlerin infâkı nefislerinden olup kendilerini hizmetten esirgemezler. Âriflerin infâkı gönüllerinden olup hiçbir zaman kendilerine bahşedilen ilâhî feyizlerden Hak taliplerini mahrum bırakmazlar. Hak âşıklarının infakı ise daha farklıdır. Nitekim Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (k.s.) bunu şu beytiyle dile getirir:

    Sehâvet ehli olan kimseye yakışan, fakîre ihsandır.

    Âşıklara yakışan da Cânân yolunda fedâ-yı cândır.(Sehâvet ehli: Cömert olanlar; Cânân: Sevgili, kula en sevgili olan Allah Teâlâ; Fedâ-yı cân: can vermek)

    İnfâkın belli başlı derecelerini ifade etmek üzere Arapça’da farklı kavramlar kullanılmıştır. Birinci mertebe “sehâ”dır. Malın birazını verip geriye kalanı kendine ayırana sehâvet sahibi denir. İkinci mertebe “cûd” seviyesidir. Malının çoğunu dağıtıp azını kendine ayıran kimseye cûd ehli denir. İnfakta nihai mertebe ise “îsâr”dır. Zarûret miktarı mal ile hayatını idâme ettirip kendi ihtiyacı olan şeyi bile başkasına verebilme fedakârlığını gösteren kimse ise îsâr sahibi, diğergâm, yani başkasını kendinden fazla düşünen kişi olarak vasfedilir.

    Kur’an’ın infak emri, ferd ve cemiyet açısından pek büyük bir öneme sahiptir. İctimaî hayatın intizamlı olması ve toplumda sosyal adâletin sağlanabilmesi için, maddi imkânlar ve refah itibariyle insan tabakaları arasında boşluk kalmamalıdır. Zenginlerin fakirlerden, aradaki irtibat kopacak derecede uzaklaşmamaları lazımdır. Bu tabakalar arasında irtibatı sağlayan yegane vasıta, zekât başta olmak üzere her türlü infak ve yardımlaşmadır. Cemiyet içinde zekâtın farz, faizin ise haram kılınışının hikmetleri dikkate alınmaz ve bu ilâhî emirlere harfiyen uyulmazsa, tabakalar arası bağlar kopar. Aşağı tabakadan yukarı tabakaya hürmet, itaat, muhabbet yerine ihtilal sadâları, haset alevleri, kin ve nefret feryatları yükselir. Aynı şekilde yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, baskılar ve şimşek gibi hakaretler yağar. Hülasa toplumdaki insan tabakaları arasında barış ve huzurun temini, ancak İslâm’ın temel şartlarından biri olan zekât, sadaka ve diğer yardımların herkes tarafından en güzel şekilde edâ edilmesine bağlıdır.

    Müttakîlerin dördüncü önemli özelliklerini açıklamak üzere buyruluyor ki:

    4. Yine onlar, hem sana indirilene hem de senden önce indirilenlere iman ederler. Âhiret gününe ise yakînen inanırlar.

    Hz. Âdem(a.s)’den son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz’e kadar bütün peygamberler insanlara aynı dini tebliğ etmiş, sahife veya kitap halinde onlara gelen vahiyler de aynı dinin esaslarını haber vermişlerdir. İlâhî risâlet ve vahiy, tarihî akış içerisinde birbirinden kopuk bir vaziyette değil,  birbirini tasdik ve tasvip ederek gelmiştir. İnsan hayatı, kültür ve medeniyeti geliştikçe Allah Teâlâ yeni peygamberler ve yeni dinler göndermiş, önceki ümmetlerin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik amelî hükümlerden bazılarını yenilemiştir. Nihayetinde yegâne din olan İslâm, Peygamberimiz ve Kur’an ile son şeklini alarak tamamlanmıştır. Bu bakımdan biz, “Allah’ın peygamberleri arasında hiçbir ayırım yapmayız” (Bakara Suresi,285) düstûrunca hepsine inanırız.

    “Sana indirilen”den maksad, bu ayetin indiği zamana kadar gelen ve daha sonra gelecek olan kısımlarıyla birlikte Kur’ân’ın tamamı ve Peygamberimizin Kur’an’ın beyânı sadedinde ortaya çıkan sünnetidir. Mü’minlerin buna tafsilatlı olarak inanması, emir ve nehiylerini öğrenerek gereğince amel etmesi gerekir. “Senden önce indirilen”den maksad ise, önceki peygamberlere indirilen ilâhî vahiyler ve kitaplardır. Bu kitaplara da icmâlî yani bir bütün halinde iman etmek farzdır. Allah Teâlâ, bizi önceki kitaplarda bulunan hükümlerle mes’ûl tutmadığından onları tafsilatlı olarak bilmemiz gerekli değildir.

    Ayetin dikkat çektiği önemli hususlardan biri de şudur: İnsanlığın doğru hayat tarzını öğrenip yaşamaları için vahye dayanan bilgi bir zarurettir. Bu bilgi herkese tek tek değil, sadece Allah’ın insanlar arasından seçtiği peygamberlere indirilmiştir. Dolayısıyla istikamet üzere bir hayat sürmenin yolu, ancak o peygamberlere indirilen kitaplardan öğrenilebilir. Bugüne kadar tahrif edilmeden gelmiş Kur’an’dan başka ilâhî kitap bulunmadığından, böyle bir hayatın yegâne müracaat kaynağı odur. O halde doğru yolu bulmak isteyenler, Kur’an’a inanmak ve ona tabi olmak mecburiyetindedirler.

    Müttakilerin beşinci vasfı, âhiret gününe yakînen, yani şeksiz, tereddütsüz inanmalarıdır. Onlar, bir gün bu fanî dünyanın sona ereceğine, insanların hesap vermek üzere yeniden diriltileceğine, insanların amellerine göre cennet veya cehenneme gideceğine hiç şüpheye yer bırakmayacak şekilde kesin bir imanla inanırlar. لْاٰخِرَةُ 

 (âhiret), “birinciden sonra gelen” mânasındadır. Birinci hayat dünya olup, âhiret ondan sonra gelmektedir. “Âhiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur.” (AnkebûtSuresi,64) ayetinde “âhiret”, ebedi kalınacak diyarın bir sıfatı olarak kullanılmıştır. Onun, yarını olmayan “son gün” mânası da vardır.

    “Yakîn ve îykan”, bir şeyi kesin ve sağlam bilmek demektir. Araştırma ve gerekli delillerden hareketle her türlü şüphe, ihtimal ve tereddütten uzak olarak bir şeye tam inanmaktır. Yakînin; bilme, görme ve hakikatine erme şeklinde üç derecesi vardır. Cennete girileceğini bilmemiz “ilme’l-yakîn”, cenneti görmemiz “ayne’l-yakîn”, Allah’ın izniyle cennete girip nimetlerinden istifade etmemiz ise “hakka’l-yakîn”dir. (Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “yakîn” md.)

    Âhirete iman, ona hazırlanmayı gerektirir. Hesabın, sevap ve cezanın varlığına yakînî iman, kişiyi azaptan ve hazin akıbetten korunmaya ve nimetlere erdirecek hayırlı ameller yapmaya sevkeder. Kısacık ömrünü lüzumsuz uğraşlardan arındırarak, onu en anlamlı ve en kazançlı bir şekilde değerlendirmeye yönlendirir. Âhirete iman, insanların dindarca yaşamalarının ve sıhhatli bir dünya düzeni kurmalarının temel unsurlarından biridir. Dünya gelip geçici, âhiret ise ebedîdir. Dünyada kesintisiz bir saadet ve mutluluk aramak boşunadır. Esas saadet nihayetsiz olan âhiret saadetidir. Kul, o saadete erişmenin yollarını bulmalıdır. Fani dünyaya ve boş hayallere aldanmamalıdır:

    5. İşte Rablerinin gösterdiği yolda yürüyenler onlardır, kurtuluşa erecek olanlar da yalnızca onlardır.

    Kur’ân-ı Kerîm’in ve sünnet-i seniyyenin beyân buyurduğu tarzda iman, ibâdet, muamelât ve ahlâk yolunu tutan müttakî kullar, bu vasıflarıyla Rablerinden gelen bir hidâyet üzere bulunmaktadırlar. Bu onlara Allah Teâlâ’nın büyük bir tevfikı, ikrâmı ve ihsânıdır.

    Hidâyete erenler ancak müttakîler olduğu gibi, felâha, yani gerçek kurtuluşa erecek olanlar da sadece onlardır. Hidâyet, felâhın anahtarıdır. Önce hidâyet olacak, peşinden felâh gelecektir. İslâm, her gün beş kere ezanla “haydin felâha!” davetinde bulunarak insanları kurtuluşa, iki cihan saadetine çağırmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’i rehber edinenlerin buna erişecekleri müjdesini ise birçok ayet gibi bu âyet de en güçlü bir üslûpla haber vermektedir. اَلْفَلَاحُ 

 (felâh), sözlükte “arzu edilen şeyleri elde etme, istenmeyen şeylerden kurtulma, zafer ve başarı” gibi mânalara gelir. İnsanın, önündeki engelleri bir bir aşarak kendini kurtarması, arzu ettiği gayeye ulaşması ve zafer elde etmesidir. Felâhın dünyevi ve uhrevi olmak üzere iki boyutu vardır. Dünyada felâh; zenginlik, izzet ve şeref gibi hayatı güzelleştirecek ve mutluluğa vesile olacak hususları elde etmektir. Âhirette felâh ise yokluğu olmayan bir bekâ, fakirliği olmayan bir zenginlik, zilleti olmayan bir izzet ve cehâleti olmayan bir ilim elde etmektir. (Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “felâh” md.)

    “Felâh” kelimesinde yarılma, açılma ve kesilme mânası da vardır. Toprağı yarıp açması ve kazması sebebiyle çiftçiye “fellâh” denilmektedir. Buna göre âyetin mânası şöyle olur: “Onlar, dünyada büyük bir sabır, cehd ve gayret gösterip, inkâr ve zulmet perdelerini açarak imanın gereğini îfa etmiş ve böylece kıyâmet günü hesabın şiddetinden ve cehennemden kurtulmuş ve cennete kavuşmuş kimselerdir. Tüm dünya ve âhiret hayırları onlar için ayrılmıştır.” Zaten dini bir terim olarak “felâh”, “âhirette cehennem azabından kurtulma başarısını kazanabilmek” demektir. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, I, 247)

    Bakara sûresinin ilk beş ayetinde Kur’an’ın hidâyetinden faydalanan müttakîlerin vasıfları açıklandıktan sonra Kur’an hidâyetine karşı âdeta kör ve sağır davranan kâfirlerin bir kısım temel özelliklerine dikkat çekilmektedir.

    BAKARA SURESİ'NİN FAZİLETİ VE ÖNEMİ

    Kur'an-ı Kerim'in bazı sûre ve âyetleri vardır ki, diğerlerine göre fazileti daha yüksek, sevabı daha fazladır.

    Mukaddes zaman ve mekânlarda da durum böyle değil midir? Meselâ Peygamberimizin (a.s.m.) yaşamış olduğu asır, Kur'ân'ın nâzil olduğu ve İslâmın zuhur ettiği asır olduğu içindir ki, 'Asr-ı Saadet', yani saâdet asrı olarak anılır ve diğer asırlardan daha üstündür.

    Ramazan ayı, İslâmın beş rüknünden birisi olan orucun tutulduğu, Kur'ân'ın indiği ve içinde bin aydan daha hayırlı bir gecenin bulunduğu için diğer aylardan daha nurlu ve mukaddestir.

    Cuma günü, mü'minlerin haftalık bayramı olduğu, o gün cuma namazı gibi bir ibadet edâ edildiği ve tarih boyu pekçok mübarek hâdiseler o günde geçtiği ve ismi Kur'ân'da zikredildiği için mukaddes bir gün olmuştur.

    Mekke-i Mükkerreme, bağrında Kâbe-i Muazzamayı taşıdığı, İslâmın beş rüknünden biri olan hac orada edâ edildiği ve Medine-i Münevvere de Resul-i Zîşanla (a.s.m.) nurlandığı için mukaddestir.

    Bu zaman ve mekânların kudsiyeti ile birlikte bu gün-lerde, bu aylarda ve bu yerlerde yapılan ibadet ve taatin sevabı diğer vakit ve mekânlara göre daha fazladır.

    Bunun gibi Kur'ân'ın bazı sûre ve âyetleri de diğer sûre ve âyetlere üstün ve faziletli kılınmıştır. Bu husustaki hadis-i şerifler gözden geçirildiğinde mesele daha iyi anlaşılacaktır. Kur'ân'da bulunan 114 sûre arasında hususî faziletleri hadislerde bildirilenler yaklaşık 30 kadardır.

    Bu surenin fazileti hakkında muhtelif hadis-i şerifler Rivâyet edilmiştir. Peygamberimiz birhadis-i şeriflerinde buyuruyor ki: "Evlerinizi kabirlere çevrimeyin. İçinde Bakar sûresi okunan bir eve şeytan girmez. “(Tirmizi, K. el-Fedail el-Kur'an bab: 2 Hadis No: 2877/Müslim, k. el-Müsafirin bab: 212, Hadis No: 780/Ahmed b. Hanbel, Müsned c. 2, s. 284)

    "Her şeyin bir zirvesi vardır. Kur'an-ı kerimin zirvesi de Bakara süresidir. Onun içinde, Kur’an’ın âyetlerinin efendisi olan bir âyet bulunmaktadır ki o da âyetel Kürsidir.” (Timizi K. Fedail el-Kur'an bab: 2 Hadis No: 2878/Darimi K. Fedail el-Kur'an bab: 13)

    "Kim Bakara suresinin son iki âyetini geceleyin okursa o âyetler o kişi için kâfidir." (Buhari, K. Fadail el-Kur'an bab: 10)

    "Bakara sûresi Kur’an’ın zirvesi ve nişanesidir. Onun her âyetiyle birlikte gökten seksen melek inmiştir. Âyetel Kürsi, arş'ın altından alınıp Bakara suresine katılmıştır. Yasin ise, Kur’an’ın kalbidir. Her kim Allah rızasını ve âhiret yurdunu dileyerek Yasin'i okursa günahları muhakkak bağışlanır. Siz, Yasini ölüleriniz üzerine okuyun." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 26)

    Üseyd b. Hudayr(r.a)'ın şöyle dediği rivâyet edilir: “O, bir gece bakara suresini okurken yanında bağlı bulunan atı ürkmüş, bunun üzerine Üseyd susmuş, atı da sakinleşmiş. Tekrar sureyi okumaya başlamış, at tekrar ürkmüş yine susmuş ve at sakinleşmiş, tekrar okumaya başlamış at yine ürkmüş hatta atın, yakınında bulunan oğlu Yahya'ya zarar vermesinden korkarak kalkıp oğlunu beri çekmiş ve göğe doğru baktığında daha önce gördüğü şeyi göremez olmuş. Sabah olunca olayı Peygamber(s.a.v) Efendimize anlatmış, Resûlüllah(s.a.v) ona "Ey Hudayr oğlu oku, Hudayr oğlu oku, devam et," demiştir, Useyd(r.a) "Ey Allah'ın Resulü, atın yakınında bulunan oğlum Yahya'yı çiğneyeceğinden korkmuştum. Bunun için okumayı kesip başımı kaldırdım. Oğluma doğru gittim. Göğe doğru baktım. Bir de ne göreyim, içinde lamba gibi şeyler bulunan bir gölgelik. Sonra oradan ayrıldım ve bir daha göremez oldum." Resûlüllah(s.a.v): "Onun ne olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Üseyd: "Hayır." dedi. Resûlüllah(s.a.v): "Onlar meleklerdi. Senin okuma sesine gelmişlerdi. Şâyet okumaya devam edecek olsaydın, insanlar onları görecekler ve onların gözlerinden de kaybolmayacaklardı." dedi. (Buhari, K. Fadail el-Kur'an bab: 15 /Müslim, K. el-Müsafirin bab 242, Hadis No: 796/Ahmed b. Hanbel, Müsned c.3, s. 81.)

    Ebû Ümame el-Bâhili(r.a) diyor ki;"Resûlüllah(s.a.v)Efendimiz'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Kur’an’ı okuyun. Çünkü o kıyamet gününde okuyana şefaatçi olacaktır. Özellikle, iki çiçek olan Bakara ve Al-i İmran suresini okuyun. Çünkü onlar kıyamet gününde âdeta iki bulut veya iki gölgelik yahut havada gurup halinde uçan iki bölük kuş gibi gelecekler ve kendilerini okuyanları müdafaa edeceklerdir. (Yani, cehennem ateşine karşı engel meydana getireceklerdir.) Bakara suresini okuyun. Onu almak bereket, bırakmak ise hüsrandır. Onu okumaya, bâtıl ile meşgul olanların (Yani sihirbazların) gücü yetmez.” ( Müslim, K. el-Müsafirîn, bab: 252, Hadis No: 804)

    1.Kuranda yer alan iki ayetten şifa olarak bahsedilmekte ve kurtarıcı olarak dile getirilmektedir. Bu Allah sever olarak tanımlanan iki ayet ise Bakara’nın son iki ayeti(Amenerrasulü) olarak rivayet edilmiştir.

    2.Her kim ki Bakara suresini okur ise cennete ona bir taç giydirilecektir.

    3.Özellikle Bakara Suresinin son iki ayetinde birçok şifa yattığı ve sıkça dile getirilerek okunması gerektiği birçok âlimlerce dile getirilmektedir. Mümkün ise ezberleyerek ya da okuyarak sık sık dilinize ve kalbinize düşürmeyi unutmayınız

    4.Bakara suresini sürekli olarak okumaya devam ediniz çünkü onu iyice öğrenmek ve kavramak berekettir. Kişinin ihmal etmesi ise büyük bir ziyan olacaktır

    5.Kişi hem gündüz hem de gece bakara suresini okur ise günahkâr ve münafıklardan uzak kalacak ve huzurlu bir gün geçiriyor olacaktır

    6.Geceleri Bakara ile Al-i imran surelerini okuyan kimseler tüm geceyi ibadet yapmış kadar büyük bir sevap ile bitirmiş olurlar

    7.Adullah İbni Mes’üd(r.a) buyurdu ki, kim Bakara Suresinin en az 5 ayetini okur ise o gece eve şeytan girmesi engellenir.

    8.Hatim indirme sırasında ilk olarak İhlsas, Felak ve Nas surelerini okumak sonrasında ise Fatiha ve Bakara suresinin ilk 5 ayetini okumak büyük sevap yazılmasını sağlıyor olacak.

    9.”RABBİŞRAHLİ SADRRİİ VE YESSİR Lİİ EMRİİ VAHLÜL UKDETEN MİN LİSANİ YEFKAHÜÜ KAVLİ” ni ayeti okumak özellikle kalp sıkıntısı olanlara ve kekemelik yaşayanlar için büyük bir derman olacaktır. Kekemelik yaşayan yakınlarınız ve çocuklarınız için bunu sık sık okuyabilirsiniz.

    10.İlk 5 ayeti olan,  Elif- Lam- Mim okumaya devam etmek zihin açıklığına vesi olur.  Son iki ayetini okumak ise Amene’r-Rasul, yatsı namazından sonra okumanın gece ibadeti için yeterli olacağı rivayet ediliyor.

    Geceleyin Bakara  ve  Al-i İmran suresini okuyan Huzur-u İlahide, taatle meşgul olmuş gibi sevab kazanır. Sürekli okumayı alışkanlık  haline getirenler ise Büyü, Sihir tesir etmez, Şeytan yaklaşamaz Allah’ın izniyle

    Bu süreleri  sürekli okuyan kimseler, rızkı çoğalır parası bereketli olur.  Ruhsal anlamda sorun yaşayan kişiler için (1, 2, 3, 4, 255, 258, 257, 284, 285 ve 286’ncı ) ayet-i kerimelerin okunması durumunda,  Cenab-ı Hakkın izniyle  kişiler huzura kavuşur  ve şifa bulur. 

    Abdullah b. Mesud(r.a) bildiriyor: “Kim Bakara suresinin başından dört ayet okursa, şeytan sabaha kadar o eve girmez: Başından dört ayet (Elif Lam Mim sayılmamış), Ayete’l-kürsi, onun ardından gelen iki ayet ve surenin son üç ayetini okursa, o gün kendisine ve ailesine ne şeytan ne de üzücü bir şey dokunur. Bu ayetler mecnun/saralı bir adama okunursa mutlaka o halinden uyanır/kurtulur.” (Darimi, Fedailu’l-Kur’an, 14)

    Bakara Suresi‘nin 163’ncü ayetinin İsm-i A’zam olduğu rivayet edilir. Bakara Suresi, 163. Ayeti şöyledir.Ve ilâhüküm ilâhün vâhid, lâ ilâhe illâ hüver-rahmânür-rahîm. 

    164’ ncü ayetini okuyup da manasını düşünmek çok faziletlidir. Bakara Suresi, 164. Ayet; İnne fî halkıs-semâvâti vel-ardı vahtilâfil-leyli ven-nehâri vel-fülkilletî tecrî fil-bahri bimâ yenfeun-nâse ve mâ enzelallàhu mines-semâi min mâin feahyâ bihil-arda ba’de mevtihâ ve besse fîhâ min külli dâbbetin ve tasrîfir-riyâhi ves-sehàbil-müsehhari beynes-semâi vel-ardı leâyâtin likavmin ya’kılûn.

    Ayetü’l Kürsi’yi (255’nci ayet) okumak çok faziletlidir.

      İbni Arabî(k.s) bu hususta şöyle der:'Hocalarımın bazılarından şöyle duydum: Bakara Sû-resinde bin emir, bin nehiy, bin hüküm ve bin haber vardır. Abdullah bin Ömer bu sûre üzerinde sekiz sene ders vermiştir.'

    'Kim Bakara Sûresini okursa kendisine Cennette bir taç giydirilir.'

    'Âyetü'l-kürsi Kur'ân'ın dörtte birine denktir.'

    'Her şeyin bir zirvesi vardır. Kur'ân'ın zirvesi de Ba-kara Sûresidir. Bu sûrede bir âyet vardır ki, o Kur'ân sûre-lerinin efendisidir. O âyet de âyetü'l-kürsîdir.'

    'Kim farz namazların sonunda âyetü'l-kürsî'yi okursa Cennete girmesine hayatta olmasından başka bir engel yoktur.'

    İbni Mes'ud'un rivâyetine göre Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:

    'Kur'ân'ın en büyük âyeti âyetü'l-kürsidir.

    'En âdil (adaleti telkin eden) âyeti 'İnnallahe ye'müru biladli...'dir.

    'En çok korkutan âyeti 'Femen ya'mel miskale zerratin...'dir.

    'En ümit verici âyeti 'Kul yâ ibâdiyellezîne esrafû alâ enfüsihim...'dir.

    Âyetü'l-kürsî'inin diğer âyetlerden değerli ve faziletli oluşunun en mühim hikmeti, bu âyette Cenâb-ı Hakkın i-simlerinin çok geçmiş olmasıdır. Çünkü bu âyette bazıları el-Hayy ve el-Kayyum gibi açık; bazıları da kelimelerin sonundaki zamirlerle işaret edildiği gibi Cenâb-ı Hakkın 17 ismi geçmektedir.

BAKARA 1-5 ELİF-LAM-MİM DİNLE



   


Etiketler: Bakara 1-5 Elif Lam Mim Okunuşu, Anlamı, Arapça Yazılışı, Tefsiri, Önemi, Tecvitli Okunuşu, Bakara 1-5 Elif Lam Mim Tefsiri, Bakara 1-5 Elif Lam Mim Dinle | Mekteb-i Derviş

Not: HTML'e dönüştürülmez!
    Kötü           İyi
Benzer Konular