Mekteb-i Derviş | İslam

    BAKİ KİMDİR, HAYATI, ŞİİRLERİ, ESERLERİ, VEFATI

    (D.H.933-M.1526.İstanbul - V.H.1008-M.1600.İstanbul)

    Günümüzde insanların dilinde olup, sürekli okunan "Âvâzeyi bu âleme Davud gibi sal / Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş"mısralarının şairi Bâkî, Osmanlının en güçlü döneminde, Divan Edebiyatı'nda şiire şekil ve muhteva açısından birçok yenilik getirmiş, hayattayken "Şairlerin Sultanı" anlamına gelen "Sultanü'ş Şuarâ" unvanını alan, Şöhret ve tesiri asırlarca devam eden, Şair, âlim, müderris, kadı, kazasker...

    DOĞDUĞU YER KÜNYESİ VE AİLESİ

    Asıl adı Mahmut Abdülbaki’dir.Hicri, 933-Miladi-1526’da İstanbul’da doğdu. Babası Fâtih Camii müezzinlerinden Mehmet Efendi dir.1566 Haziranında hac yolculuğu sırasında vefat etmiştir. Fakir bir ailenin çocuğu olan Bâkî gençliğinin ilk yıllarında çırak olarak camilerde kandillerin yakılması ve bakımı hizmetini yapmış,“serrâclık”yapmıştır.

    EĞİTİMİ VE HOCALARI

    Yaratılışındaki okuma ve öğrenme arzusu onu medreseye yöneltti. Uzun zaman Karamânîzâde Mehmed Efendi’den okudu. 

    Ders arkadaşları arasında Nev‘î, Üsküplü Vâlihî, Edirneli Mecdî, Hoca Sâdeddin, Karamanlı Muhyiddin gibi ileride şair ve âlim olarak ün kazanacak gençler vardı. 

    Birçok ünlü edebiyatçı ile tanıştı. Hocası Mehmed Efendi için yazdığı "Sümbül Kasidesi" ününü artırdı. Dönemin ünlü şairlerinden Zâtî'nin dikkatini çekti. 18-19 yaşlarında ünlü bir şair oldu.

    Tahsilinin yanı sıra şiirle de iyiden iyiye uğraşan Bâkî, zamanının edebî şöhretleriyle tanışıp onlara nazîreler yazarak değer ve kabiliyetini göstermeye çalışıyordu. Zâtî’nin Beyazıt Camii avlusundaki remilci dükkânına sık sık giderek gazellerini onun tenkidine sunuyordu. Zâtî’nin şiirlerine söylediği nazîrelerle bir yandan kendi şiir dilini olgunlaştırırken aynı zamanda dükkânı İstanbul’daki şairlerin toplantı yeri olan bu müstesna şairin takdirini elde ediyordu. Nitekim Zâtî de onun bir beytini tazmin edip yazdığı gazeli divanına koymuş, kendisini ayıplamak isteyenlere, “Bâkî gibi bir şairin şiirini almak ayıp değildir” diyerek yaptığı işi haklı göstermek istemişti. Zâtî 953’te (1546) vefat ettiğinde Bâkî yirmi yaşlarında idi.

    Süleymaniye Medresesi'nde Ahmed Şemseddin Efendi'nin derslerine devam etti. 1555'te Nahçıvan seferinden dönen Kanuni Sultan Süleyman'a sunduğu kasideyle saray çevrelerine girmeyi başardı. Kadılık göreviyle Halep'e gönderilen hocası Ahmed Şemseddin Efendi ile Halep'e gitti.1556 yılında orada kadı nâibliği yaptı. O sırada hocasına “râiyye”, Halep Beylerbeyi Kubad Paşa’ya da “hilâl” redifli birer kaside sundu. Şah Abbas’ın kütüphanecisi ve Mecmau’l-havâs adlı tezkirenin müellifi Sâdıkī-i Kitâbdâr Halep’e uğradığında kendisiyle tanışıp uzun uzun sohbetlerde bulunmuş, aralarında latifeleşmeler geçmiştir.

    Bâkî Halep’te dört yıl kadar kaldı. Kadızâde’nin 1560 yılında Halep kadılığından istifa ederek İstanbul’a dönüşünde onunla beraber yola çıktı. Aynı yılın Mart ayında, Konya’da Şeyhülislâm Ebüssuûd’un kadılıkla Şam’a gitmekte olan oğlu Mehmed Çelebi’ye rastladı. Kendisine bir “nûniyye” kasidesi takdim ederek ondan babasına bir tavsiye mektubu aldı. Bâkî İstanbul’a varışında kendisi için yazdığı “lâmiyye” kasidesini sunarak Ebüssuûd Efendi’nin çevresine girme imkânını elde etti.Bu arada sadâret mevkiinde bulunan Rüstem Paşa’ya yaklaşmak için onun şeyhi, Baba Efendi diye mâruf Filibeli Şeyh Mahmud Efendi’ye intisap etmeye uğraşıyordu. Bu sebeple ona da birkaç kaside takdim etti. Rüstem Paşa’nın 1561’de ölümü ile yerine geçen Semiz Ali Paşa’ya da iki kaside sundu. Ekim 1561’de dânişmend, iki sene sonra da mülâzım oldu. 1564 Nisanında da yirmi beş akçe ile bir medreseye tayini için ferman çıktı.

    O sırada Rumeli kazaskeri olan Hâmid Efendi bu tayini kanuna ve usule uygun bulmadığından gereğini yapmakta tereddüt göstermekte iken şairi tanıyan ve takdir eden padişahın yeniden ve kesin fermanı üzerine 30 akçe ile onu Silivri’de Pîrî Mehmed Paşa Medresesi’ne tayine mecbur oldu. Orada çok kalmayan Bâkî birkaç ay sonra, Kasım 1564’te İstanbul’da Murad Paşa Medresesi’ne nakledildi. Bu tayinin sağladığı imkândan faydalanarak Kanûnî’nin kendisine gönderdiği şiirlerine onun emri üzerine nazîreler yazıyor, bir yandan da ona kasideler takdim ediyordu. Aralarındaki bu alâka, zeki ve kabiliyetli şairin yeteneklerini padişaha göstermesine yardım etti. 

    Bu kabiliyetli şairden hoşlanan Kanûnî ona Keşşâf, Hidâye, Ekmel adlı kitapların kıymetli birer nüshasını hediye etti. Bâkî de divanını padişahın emriyle düzenleyerek ona sundu. Padişahın türlü iltifatları şairi mânen ve maddeten zenginleştiriyordu. Bu arada Aralık 1565’te 10 akçe terakkîye nâil oldu. Haziran 1566’da, hacca gitmiş olan babasının ölümü haberini aldı. Bunun da ardından Kanûnî Sultan Süleyman’ın Sigetvar’dan ölüm haberi geldi (Eylül 1566).Kanuni Sultan Süleyman'ın ölümü üzerine düyduğu üzüntüyü "Kanuni Mersiyesi" ile dile getirdi.

    Daima himayesini gördüğü bu büyük sultana duyduğu samimi bağlılığını ve onun yüce şahsiyetini dile getiren ünlü mersiyesini yazdı. Son kısmı yeni padişaha intisap vesilesi olan mersiyenin ardından da II. Selim tahta çıktığında (15 Rebîülevvel 974 / 30 Eylül 1566) hemen bir “cülûsiye” takdim etti. Umduğu câizeyi bulamayışı bir yana Murad Paşa müderrisliğinden de azledildi. Uzun bir mâzullük devresinden sonra Temmuz 1569’da Mahmud Paşa müderrisliğine, Ağustos 1571’de de Eyüp müderrisliğine tayin edildi. Münşeat sahibi Feridun Bey’in vasıtasıyla Sokullu Mehmed Paşa’nın himayesini elde eden şair padişahın hususi meclisine de girmeye başladı. Hükümdarın birkaç gazelini tahmis, birkaçını da tanzir etti ve ayrıca ona üç kaside sundu. Bu yakınlığın neticesi olarak 1573 Mayısında Sahn müderrisliğine getirildi. III. Murad’ın cülûsundan sonra da itibarlı durumu devam etti. Ekim 1575’te Süleymaniye müderrisliği pâyesine yükseltildi. Bu makama gelişinden bir ay sonra talihinin burcunda uğursuz bir yıldız göründü. Rivayete göre Nâmî adlı bir şairin gazelini, mahlas beytindeki ismi Bâkî’ye çevirmek suretiyle ona isnat ettiler. O gazeldeki, “Gınâ sadrındaki mağrûr u nâ-âsûde serverden / Fenâ bezminde hâb-âlûd olan mestânemiz yeğdir” beytinde şair, içkiye düşkünlüğü meşhur olan II. Selim’i oğlu III. Murad’a tercih ettiğini ima ediyor, dediler. Padişah hiddete kapılarak şairi azletti. Ancak onu himaye edenler hükümdara gazelin İstanbullu Nâmî’ye ait olup eski mecmualarda görüldüğünü söyleyerek şairin bağışlanmasını sağladılar. Gerçekte ise bu gazel Bâkî divanının birçok yazma nüshasında bulunduğu gibi basmalarında da yer almıştır. Gazelin şairi kurtarmak gayesiyle Nâmî’ye isnat edilmiş olması mümkündür.

    Bu hadisenin yatıştırılmasıyla Kasım 1576’da Edirne’de Selimiye müderrisliğine, Mart 1579’da 1000 altın terakkî ile Mekke kadılığına tayin edildi. Temmuz 1582’de İstanbul’a geldi. Mekke’de iken tercüme ettiği el-İʿlâm fî aḥvâli beledi’llâhi’l-ḥarâm adlı Mekke tarihini padişaha takdim etti. Murâdî mahlasıyla şiirler yazan padişahın gazellerine yaptığı nazîrelerle hükümdarın alâkasını görmeye başladı. Eylül 1584’te Molla Ahmed Efendi’nin yerine İstanbul kadısı olduysa da çok geçmeden azledilerek (Ocak 1585) Üsküdar’da oturması emredildi. Temmuz 1586’da tekrar İstanbul kadılığına getirilip kısa bir zaman sonra da Anadolu kazaskeri yapıldı (Ekim 1586). Burada iki sene hizmetten sonra azledilen Bâkî, üç yıl kadar açıkta kalışının ardından Mayıs 1591’de yine bu makama iade edildi.

    Bu sırada bazı kadılar padişaha şair hakkında şikâyette bulundular. Bâkî de Şeyhülislâm Bostanzâde Mehmed Efendi’nin kardeşini kendi yerine getirmek için şikâyetçileri tahrik ettiğini hakaretâmiz kelimelerle ileri sürdü. Şeyhülislâm ise onun bazı mısralarına dayanarak kendisine küfür isnadında bulunduktan başka rüşvet alıp verdiğini de iddia ederek azlini ve sürgün edilmesini istedi; aksi takdirde makamından ayrılıp başka sultanın ülkesine gideceğini söyledi. Bâkî padişahın hocası Sâdeddin Efendi’ye başvurarak o sırada Rumeli kazaskeri olan Zekeriyyâ Efendi’nin şeyhülislâmlığa getirilmesini, münasip görülmediği takdirde kendisinin bu makama talip olduğunu bildirdi.

    Bostanzâde’nin, başka bir sultanın ülkesine gideceğine dair sözünden incinen hükümdar onu azlederek yerine Zekeriyyâ Efendi’yi, Rumeli kazaskerliğine de Bâkî’yi tayin etti (Nisan 1592). Böylece ilmiye mesleğinin bu üst basamağına ulaşıp yıllardan beri özlediği şeyhülislâmlık makamına o kadar yaklaşmışken üç ay sonra emekli edildi (Şevval 1000 / Temmuz 1592). III. Mehmed’in Cemâziyelevvel 1003’te (Aralık 1594) tahta geçişi, bir köşede unutulmuş ve küskün bekleyen Bâkî’nin içindeki ümitleri canlandırdı. Tekrar bir mevkiye gelebilmek arzusu ile kendisine kasideler sunduğu hükümdar onun bu dileğini karşılıksız bırakmayarak yaşlı şairi yeniden Rumeli kazaskerliği makamına getirdi. Ancak daha önce kendisinin azline sebep olduğu Şeyhülislâm Bostanzâde’nin oyunu ile altı yedi ay kadar sonra buradan uzaklaştırıldı (Ağustos 1595).

    Yine bir köşeye atılan Bâkî padişaha kasideler sunarak eski makamına dönebilmek için devamlı ricalarda bulunup üç yıllık bir bekleyişten sonra yeni sadrazam Hadım Hasan Paşa’nın yardımı ile Şubat 1598’de üçüncü defa Rumeli kazaskeri oldu. Bostanzâde’nin ölümü üzerine şeyhülislâmlık yolu kendisine bir kere daha açılmış görünürken, sadrazamın bütün gayretine rağmen, padişah üzerinde derin nüfuzu olan eski ders arkadaşı Hoca Sâdeddin Efendi bu makama getirildi. Sadrazamın çok geçmeden idamı ile hâmisini kaybeden ve ümitleri suya düşen Bâkî de istifa etti (Muharrem 1007 / Ağustos 1598). Bir yıl geçtikten sonra Hoca Sâdeddin Efendi vefat ettiğinde ise son defa uyanan şeyhülislâmlık ümidi de Sun‘ullah Efendi’nin tayini ile tamamen yıkıldı. 

    Onun kendisini çevresine sevdirmesinde hoşsohbet, nükteci ve neşeli mizacı kadar vazifesinde dürüst ve iyilik sever bir kimse oluşunun da ayrıca tesiri vardır. Bununla beraber Bâkî’nin hızlı yükselişi ve kazandığı büyük itibar zamanının bazı şairlerinin kıskançlığını çekmiş, bundan ve ayrıca birtakım nükteleri yüzünden onlarla kendisi arasında hicivleşmeler geçmiştir. Hayatının sonlarına doğru şeyhülislâmlığa ulaşmak için çok daha artan mevki hırsı onu bazı idarî oyun ve entrikaların içine sokmuştu. Bâkî’nin bulunduğu makamların gerektirdiği ciddiyetle bağdaşmayacak birtakım hareket ve davranışları olduğunu gösteren fıkra ve nüktelere de rastlanır. Çok arzu ettiği halde şeyhülislâmlığa gelemeyişinde sanatkâr ve eğlenceye düşkün serbest yaratılışının bu gibi tezahürlerinin de payı olsa gerektir.

    Bâkî, kendi çağında ve sonraki yüzyıllarda gelen sanat ve edebiyat adamlarının çoğunun belirttiği gibi, şiirde söyleyiş tarzında yenilik yapmış, imâle ve zihaf denilen dil kusurlarını asgariye indirmiştir. Ahmedî’den Bâkî’ye kadar gelen şairler, Türkçe’yi aruza uydurmak için yapılan, hecelerde uzatma ve kısaltma şeklinde özetlenebilecek olan bu kusurları belli nisbette gitgide azaltmışlardı. Bâkî’nin şiirlerinde bunlar okuyanın dil zevkini incitmeyecek dereceye düşmüştür.

    Nüktedan, hoşsohbet, meclislerde aranan bir kişi olan Bâkî’nin üslûbunun karakterine uygunluk göstermesi tabiidir. Şurası da var ki Hayâlî’de ve Yahyâ Bey’de görülen tasavvufî zevke Bâkî’de hemen hemen hiç rastlanmaz. Aşağı yukarı her büyük şairin divanında bulunan tevhid, münâcât, na‘t gibi dinî ve bazan tasavvufî muhtevalı manzumeler Bâkî’nin divanında yoktur. Mekke kadılığında bulunmuş bir şairin bir na‘t bile yazmamış olması düşündürücüdür. Bu husus ve ayrıca hayatının seyri gösteriyor ki Bâkî bu dünyanın zevklerini terennüm etmiş, şiirini de dünyevî arzularını ifade ve isteklerini temin yolunda kullanmıştır. Şiirlerindeki birtakım garip mecazlar, hayal oyunları, aralarında yetiştiği Zâtî, Hayâlî Bey, Yahyâ Bey ve Emrî gibi XVI. yüzyıl şairlerinin takip ettiği estetiğin izleri olarak izah edilebilir.

    Bâkî’nin şiirlerinde tabiat ve İstanbul’dan çizgiler sık sık akis bulmuştur. Onun manzumelerinde devrinin zengin hayatı ve haşmeti kolaylıkla hissedilir. Bâkî yaşadığı tabiat ve cemiyet çevresinden şiirine yer yer canlı levhalar vermeyi bilmiştir. Divan şiirine İstanbul Türkçesi’ni yerleştirmek gibi bir rolü olan Bâkî zaman zaman halk söyleyişinden gelen ifade malzemesine de açılır. Bâkî tabiata ve zevk hayatına açık yönü ve üslûbu ile Şeyhülislâm Yahyâ ve Nedîm’e bir öncü sayılmıştır. Temiz ve âhenkli bir üslûba sahip olan Bâkî divan şiirine bir söyleyiş kudreti ve rahatlığı kazandırmıştır. 

    Asırlarca bir üstat olarak benimsenen Bâkî’nin şiirlerine kendi zamanından başlayarak her devirde başta büyük mümessiller ve şöhretler olduğu halde çeşit çeşit nazîreler söylenmiş, manzumeleri ayrıca tahmîs vb. yollardan da bir özeniş konusu olmuştur.

    VEFATI

    Artık iyiden iyiye ihtiyarlamış ve çökmüş koca şairin zayıf ve sinirli bünyesindeki hastalıklar bu darbeyle daha da artarak konağındaki câriyelere hiddetlendiği bir sırada 23 Ramazan 1008 (7 Nisan 1600) Cuma günü vefat etti. Cenaze namazı Fâtih Camii’nde Sun‘ullah Efendi tarafından kalabalık bir cemaatle kılındıktan sonra Edirnekapı dışındaki Eyüp Sultan’a giden yol üstünde Lâli Efendi çeşmesi yakınında bulunan mezarlığa defnedildi.

    Baki’nin, başına gelen akıbeti bilir gibi söylediği şu beyti, Şeyhülislam tarafından tabutunun başında okundu:

    “Kadrini seng-i musallada bilüp ey Bakî

    Durup el bağlayalar karşuna yarın saf saf”

    Bâkî’nin, ileri yaşlarında iken dünyaya gelen ve daha sonra kendisi gibi müderris ve kadı olan iki oğlu vardır.Bunlardan ilki Şeyhî mahlasıyla şiirler yazan Şeyh Mehmed (ö. 1039/1630), diğeri Abdurrahman’dır (ö. 1045/1636). Bunun da Fâizî mahlasıyla şiirler yazan bir oğlu olup 1076 (1665-66) yılında vefat etmiştir. Bâkî’nin vaktiyle Fatih’te Yeni Nişancıpaşa civarında bir mescidi ve adını taşıyan bir mahalle vardı.

    Eşiğine kadar geldiği halde bir türlü erişemediği şeyhülislâmlık bir tarafa bırakılırsa, daha gençlik çağından itibaren gittikçe artan bir takdir görerek yüksek mevkilere ve devamlı bir şöhrete ulaşan Bâkî, dünya nimetlerinin zevkini çıkarmasını bilen, talihin birçok lutfunu elde etmiş bir şairdir. Meslek hayatındaki geçici bazı iniş çıkışlara mukabil devrini yaşadığı dört hükümdar zamanında hep el üstünde tutulmuş, Kanûnî’nin saltanatı sırasında çağının en büyük şairi sayılarak kendisine lâyık görülen “Sultânü’ş-şuarâ” unvanını asırlar boyunca korumuştur. Bâkî’nin şöhreti ve eserleri Anadolu ve Rumeli’yi aşıp Azerbaycan, İran ve Irak’tan Hicaz’a, nihayet Hint saraylarına kadar yayılmış bulunmaktaydı.

    Daha sonra II. Selim ve III. Murat zamanlarında da hem saraydan hem halktan büyük bir itibar ve ilgi görmüştür. Vefatından önce bu kadar ilgi ve alâka gören sanatçı sayısı azdır, o ise vefat etmeden "Sultanüş'şuâra" yani "Şairlerin Sultanı" diye anılmaya başlamıştır.

    ESERLERİ

    Eserlerini, 16'ncı yüzyıl Osmanlı toplumunun beğenisine uygun, sanat incelikleri ve hayal güzellikleriyle bezeyen Sultanü'ş Şuarâ Bâkî, duru ve temiz bir İstanbul lehçesinin yanı sıra, şiirlerinde halk deyimleri ve söyleyişleri de kullandı.

    Dîvânını, Kanuni Sultan Süleyman döneminde hazırlayan şairin bu divanı, şiirlerini kapsamazken, başında münacaat ve na't bulunmayan divanında 27 kaside, 2 terkib-i bend, 1 terci-i bend, 7 tahmis, 619 gazel, 24 kıta, bir tarih ve 38 müfred yer aldı.Çevirileri ve dini konularda çalışmaları olan Bâkî'nin eserlerinde Dîvânı 4 bin 508 beytiyle en önemli eseri olarak tarihe geçti.

    Bâki Osmanlı'nın en güçlü devirlerinden birinde yaşamıştır, bu da pekâlâ onun şiirlerine ve şiirlerinde kullandığı temalara yansımıştır. Aşk, yaşamanın zevki ve doğa şiirlerinin başlıca konularıdır. Tekniği güçlüdür, şiirlerinde yakaladığı ahenk ve akıcılık farklıdır. Dil kullanımında çok yeteneklidir. Şiirlerinde İstanbul Türkçesini başarıyla kullanmıştır. Ahenk ve musikiye önem vermiş; söz seçiminde titiz davranmıştır. Şiirlerinin oluşturduğu tını, musiki de şiirlerinin farklı bir özelliğidir. Türk, Divan şiirinin dönemin ünlü akımları ve eserleri seviyesine ulaşmasında çok büyük katkısı olmuştur. Eserlerinden biri de Kanunî Sultan Süleyman'ın vefatı üzerine yazdığı "Mersiye-i Hazret-i Süleyman Han" isimli Kanuni mersiyesidir. Bu mersiye terkib-i bend şeklinde yazılmış; hem teknik olarak güçlü yapısı hem de ahengi ve dönemin ruhunu, özellikle edebiyat tarzını, güzel bir şekilde ifade ettiği için en ünlü mersiyelerden birisi olmuştur.

    1- Divan. Bâkî divanını, ilk defa Kanûnî Sultan Süleyman’ın isteğiyle onun sağlığında tertip etmiştir. Daha sonra, yazdığı yeni şiirleri de ilâve edilerek değişik tarihlerde divanın yeni ve farklı tertipleri ortaya konulmuştur. Yalnız Türkiye kütüphanelerinde ve hususi ellerde şairin sağlığında yazılmış ondan fazla nüshası vardır. Ölümünden sonra istinsah edilenlerle divanının kitaplıklardaki sayısı 100’den fazladır. Sadece bu rakam, zamanın tahribiyle ve özellikle İstanbul yangınlarıyla kaybolanlar hesaba katılmaksızın, onun şiirlerinin sonraki yüzyıllarda hiçbir Osmanlı şairiyle kıyas edilemeyecek kadar okunduğunu göstermeye yeterlidir. Bâkî divanının ilkin 1276’da (1859) kötü ve çok yanlışlı bir taş baskısı yapılmış, daha sonra R. Dvořák tarafından gazelleri esas alınarak Almanya’daki bir kısım nüshaları üzerinden yetmiş sayfalık bir önsözle yayımlanmıştır (Bâkî’s Diwân. Ghazalijjat, Leiden, I-II, 1908-1911). Sadeddin Nüzhet Ergun tarafından da bazı nüsha karşılaştırmaları ile birlikte ilk defa Latin harfleriyle basılmıştır.(Bakî, Hayatı ve Şiirleri. I. Divan, İstanbul 1935). Mecmualarda ve nâşirin görmediği nüshalarda bu basımda bulunmayan bir hayli şiiri daha vardır. Son olarak da divanın onu İstanbul kütüphanelerinde, ikisi Elazığ Fırat Üniversitesi’nde olmak üzere on iki nüshasına dayalı tenkitli metni henüz basılmamış bir doktora çalışması olarak ortaya konmuştur.(Sabahattin Küçük, Bâkî Divanı Üzerinde Bir İnceleme. Edisyon Kritikli Metin, I-II, 1982). Bâkî divanı Hammer tarafından 1825’te kısmen Almanca’ya tercüme edilmiştir. Bâkî’nin şiirlerinden ayrıca yayımlanmış geniş seçmeler de vardır: Şemseddin Sâmi, Bâkî’nin Eş‘âr-ı Müntahabesi, İstanbul 1317; Fuad Köprülü, Eski Şairlerimiz. Divan Edebiyatı Antolojisi, İstanbul 1934, s. 259-320; Nevzat Yesirgil, Bakî, Hayatı, Sanatı, Şiirleri, İstanbul 1953; Faruk K. Timurtaş, Bakî Divanından Seçmeler, Ankara 1987; Sabahattin Küçük, Bâkî ve Dîvânından Seçmeler, Ankara 1988.

    2- Fezâilü’l-cihâd. Muhyiddin Ahmed b. İbrâhim’in Meşâriʿu’l-eşvâḳ ilâ meṣâriʿi’l-ʿuşşâḳ adlı Arapça eserinin tercümesidir. Cihadın faziletlerinden hareketle Müslümanları cihada teşvik eden bu eseri Bâkî Sokullu Mehmed Paşa’nın emriyle 975’te (1567) Türkçe’ye çevirmiştir. Kendi el yazısıyla bir nüshası Millet Kütüphanesi’nde (Ali Emîrî, Şer‘iyye, nr. 1286) kayıtlı olup müze kısmındadır.

    3- Meâlimü’l-yakīn fî sîreti seyyidi’l-mürselîn. Şehâbeddin Ahmed b. Hatîb el-Kastallânî’nin el-Mevâhibü’l-ledünniyye bi’l-minaḥi’l-Muḥammediyye adlı siyer kitabının tercümesidir. Sokullu Mehmed Paşa’nın emriyle tercüme ettiği eserin mukaddimesinde belirttiğine göre, Şâfiî mezhebine bağlı bulunan müellifin çeşitli münasebetlerle bu mezhebe dayalı olarak yaptığı fıkhî izahları tercüme sırasında Hanefî mezhebinin görüşlerine çevirmiş, çeşitli ilâve ve çıkarmalarla kitap üzerinde telif denecek derecede değişiklikler yapmıştır. Şair Nev‘î tarafından istinsah edilmiş olan nüshada (Nuruosmaniye Ktp., nr. 3253) 987 (1579) tarihi bulunduğuna göre tercümenin bu tarihten önce yapılmış olduğu anlaşılıyor. Gördüğü rağbet dolayısıyla birçok yazma nüshası olan eserin İstanbul’da üç de baskısı gerçekleştirilmiştir (1261, 1313-1316, 1322-1326).

    4- Fezâil-i Mekke. Yine Sokullu’nun emriyle Mekke kadılığı esnasında, XVI. asır Arap müelliflerinden Kutbüddin Muhammed b. Ahmed el-Mekkî’nin el-İʿlâm fî aḥvâli beledi’llâhi’l-ḥarâm adlı eserinden yaptığı tercümedir. 987’de (1579) tamamlayıp Medine kadılığından azli üzerine İstanbul’a döndüğünde III. Murad’a takdim etmiştir. Eser Mekke’nin tarihinden ve bilhassa Osmanlı sultanlarının oradaki hayratından bahsetmektedir. Çeşitli kütüphanelerde nüshaları vardır. Bunlardan en mükemmeli Köprülü Kütüphanesi’nde olanıdır (nr. 206). Bâkî’nin bu üç tercümesi, pek lugatlı yazılan önsözleri bir tarafa bırakılırsa, tabii, temiz ve güzel bir Türkçe ile kaleme alınmış olmak gibi bir meziyete sahiptir. Nev‘îzâde Atâî, Bâkî’nin Eyüp müderrisi bulunduğu sırada, Ebû Eyyûb el-Ensârî tarafından rivayet edilen hadislerden kırk tanesini tercüme ettiğini ve eserin türbeye konulup ziyaretçilerin istifadesine sunulduğunu bildirmektedir. Ancak bu tercümenin herhangi bir nüshasına henüz rastlanmamıştır.

    5-Hadîs-i Erbain Tercümesi.

    6-Kanuni Mersiyesi

    Dîvânı Arabistan, İran ve Hindistan saraylarında okundu. Onun ölümünden sonra sırf Bakî Dîvanı yazmak ve satmak suretiyle geçinen kimseler oldu.

    BAKİ'NİN KİŞİLİĞİ VE ŞİİRLERİ

Osmanlı Cihan Devleti'nin en görkemli zamanlarında yaşayan Bâkî'nin, şiir ve edebiyat sevgisinin dışında zevke ve eğlenceye düşkün, neşeli, hoş sohbet ve hırslı bir kişiliği olduğu kaynaklarda yer alırken, hicviyeleriyle de ünlü şair, özel hayatındaki özgürlüğüne ve sınırsızlığına rağmen, kadılık görevlerinde ise adalete düşkünlüğüyle dikkati çekti.

    Şiirlerinde tasavvufi değil, dünyevi aşka önem veren Bâkî, şeyhülislam olmak istemesine rağmen şiirlerinde dini şiirler kaleme almadı. Divan'ında tevhid, münacaat ve na't gibi dini muhtevalara yer vermeyen Bâkî, mersiye, methiye ve fahriyelerinde ise içten ve abartısız bir anlatım şeklini kullandı.

    Mahmud Abdülbâkî, edebiyatta geleneklere bağlı kaldı ama şiir diline yeni bir düzen ve akıcılık getirerek, nazım tekniğini geliştirdi ve birçok büyük şairin "kaçınılmaz" olarak gördüğü nazım kusurlarından kurtulmayı ustalıkla başaran isim oldu. Şiirlerinde, tabiatı ve sosyal hayatı konu eden şair, sosyal hayatı tasvir ederek, İstanbul'un günlük yaşayışına dair de izleri taşımayı ihmal etmedi.

    Çağdaş şairlere göre daha sade ve anlaşılır bir dil seçen "Sultanü'ş Şuarâ Bâkî", biçim açısından kusursuz olarak nitelendirilen şiirlerinde, konuların yanında söyleyiş tarzında da yenilikler yaptı. Vezni ustalıkla icra eden usta şair, imale ve zihafı en aza indirip, şiirini zarif hayaller, nükte ve tevriye başta olmak üzere edebi sanatlarla süsledi. Bütün bunları şiirleri aracılığıyla okuyucularına ulaştıran ünlü şair, Divan şiirine ifade kudreti ve rahatlığını kazandırdı.

    BAKİ’NİN ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER

    Alayiş-i dünyadan el çekmeye niyyet var

    Yakında adem dirler bir şehre azimet var

    Uçdı bu fezalardan mürg-ı dil-i nalanım

    Aram idemez oldum efkar-ı seyahat var

    Nuş eylese bir aşik ta haşre dek ayılmaz

    Bezm-i feleğin bilmem camında ne halet var

    Bu halet ile ey dil sağ olmada alemde

    Derd-ü gamı dilberle ölmekte letafet var

    Ser terkine ka'ildir dünyaya gönül virmez

    Terk ehlinin ey Baki başında sa'adet var.


    Gazel

    Hattım hisabın bil dedin gavgalara saldın beni

    Zülfüm hayalin kıl dedin sevdalara saldın beni

    Geh ebr veş giryan edip geh bad veş püyan edip

    Mecnun-ı sergerdan edip sahralara saldın beni

    Vaslım dilersin çün dedin lutf edeyin olsun dedin

    Yarın dedin birgün dedin ferdalara saldın beni

    Yusuf gibi izzette sen Yakub veş mihnette ben

    Dil sakin-i beytül hazen tenhalara saldın beni

    Baki sıfat verdin elem ettin gözüm yaşını yem

    Kıldın garik-i bahr-ı gam deryalara saldın beni


    Kaside

    Ey göñül a'yân-ı devlet içre himmet kalmadı

    Kimden umarsın kerem ehl-i mürüvvet kalmadı

    Nefse nefsi oldı 'âlem her kişi hayretdedür

    Kimseden hîç kimseye dermâna tâkat kalmadı

    Ey dirîgâ lutf u ihsânuñ kapusın yapdılar

    Zikri hayr olsun dinür sâhib-sa'âdet kalmadı

    Gel zuhûr it kandasın ey Mehdî-i sâhib-kırân

    Kim cihânda zâhir olmaduk 'alâmet kalmadı

    Câhil ü nâ-dân oh gör ister isen mertebe

    Kim kemâl ehline Bâkî şimdi ragbet kalmadı (Bâki Divanı)

    ------

    Gitdi Kayser kasrınuñ tâk u revâkı kalmadı

    Nice Kisrâ geçdi tâk u tumturâkı kalmadı

    Bezm-i kesretden biz en evvel götürdük ayagı

    Meclis âhir oldı gitdi bâde sâkî kalmadı

    Şevk u zevk ehli çekildi biz dahı yâ Hû didük

    Zevki gitdi 'âlemüñ ehl-i mezâkı kalmadı

    Tolu urmış tarlaya döndürdi devrân sohbeti

    Câm sınmış mey dökilmiş dest-i sâkî kalmadı

    Gam degül Bâkî bekâ semtine kılsa irtihâl

    Nice şehler bu fenâ mülkinde bâkî kalmadı

    Gazel

    Nedür bu handeler bu işveler bu nâz u istiğnâ

    Nedür bu cilveler bu şîveler bu kâmet-i bâlâ

    Nedür bu pîç pîç ü çîn çîn ü hâm-be-hâm kâkül

    Nedür bu turralar bu halka halka zülf-i müşg-âsâ

    Nedür bu ârız u hadd ü nedür bu çeşm ü ebrûlar

    Nedür bu hâl-i Hindûlar nedür bu habbetü's-sevdâ

    Miyânun rişte-i cân mı gümiş âyine mi sînen

    Binâgûşunla mengûşun gül ile jâledür gûyâ

    Vefâ ummaz cefâdan yüz çevürmez Bâki âşıkdur

    Niyâz itmek ana cânâ yaraşur sana istiğnâ


    Gazel

    Zülf-i siyâhı sâye-i perr-i Hümâ imiş

    İklim-i hüsne anın içün pâdişâ imiş

    Bir secde ile kıldı ruh-i âftâbı zer

    Hak-i cenâb-ı dost aceb kîmyâ imiş

    Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal

    Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş

    Görmez cihânı gözlerimiz yârı görmese

    Mir'ât-ı hüsni var ise âlem-nümâ imiş

    Zülfün esîri Bâkî-i bîçâre dostum

    Bir mübtelâ-yı bend-i kemend-i belâ imiş


    Gazel

    Bir lebi gonca yüzü gülzar dersen işte sen

    Har-ı gamda andelib-i zar dersen işte ben

    Lebleri mül saçları sünbül yanagı berk-i gül

    Bir semenber serv-i hoşreftar dersen işte sen

    Payine yüzler sürer her serv-i dil-cuyun revan

    Su gibi bir aşık-ı didar dersen işte ben

    Zülfü sahir turrası tarrar şuh-ı şivekar

    Çeşmi cadü gamzesi mekkar dersen işte sen

    Firkatinde teşne leb hatır perişan haste dil

    Künc-i gamda bi-kes ü bi-mar dersen işte ben

    Gözleri sabr u selamet ülkesini tarac eden

    Bir amansız gamzesi Tatar dersen işte sen

    Bakiya Ferhad ile Mecnun-ı şeydadan bedel

    Aşık-ı bi-sabr ü dil kim var dersen işte ben


    Nam u nişane kalmadı fasl-ı bahardan

    Düşdi çemende berg-i dıraht i'tibardan

    Eşcar-ı bağ hırka-ı tecride girdiler

    Bad-ı hazan çemen el aldı çenardan

    Her yaneden ayağına altun akup gelür

    Eşcar-ı bağ himmet umar cuybardan

    Sahn-ı çemende durma salınsun sabayıla

    Azadedür nihal bugün berg ü bardan

    Baki çemende hayli perişan imiş varak

    Benzer ki bir şikayeti var rüzgardan


    Ferman-ı aşka can iledür inkiyadumuz

    Hükm-i kazaya zerre kadar yok inadumuz

    Baş eğmezüz edaniye dünya-yı dun içün

    Allah'adur tevekülümüz i'timadumuz

    Biz mükteka-yı zerkeş-i caha dayanmazuz

    Hakk'un kemali lütfunadır istinadumuz

    Zühd ü salaha eylemezüz iltica hele

    Tutdı egerçi alem-i kevn-i fesadumuz

    Meyden safa-yı batın-ı humdur garaz heman

    Erbab-ı zahir anlayamazlar muradumuz

    Minnet Huda'ya devlet-i dünya fena bulur

    Baki kalur sahife-i alemde adumuz


    Lale-hadler kıldılar gülgeşt-i sahra semt semt

    Bag u ragı gezdiler edüp temaşa semt semt

    Aşık-ı didar-ı pakündür meğer kim cuylar

    Cüst ü cu eyler seni ey serv-i bala semt semt

    Leşker-i gam geldi dil şehrine kondı cevk cevk

    Kopdı yir yir fitne vü aşub u gavga semt semt

    Giryeden cuy-ı sirişküm su-be-su oldı revan

    Yine Kulzüm gibi cuş itdi bu derya semt semt

    Şi'r-i Baki seb'a-i iklime oldukça revan

    Okınursa yeridür bu nazm-ı garra semt semt

    Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümü üzerine kaleme aldığı “Kanunî Mersiyesi” adlı eseri meşhurdur.

 

    Ferman-ı aşka can iledür inkiyadumuz

    Hükm-i kazaya zerre kadar yok inadumuz


    Baş eğmezüz edaniye dünya-yı dun içün

    Allah'adur tevekülümüz i'timadumuz


    Biz mükteka-yı zerkeş-i caha dayanmazuz

    Hakk'un kemali lütfunadır istinadumuz


    Zühd ü salaha eylemezüz iltica hele

    Tutdı egerçi alem-i kevn-i fesadumuz


    Meyden safa-yı batın-ı humdur garaz heman

    Erbab-ı zahir anlayamazlar muradumuz


    Minnet Huda'ya devlet-i dünya fena bulur

    Baki kalur sahife-i alemde adumuz

                                                                 Baki

    Bugünkü Türkçeyle:

    “Aşkın fermanına boyun eğmekliğimiz ta candan ve yürektendir. Bu uğurda alın yazımıza karış zerre inadımız ve karşı koymamız söz konusu değildir.”

    “Şu alçak dünyanın birtakım geçici menfaatleri uğruna aşağılık kimselere boyun eğmeyiz. Bu yolda bütün tevvekülümüz, bütün güvencimiz Allah'adır. O'nun hükmüne rıza gösteririz.”

    “Biz geçip gidici mevkii ve makam ile makam ile edinilmiş altın işlemeli yastıklara sırtımızı verip dayanmayız. Bütün dayanağız Cenabıhakk'ın noksansız ve sınırsız lütfunadır.”

    “Hele sofuluk ve gözü kapalı dindarlığa asla sığınmayız. Velev fesadımız bütün mevcudat âlemini tutmuş bile olsa.”

    “Bizim içkiden anladığımız küpün içindeki safadadır. Her şeyi, gördükleri dış yüzüyle değerlendirip hüküm verenler, bizim meramımızı asla anlayamazlar.”

    “Dünya devleti geçip gider ve yok olur ama Allah'a binlerce şükürler olsun ki, bizim adımız âlemin sayfasında Baki kalır.”

    Vezîr-i âzam Mehmed Paşa Övgüsünde

    1. Allah, âlemin padişahına fazilet ve rahmet verdikçe, saygı değer Vezîr-i âzam Mehmed Paşa'ya da cihanda talih açıklığı ve büyük rütbeler nasib etsin.

    2. Saltanat ülkesinin muzaffer hükümdarı (Kanuni Sultan Süleyman), ebedilik diyarına gittiğinde;

    3. O temiz cesedi canı gibi gizledi ve (böylelikle) askerin ve halkın gönlünü rahatlattı.

    4. (Pâdişah'ın ölümünü) insanlara kırk sekiz gün duyurmadı. Böyle bir işi (bundan önce) başkaları ancak bir hafta müddetle yapabilmişlerdi.

    5. Bulduğu çözüme bak ki, şimdiye kadar hiç kimse bunu hayal bile edememişti. (Süleyman Peygamber’in veziri olan) Asâf yeniden dünyaya gelebilseydi, vezirlik nasıl yapılırmış, görürdü.

    6. Gayret kemerlerini kılıç gibi kuşandı. Allah fetih ve zafer nasib etti ve kaleyi teslim aldı.

    7. Canla başla çalıştı; rahat yüzü görmedi; efendisi yolunda bunca zahmetlere katlandı.

    8. Ya Rabbi, iş artık senin yüce lütfuna kaldı. Çünkü Paşa kulun dünyada yapılabilecek bütün hizmetleri tamamladı.

    9. O kutlu vezirlik makamının sahibi olan (Mehmed Paşa'yı) dünyanın musibetlerinden ve zamanın değişiminin getireceği âfetlerden koru ve kolla!

    10. Onun talihinin mumunu daima aydınlık eyle; her iki cihanda da gönlünün muradını nasib et!


    BİBLİYOGRAFYA
    Latîfî, Tezkire, Kayseri Râşid Efendi Ktp., nr. 1160, vr. 50b.Ahdî, Gülşen-i Şuarâ, İÜ Ktp., TY, nr. 1604, vr. 44b-45a.Âşık Çelebi, Meşâirü’ş-şuarâ, vr. 53a-54b.Sâdıkī-i Kitâbdâr, Mecmau’l-havâs, İÜ Ktp., TY, nr. 4085, vr. 39a-b.Kınalızâde, Tezkire, s. 199-209.Beyânî, Tezkire, İÜ Ktp., TY, nr. 2568, vr. 16b.Riyâzî, Tezkire, İÜ Ktp., TY, nr. 6199, vr. 18b-20b.Kafzâde Fâizî, Zübdetü’l-eş‘âr, İÜ Ktp., TY, nr. 1646, vr. 9a-19a.Atâî, Zeyl-i Şekāik, s. 434-439.Hammer, GOD, II, 360.Gibb, HOP, III, 133-159.M. Fuad Köprülü, Bâkī (Türk Dünyası Gazetesi, sy. 1-7 ilâvesi), İstanbul 1335.a.mlf., “Bâkī, Hayatı ve Tabiatı”, YM, sy. 41-43 (1918).J. Rypka, Báqí als Ghazeldichter, Prague 1926.Ergun, Türk Şairleri, II, 697-721.Tâhir Olgun, Bâkî’ye Dair, İstanbul 1938.A. Bombaci, Storia Della Letteratura Turca, Milano 1963, s. 304-312.A. Hamdi Tanpınar, “Fuzulî ve Bâkî”, Edebiyat Üzerine Makaleler (haz. Zeynep Kerman), İstanbul 1969, s. 152-156.Banarlı, RTET, II, 582-597.Orhan Okay, “Bâkî’nin Kanunî Mersiyesine Dair”, Şükrü Elçin Armağanı, Ankara 1983, s. 235-240.Halûk İpekten, Bâkî, Erzurum 1988.Ali Nihat Tarlan, “Hayâlî - Bâkî”, TDED, sy. 1 (1946), s. 26-38.Faruk K. Timurtaş, “Bâkî’nin Kanunî Mersiyesinin Dil Bakımından İzahı”, a.e., XII (1963), s. 219-232.Orhan Şâik Gökyay, “Şâir Bâkî Gençliğinde Saraç Çıraklığı Yaptı mı?”, JTS, III (1979), s. 125-133.Sabahattin Küçük, “Bâkî’nin Medhiyeleri Üzerine”, MK, sy. 44 (1984), s. 48-52.a.mlf., “Çağdaşı ve Arkadaşı Nev’î’nin Gözüyle Şairler Sultanı Bâkî”, Beşinci Milletler Arası Türkoloji Kongresi. Tebliğler: Türk Edebiyatı, I, İstanbul 1985, s. 215-222.a.mlf., “Bâkî’nin Şiirlerinde Sosyal Hayatın İzleri”, TDA, sy. 59 (1989), s. 153-161.Fahir İz, “Bākī”, EI2 (Fr.), I, 985-986.Harun Tolasa, “Bâkî”, TDEA, 1976, I, 300-303. Gökyay, Orhan Şaik, "Şair Baki Gençliğinde Saraç Çıraklığı Yaptı mı?", Journal of Turkish Studies, 3. cilt, s. 125-133, Cambridge. İsen, M.; Macit, M.; Okuyucu, C.; Öztoprak, N.; Aksoyak, İ. H., XVI. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 2011

Etiketler: Baki Kimdir Hayatı Şiirleri Eserleri Vefatı | Mekteb-i Derviş

Not: HTML'e dönüştürülmez!
    Kötü           İyi
Benzer Konular