Mekteb-i Derviş | İslam

    İMAM-I AZAM EBU HANİFE KİMDİR? HAYATI, VEFATI, HANEFİ MEZHEBİ

    Milyonlarca Müslüman, 1300 yıldır Hanefî mezhebinin fetvalarıyla amel ediyor, işlerini İslâm’a uygun hale getiriyorlar. Bu mezhebin kurucusu ise herkesin “en büyük imam” olarak bildiği İmam-ı Âzam Ebu Hanife(r.a) hazretleri. 68 yıllık hayatını İslâm’ı öğrenip anlamaya ve öğretip anlatmaya adadı. Buna karşılık 13 asırdır duayla rahmetle anılıyor Müslümanlara ve insanlığa ışık oluyor ve kıyamete dek duayla rahmetle anılacaktır.

    Ailesi ve çocukluğu

    Asıl adı Numan b. Sabit Lakabı İmam-ı Azam, künyesi Ebu Hanife’dir, H.80.M. 699 senesinde Küfe’de doğup, H.150.M. 767 senesinde Bağdat’ta şehit edilmiştir. Babası Sabit b. Zuta(r.a),dır. Dedesi Zuta, Afganistan civarlarında yaşamış, Araplar'ın burayı fethetmeleriyle İslam dinini kabul etmiş ,Ali bin Ebu Talip zamanında Kâbil'den gelerek Kûfe'ye yerleşmiştir ve Hz. Ali’(r.a)ye ikramda bulunmuştu. İlim sahibi salih ve kıymetli bir zat olan babası Sabit, Hz. Ali(r.a) ile görüşmüş, kendisi, evladı ve zürriyeti için duasını almıştır. Onun oğlu olan Sabit ise Tirmiz, Nesa ve Enbar'da yaşamıştır. Daha sonra yerleştiği Kûfe'de kumaş ticaretiyle uğraşan varlıklı ve dindar bir kişiydi. Ebû Hanîfe'nin ailesi Horasan'ın ileri gelenlerinden bir zatın soyundan gelir ki ailesinin Arap olmadığı kesindir. Türk veya Fars olduğu şeklinde görüşler yaygındır. A.Hamdi Akseki Hoca ve birçok ilim adamı onun Türk asıllı bir ailenin çocuğu olduğunu kaydeder..

    Ebû Hanîfe ismi, Arapça "Hokka/Divit/Kalem Babası" anlamına gelmektedir. Bu ismin Arapça'daki gönülden tertemiz şekilde iman eden anlamındaki hanîf sözünden 'hanîflerin babası şeklinde onun öğrencileri tarafından kullanılmış olması muhtemel görünmektedir.]

    İmam-ı Azam(r.a)Hazretleri, ehl-i sünnetin en büyük âlimlerinden olup, Hanefi mezhebinin kurucusudur. Yaşadığı devirde fıkıh bilgilerini toplayarak yüzlerce talebe yetiştirmiştir. Sahip olduğu Derin ilmi, keskin zekâsı, aklı, zühdü, takvası, Hilmi, salahı ve cömertliği yüzlerce kitaplara yazılıp anlatılmıştır.  ilmi, keskin zekâsı ve takvasıyla tüm İslam âleminde benimsenmiştir. Günümüzde İslam âleminin büyük bir çoğunluğu Hanefi mezhebine bağlıdır. 

    Çok küçük yaşta Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Kıraati, ‘yedi kurra’dan biri olarak bilinen İmam Asım’dan aldı. Ailesi tarafından çok iyi eğitilen Ebu Hanife’nin gençlik yılları Ashab-ı Kiramın yanında geçmiştir. Böylece bizzat Peygamber (s.a.v)Efendimizi gören kişilerden çok sayıda hadis öğrenmiştir. Ehl-i sünnetin reisidir. Fıkıh bilgilerini, Ehl-i sünnet itikadını topladı. Yüzlerce talebesine öğretip, kitaplara geçirilmesine sebep oldu. Talebesi pek çok olup, büyük müctehidler, âlimler yetiştirdi. Ehl-i sünnetin yüzde sekseni Hanefi mezhebindedir. Müslümanlar tarafından kâğıt imali bunun zamanında başladı.

    Peygamber efendimizin vefatından yıllar sonra çeşitli batıl mezhepler ortaya çıkmaya başlamıştı. İşte böyle bir dönemde İmam-ı Azam dünyaya gelmiştir. O, hayata geldiğinde Ashab-ı Kiramdan çok az kişi kalmıştı. Bir hadis-i şerifte Ebu Hanife isminde bir zatın gelerek bid’atları yok edeceği belirtilmektedir. Gençliğinin ilk yıllarında Ashab-ı kiramdan Enes bin Malik(r.a)’i, Abdullah bin Ebi Evfa(r.a)’yı, Vasile bin Eska(r.a)’ı, Sehl bin Saide(r.a)’yi ve hicri 102’de en son Mekke’de vefat eden Ebu’t-Tufeyl Amir bin Vasile(r.a)’yi görmüştür. Bunlardan hadis dinlemiştir. 

    İmam-ı Azam’ın çocukluk yıllarında İslam âleminde Emeviler hüküm sürmektedir. Fakat mevcut yönetim kısmen Yezid çizgisinde yürümeye başlamıştır. O zaman Küfen, Irak’ın büyük şehirlerinden ve önemli ilim merkezlerindendi. Eski medeniyetlerin yatağı olan Irak’ta değişik dinlere ve sapık itikadlara mensup çeşitli kavimler yaşıyordu. Ayrıca itikadı bozuk olan Şia ve Mutezile burada ortaya çıkmış, çölde Hariciler türemişti. Diğer taraftan Ashab-ı kiramla görüşüp onlardan Ehl-i sünnet itikadını ve din bilgilerini nakleden Tabiinin büyükleri de orada bulunuyordu. Burada hükümet güçlerini ele geçirmek isteyen fırkalar arasında da çetin bir mücadele sürüp gidiyordu. İmam-ı a’zam böyle bir muhitte, ilk gençlik yıllarında babası gibi önce ticaretle meşgul olmaya başlamış,bir taraftan da âlimlerin meclisine gidip onları dinliyordu. Bu âlimler kargaşalıkları ve fitneleri ortadan kaldırmak için Ehl-i sünnet itikadını yayıyorlar ve sapık fırkalarla mücadele edip onların bozuk fikirlerini çürütüyorlardı. Kufe genellikle bu tip münazaralara sahne oluyor, hatta bu münazaralar meclislerden, çarşıya pazara taşıyordu. Henüz çok genç yaşta olan imam-ı azam da, ailesinden ve gittiği ilim meclislerinden aldığı din bilgileriyle bazen münazaralara katılıyor ve onun üstün kabiliyeti, keskin zekâsı, derin anlayışı ve çabuk kavrayışlılığı yüzünden okunuyordu. Daha ilme başlamadığı halde sapık fırkalara mensup olanlarla yaptığı münazaralarındaki ikna kabiliyeti ve üstün başarıları, zamanın büyük âlimlerinin dikkatini çekmişti. Onun bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler. O da bu tavsiyelere uyarak ilim öğrenmeye başladı. 

    DERS ALDIĞI HOCALARI

    Nu‘man b. Sabit, babasıyla on altı yaşında hacca gittiğinde orada Tabiinden Ata b. Ebi Rabah ile tanışarak ondan hadis dinlediği, rivayet edilir. Kendisi, tabiinden sayılır. Onun, gençliğinde cağının bütün düşünce akımlarını izlediği, ihtilafları çok iyi tespit ettiği zikredilmektedir. Fıkıhta karar kılıp selefin yolunu izlemeye başladıktan sonra geleneğe uyarak kendisine bir üstat âlim seçti. On sekiz yıl Irak’ın büyük fakihi Hammad b. Ebi Suleyman(v.120/737)’ın derslerine devam etti. Onun vekili oldu ve on yıllık öğrencilikten sonra kendi kursusunu açmak istediyse de, altmış kadar fetvasının kırkının Hammad tarafından tasvip edildiği ve yirmisinin düzeltildiğini görünce bundan vazgeçerek onun ölümüne kadar vekâletinde bulundu. Hocası Hammad b. Ebi Suleyman, İbrahim en-Nehai ve Şa’bi gibi iki büyük âlimden fıkıh okudu. Abdullah b. Mes’ud ve Hz. Ali’nin fıkhından faydalandı. Ebu Hanife’nin fıkhında daha ziyade İbrahim en-Nehai okulunun tesiri görülür. Dehlevi, “Hanefi fıkhının kaynağı, İbrahim Nehai’nin kavilleridir” der. Ayrıca Ebu Hanife, “istihsan” kullanmada tartışılmaz bir ilim elde etmiştir. Onun tacir olarak halkın günlük hayatıyla iç içe oluşu ve sık sık ilim merkezlerine seyahat edip birçok âlim ile düşünce alışverişinde bulunması, bu alandaki saygınlığını arttırmıştır. Hac seyahatlerinde Tabiin âlimlerinin ileri gelenleriyle görüşmüş, ilmi sohbetlerde bulunmuş, onlardan hadis dinlemiştir. ‘Ata b. Ebi Rabah, ‘Atiyye el-Avfi, Abdurrahman b. Hurmuz el-A‘rec, İkrime, Nafi‘, Katade bunlardan bazılarıdır. Kendisi şöyle der:“Hz. Ömer’in, Hz. Ali’nin, Abdullah b. Mes‘ud’un ve Abdullah b. Abbas’ın fıkhını onların ashabından aldım”( İbnu›l Esir, Usdu’l-Ğabe, III, 133.Ebu İshak eş-Şirazi (v.476) , Tabakatu’l-Fukaha, nşr. Şeyh Halil el-Meys, Beyrut ts., s.87; Ebu Zehra, Ebu Hanife, s.71 vd.Şa›rani, Abdulvehhab, et-Tabakatu’l-Kubra, I, 52-53.Uzunpostalcı, Mustafa “Ebu Hanife”, DİA, c.10, s.132 vd.Dihlevi, Şah Veliyullah, Huccetullah’il Baliğa, I/146. Zehebi, Ebu Abdillah Muhammed b. Osman, Menakibu’l-İmam Ebi Hanife ve Sahiheyni Ebi Yusuf ve Muhammed el-Hasen, nşr. Muhammed Zahid el-Kevseri-Ebu’lvefa el-Afgani, Beyrut 1408, s.20 vd.Ebu Zehra, Ebu Hanife, 44.)

    İlim öğrenmeye başlayışını kendisi şöyle anlatır: “Bir gün zamanın âlimlerinden Şabi’nin yanından geçiyordum, beni çağırdı ve bana; “Nereye devam ediyorsun?” dedi. Ben de; “Çarşıya, pazara!” dedim. “Maksadım o değil, âlimlerden kimin dersine devam ediyorsun?” dedi. “Hiçbirinin dersinde devamlı bulunamıyorum” dedim. “İlim ile uğraşmayı ve âlimler ile görüşmeyi sakın ihmal etme! Ben senin zeki, akıllı ve kabiliyetli bir genç olduğunu görüyorum” dedi. Onun bu sözü bende iyi bir tesir bıraktı. Çarşıyı, pazarı bırakıp, ilim yolunu tuttum. Allah’u Teâlâ’nın yardımı ile Şabi’nin sözünün bana çok faydası oldu.”

    İmam-ı Şabi(r.a)’nin tavsiyesinden sonra ilme sarılıp, ders halkalarına devam etmeye başladı. İmam-ı azam önce kelam ilmini, iman ve itikadı ve münazara bilgilerini Şabi’den öğrendi. Kısa zamanda bu ilimlerde parmakla gösterilecek bir dereceye ulaştı. Daha sonra Hammad bin Ebi Süleyman’ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmine başladı. Onun derslerini takip ederken huzurunda gayet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzakere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Numan’dan başka kimse oturmayacak derdi.

    İmam-ı Azamın(r.a) hocası Hammad, fıkıh ilmini İbrahim Nehai’den, bu da Alkame’den, Alkame de Abdullah bin Mesud’dan, bu da Peygamber(s.a.v) efendimizden öğrenmiştir. Hammad’ın derslerine yirmi sekiz yıl devam edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sırada fıkıhta tanınıp meşhur oldu. Hocası Hammad’ın dersine devam ettiği sırada sık sık Hicaz’a gidip Mekke ve Medine’de çoğu Tabiinden olan âlimler ile görüşür, onlardan hadis rivayeti dinler ve fıkıh müzakereleri yapardı. Ehl-i beytten Zeyd bin Ali’den, Muhammed Bakır’dan ilim öğrendi. Muhammed Bakır ona bakıp; “Ceddimin dinine ait hükümleri bozanlar çoğaldığı zaman sen onu canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola çevireceksin. Allah’u Teâlâ yardımcın olacak!” buyurmuştur. 

    İmam-ı A’zam(r.a), başta Ashab-ı kiramın büyüklerinin ilim silsilesinden olmak üzere dört bin kişiden ilim öğrenip, bütün ilimlerde ve üstünlüklerde en yüksek dereceye ulaşmıştır. İmam-ı Âzam’ın talebesi Züfer b. Hüzeyl şöyle demiştir: Önce kelâm ilmini ve münazara bilgilerini Ebu Amr eş-Şa’bî’den öğrendi. Kısa zamanda bu ilimlerde parmakla gösterilecek bir seviyeye ulaştı. Daha sonra Hammad b. Ebi Süleyman’ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmine başladım.” Fıkıh ilmine nasıl başladığını, talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: “Bu, Allah’u Teâlâ’nın Tevfik ve inayeti iledir. O’na daima hamd olsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Her birinden bir kısım okudum. Neticesini ve faydalarını düşündüm. Sonra fıkıh ilminde karar kıldım. Çünkü fıkıh ilminde âlimlerle bir arada bulunmak, istikamet, güzel ahlâk ve takva üzere olma imkânı mevcuttur. Aynı zamanda farzları işlemek, ibadet etmek, Rasulullah(s.a.v)’ın sünnetine uymak da fıkhı bilmeden mümkün olmaz. İmam-ı Azam(r.a)Hazretleri, dinini öğrenip öğretmekle geçirdiği hayatının elli iki yılını Emevîler yönetiminde, on sekiz yılını da Abbasîler devrinde yaşamıştır. Her iki dönemde de halife ve valilerin yaptıkları hatalara, zulümlere de karşı çıkmış, hakkı söylemekten asla geri durmamıştır. Hatta bu yüzden hapse atılıp işkence görmüştür. Diğer taraftan Ehl-i Sünnet itikadında olan insanları saptırmaya çalışan dinsizlerle ve sapık fırkalarla da mücadele etmiştir. 

    Ashab-ı kiramdan İbni Abbas(r.a)’ın ilmini, Mekke fakihi Ata bin Ebi Rebah(r.a)’tan ve İkrime(r.a)’den, Hz. Ömer(r.a) ve onun oğlu Abdullah(r.a)’tan nakledilen ilimleri azatlısı Nafi(r.a)’den öğrendi. Böylece, Ashab-ı kiramdan İbni Mesud(r.a) ve Hz. Ali(r.a)’den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü Tabiinden öğrendi.(İlmi kimden aldın?) diye sorulunca da, şu cevabı vermişti:“Hz. Ömer(r.a)’den ilim alanlar vasıtasıyla Hz.i Ömer(r.a)’den; Hz. Ali(r.a)’den ilim alanlar vasıtasıyla Hz. Ali(r.a)’den; Abdullah bin Mesud(r.a)’dan ilim alanlar vasıtasıyla da Abdullah bin Mesud(r.a)’dan aldım.” 

    Emeviler devrinin son yıllarında İmam-ı Azam(r.a) ilmiyle tanınmaya başlamıştır. Şöhreti her yere yayılıp zamanında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler, âlimler, üstün kimseler onu hep methetmiş, övmüştür.

    İşte o dönemde Irak Valisi İbn-i Hübeyre böyle bir zatı kendi rejiminde kullanmak istemiştir. Bu amaçla ona Küfe kadılığını teklif eder. Fakat İmam-ı Azam bu teklifi kesinlikle kabul etmez. Bu yüzden defalarca Emevilerin zulmüne maruz kalmıştır. Benzer durum Abbasiler devrinde de gerçekleşmiştir. Bunun üzerine hapsedilerek işkence yapıldı. Daha sonra serbest bırakılınca, hicri 130 (M. 747) yılında Mekke’ye gidip orada altı yıl kadar kaldı. Mekke’de de talebelere ders ve fetva vererek ilmi mütalaalar yaptı. Daha sonra Abbasilerin bir devlet haline gelip kuvvetlenmesinden sonra Kufe’ye döndü. Buradaki derslerine ömrünün son yıllarına kadar devam etti. Otuz yıllık müddet içinde verdiği derslerinde yetişen talebelerinin herbiri o zaman çok genişlemiş olan İslam dünyasının her tarafına yayılarak müftilik, müderrislik, kadılık gibi çeşitli vazifelerle büyük hizmetler yapmak suretiyle Peygamberimizin bildirdiği yol olan Ehl-i sünnet itikadını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gösterip saadete kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler.

    İBADET HAYATI

    İslamiyet’e göre, bilgi amel için elde edilir. Toplumun ileri gelenleri, özelliklede ilim adamları ve fakihler söyledikleriyle amel etmelidirler. Fıkıh ilmiyle meşgul olanlar söz, fetva ve içtihatlarıyla gündelik hayatlarında sergiledikleri davranışlar arasında tutarlılık bulunmasına özellikle dikkat etmelidir. Zira ulema ve fukaha,toplumun bir bakıma aynası durumundadır. Dolayısıyla fakihler topluma yon ve-ren, onları şekillendiren, davranışlarıyla diğer insanlara yol gösteren durumundadırlar. İmam Ebu Hanife’nin biyografisine yer veren bütün kaynaklar, onun düzenli ve yoğun bir ibadet hayatı olduğunda müttefiktirler. Hadis Hafızı Zehebi (v.748/1347),bu hususun tevatürle sabit olduğunu kaydeder. Hafız İbn Receb (v.795/1393) de unlu eseri Letaif’te selef-i salihin’in ibadet ve taatlerinden bahsederken ilmiyle amil olması bakımından İmam Ebu Hanife’den övgüyle bahseder. Hafız İbn Kesir(v.774/1372) de aynı yönde açıklama yapar. Yezid b. Kumeyt anlatıyor: “Bir gün İmam Ebu Hanife sahip olduğu dükkâna geldi. Orada çalışan bir çırak rengârenk kumaşları İmam’ın önüne açtı. Bu sırada (kumaşların çeşitliliğinden etkilenmiş olacak ki, içini çekerek) “Allah’ım senden cenneti istiyoruz!” dedi.

    Ebu Hanife bunu duyunca ağlamaya başladı, başını önüne eğdi, ardından derhal dükkânın kapatılmasını istedi. Hızlıca başını örttü (Sonra da evine gitti). Ertesi gün olunca ben yanına gittim. Bana: “Ey dostum, biz ne kadar cüretliyiz! Birimiz Allah’tan cenneti istiyor! Hâlbuki Yüce Allah cenneti kendisinden razı olduklarına vereceğini vaat etmiştir. Bizim gibiler de kalkıp ondan bizleri kolayca af etmesini istiyoruz!” diye hayıflandı. Çok ibadet ettiği yüzüne vururdu. İmam Cafer-i Sadık’ın oğlu Musa el-Kazım, bir defasında Ebu Hanife’nin yüzüne bakar, sen Numan olmalısın, der, O da, evet der, ben Numan’ım. Bunu nereden anladın? Diye sorar. O da: “Yüce Allah şöyle buyurmamış mıdır? Onlar, yüzlerindeki secde izleriyle tanınırlar!” (Bilgin, Vecdi, Fakih ve Toplum, İstanbul 2003, s.17 vd.Uveyza, Kamil M. Muhammed, el-İmam Ebu Hanife, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 1992, s.116 vd.İbn Hallikan, Şemsuddin (v.681/1282), Vefeyatu’l-A‘yan, thk. İhsan Abbas, Beyrut 1977, IV/107; Zehebi,Menakıb, s.20 vd.. İbn Receb, Zeynuddin Ebulferec (v.795/1393), Letaifu’l-Mearif fima Limevasimi’l-Ami mine’l-Vezaif, thk. YasinM. es-Sevvas, Beyrut 1996, s.180.İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, IX/413. vd.Zehebi, Menakıb, s.23.Mekki, Menakıb, s.232.)

    Ebu Hanife, Namaza Çok Önem Verirdi.

    İmam Ebu Hanife, sıradan halk bir âlimi nasıl değerlendiriyorsa, âlimin ona uygun davranmasını gerekli görmektedir. Onun bütün geceyi ibadetle geçirmeyi adet haline getirdiği olayı İmam Ebu Yusuf şöyle anlatıyor: “Bir keresinde Ebu Hanife ile birlikte yürüyorduk. Yanından geçtiğimiz gruptan birisi arkadaşına donup şöyle dedi: ‘Bu Ebu Hanife’dir, geceleri hiç uyumaz. Bunun üzerine Ebu Hanife bana dönerek: ‘Allah’a yemin ederim ki yapmadığım bir şey söylenmiyor’ dedi. Ebu Yusuf devamla “Kendisi namaz, tazarru ve dua ile bütün geceyi ihya ederdi” diye eklemiştir.

    Hizmetçisinin anlattığına göre, kendisini tanıdığından beri bir gece olsun yanını yere koymadığını söyler. Onun uyku zamanı yaz mevsiminde öğle ile ikindi arası, kış mevsiminde ise gecenin başlangıç bölümleri olduğunu belirtir. Nitekim Ebu’l-Cuveyriye şöyle demiştir: “Ebu Hanife ile altı ay beraber kaldım. Bir gece olsun yanını yere koyup uzandığını görmedim” İmam Ebu Hanife, çok namaz kılmasından, bu esnada çokça ayakta durmasından ötürü kendisine ‘el-veted’ ya da‘vetedu’l-leyl’ (gece kazığı-direği) denmişti.

    İmam Ahmed b. Hanbel (v.241/855)’in yanında birisi: “Eh, Ebu Hanife’nin de ilimde (şöyle böyle) bir yeri var!” şeklinde konuşmuştu. İmam Ahmed adamı azarlarcasına şöyle dedi: “Suphanallah! Bu nasıl söz. İlim, vera’, zuhd ve ahireti dünyaya tercihte onun mevkiine yetişen kimse olmamıştır”

    İmam Şafii’nin hocası Veki’ b. el-Cerrah (v.197/812) İmam Ebu Hanife’den daha güzel namaz kılan, ondan daha fakih birini hiç görmedim, demiş, onun namazdaki huşu una dikkat çekmiştir. Meşhur muhaddis ve fakih Sufyan b. ‘Uyeyne(v.198/814), “Bizim zamanımızda Mekke’ye Ebu Hanife’den daha fazla namaz kılan birisi gelmemiştir!” demiştir.

    Kırk yıl yatsı abdestiyle sabah namazı kılması meselesi:

    Şafii mezhebinin önde gelen otoritelerinden İbn Hacer el-Heytemi (v.973/1566),İmam Ebu Hanife’nin bu hasletinin yadırganacak bir durum olmadığını, hatta O’nun bu özelliğiyle komşularını bile derinden etkilediğini belirtir. Öte yandan bu yöndeki haberlerin tevatür derecesine ulaştığını, bu haberlerin sahih kaynaklarda yer aldığını soyler. Abdulhayy el-Luknevi (v.1304/1886) de bu konudaki rivayetleri toplamış, bu hasletin sadece ona has bir özellik olmayıp, bu sıfatıyla meşhur birçok selef âlim ve fakihinin bulunduğunu söylemiştir .( Heysemi, el-Hayratu’l-Hısan, s.40. Ebu Nuaym, Musned-i Ebi Hanife, s.21;Nevevi, Tehzibu’l-Esma ve’l-Luğat, II/220; Vasıti, Mecmau’l-Ahbab, III/338.339. İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, IX/413; Heysemi, el-Hayratu’l-Hısan, s.40. Zehebi, Menakıp, s 21-22-43.)

    İlim ölmesin diye 

    İmam-ı Âzam (r.a)devrinin seçkin âlimlerinin pek çoğuyla görüşüp ders almış olsa da, asıl hocası Hammad b. Ebi Süleyman(r.a)’dır. “Benim yanımda ders halkasının başına Numan’dan başka kimse oturmayacak” derdi Hocası Hammad (r.a)vefat ettiğinde İmam-ı Âzam(r.a) kırk yaşında idi. Talebeleri, arkadaşları ve halkın ileri gelenleri ondan hocasının yerine geçmesini istediler. “İlmin ölmesini istemem!” deyip talebe yetiştirmeye ve halkın meselelerini çözmeye başladı. İlmin ölmesini istemem!” buyurup, ilim kürsüsüne oturdu. Hocası Hammad’ın yerine müftü oldu ve talebe yetiştirmeye başladı.İmam-ı  A’zam, hocası Hammad’ın yerine geçince, ilmi, vakarı, üstün tevazuu, takvası, tatlı sözleri ve güler yüzüyle herkes tarafından sevilen ve dini meselelerde insanların bütün müşkillerini çözen yegane müracaat kaynağı oldu. Irak, Horasan, Harezm, Türkistan, Tuharistan, Faris diyarı (İran), Hind, Yemen ve Arabistan’ın her tarafından kitleler halinde gelen talebeler, fetva isteyenler ve dinleyicilerle etrafı dolup taşıyordu.

    Her gün sabah namazından öğleye kadar halkın sorularını cevaplandırır, öğle vakti bir miktar uyur, ardından yatsı namazına kadar talebelerine ders verirdi. Sonra evine gidip biraz istirahat eder ve tekrar camiye gelip sabaha kadar ibadet ederdi. 

    Sorulara cevap vermeden önce mesele açık olarak müzakere edilir, talebeleri meseleyi çözmeye çalışırdı. Meselenin müzakeresi bittikten sonra kendisi yeniden ele alıp gerekli incelemeleri yapar ve cevaplandırır, fetvayı bizzat söylemek suretiyle talebelerine yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kaideleri haline gelmiştir. Talebeleri ve ilim meclisinde bulunanlar fıkhî bir mesele sonuca ulaştırılınca şükür için tekbir getirirlerdi. Kûfe mescidi tekbir sadalarıyla dolardı. 

    İmam-ı Azam (r.a)ticaretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi kazancından karşılardı. Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların ilimde iyi yetişmeleri için büyük titizlik gösterir, mükemmel bir usul yürütürdü.. Talebelerini o kadar mükemmel yetiştirmişti ki, başkalarının uzun zamanda buldukları hükümleri onlar kısa zamanda bulurdu Bir taraftan fıkhın eski hadiselere ait bilinen hükümleri takrir edilir (anlatılır) ve müzakere yapılır, diğer taraftan yeni hadiselere ait hükümler bulunurdu. Geçmiş ve yaşanmakta olan hadiselerin hükümleri takrir edilirken, bunlara benzeyen veya aynı cinsten olup da gelecekte vuku bulabilecek hadiselere ait hükümler de araştırılıp bulunurdu. Dolayısıyla imam-ı Azamın derslerinde geçmiş ve yaşanmakta olan halin meselelerinden başka, geleceğe ait meselelere geçilmiş ve fıkhın külli (genel) kaideleri tespit edilmiştir.

    Onun ders usulünü ve talebelerini görmek için gelen, aralarında Tabiinin büyüklerinin de bulunduğu ilmi bir heyet onların bu üstünlüğünü, başarısını görerek büyük bir memnuniyetle ayrılmışlardır. Talebelerine; “Sizler benim kalbimin sevinci, hüznümün tesellisisiniz” buyururdu.

    Yaklaşımı ve içtihat usulü

    İmam-ı A’zam(r.a)., karşılaştığı olaylar ve sorularla ilgili olarak sayısız ictihadda bulunmuştur. Bu durum karşısında bazılarının “ayet ve hadisle amel etmeyip sadece kıyasla içtihat ediyor” şeklindeki ithamlarıyla karşılaşmıştır. İmam-ı  A’zam buna karşı kendisini şöyle savunmuştur: “Biz önce Allah’ın Kitabı’nda olanı alırız. Onda bulamazsak Hz. Peygamber’in Sünneti ’ne bakarız. Orada da bulamazsak Ashab’ın ittifak ettiğini benimseriz, ihtilaf etmişlerse aralarından istediğimizi seçeriz. Başkalarının görüşlerini onlara tercih etmeyiz.” İlmini nerden aldın diye soranlara da: “Hz. Ömer(r.a)’den ilim alanlar vasıtasıyla Hz. Ömer(r.a)’den, Hz. Ali(r.a)’den ilim alanlar vasıtasıyla Hz. Ali(r.a)’den, Abdullah b. Mesut(r.a)’dan ilim alanlar vasıtasıyla da Abdullah b. Mesut(r.a)’dan aldım.” buyurmuştur.)İmam-ı Azam (r.a)kıyas metodunu da sıkça kullanmıştır. Çünkü bulunduğu ortam, pek çok olayın meydana geldiği ve çözümün arandığı bir bölgedir. İmam-ı A’zam’ın içtihat metodu, yetiştirdiği talebelerin verdikleri fetvalardan da anlaşılmaktadır. Otuz yıllık müddet içinde verdiği derslerinde yetişen talebelerinin herbiri o zaman çok genişlemiş olan İslam dünyasının her tarafına yayılarak  müftülük, müderrislik, kadılık gibi çeşitli görevlerde bulunup büyük hizmetler yapmak suretiyle Peygamber (s.a.v)Efendimizin bildirdiği yol olan Ehl-i sünnet itikadını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gösterip saadete kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler.Başta gelen talebeleri; İmam-ı Ebu Yusuf ismiyle meşhur Yakub bin İbrahim, Muhammed Şeybani, Züfer bin Hüzeyl, Hasan bin Ziyad, oğlu Hammad, Davud-i Tai, Esad bin Amr, Afiyat bin Yezid el-Advi, Kasım bin Ma’an, Ali bin Müshir, Hibban bin Ali (rahmetullah aleyhim ecmaiyn)gibi âlimlerdir.

    İmam-ı Azam (r.a)meselelerin inceliklerini görür, onları kolayca anlardı. Ayrıca halkın uygulamalarını da göz önünde bulundurur, dinin temel ilke ve esaslarına aykırı olmadığı sürece bunları delil olarak görürdü. Asla zorluk taraftarı değildi. 

    İslâm âlimleri, İmam-ı A’zam’ı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve evliyayı da bu ağacın dallarına benzetmişler, onun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bazı yönleriyle üstünlüğe erdiklerini belirtmişlerdir.

    İmam-ı Azam hazretlerinin ders halkasında çözülen fiili ve nazari fıkhi meselelerin sayısı altıyüzbini aşmıştır. Bunların içinde, fıkıh ilminin anlaşılmasına yarayan sarf, nahv ve hesaba (fen ilimlerine) ait öyle ince meseleler de vardır ki, onların meydana çıkarılması ve çözülmesinde Arap dilinin ve cebir ilminin mütehassısları dahi aciz kalmışlar, hayranlıklarını ifade etmişlerdir. Çözülen fıkhi meseleler cinslerine göre kısımlara (kitaplara), kısımlar da çeşitlerine göre bab ve fasıllara ayrılmıştır. Başta taharet bahsiyle ibadetler, münakehat, muamelat, hudud (had cezaları), ukubat, sulh, cihad ve devletler hukuku, feraiz, yani miras hukuku olmak üzere sıralanarak fıkıh düzenlenmiştir.

    İmam-ı Azam(r.a) hazretleri, fıkhı; Leh ve aleyhte olanı bilmek, tanımak diye tarif etmiştir. Bu tarife göre fıkhı tespit etmek için, Edille-i şeriyyeye başvururdu. Bunlar Kitap, yani Kur’an-ı kerim, Sünnet (Peygamber efendimizin sözleri, fiilleri ve takrirleri), İcma-ı Ümmet (Ashab-ı kiramın bir mesele hakkındaki sözbirliği) ve Kıyas-ı Fukaha (hükmü verilmiş meselelere benzeterek bir başka meseleyi hükme bağlamak)dır. İmam-ı A’zam, az ve öz konuşan, vakar ve tefekkür sahibi bir insandı. Dünya sevgisinden uzak, ahirete özlem duyan, çok zeki, yüksek ilim sahibi bir müçtehit âlimdi. Ebu Hanife(r.a)’nin oluşturduğu esaslar, talebelerine verdiği derslerle fetva istemeye gelen halka verdiği cevaplardan teşekkül etmiştir. Derslerinde öncelikle bir mesele ortaya atılır, talebeleri sırayla görüş bildirir ve son olarak İmam-ı Azam İslami tekniklerle karara ulaşılmasını sağlar ve kararı yazdırırdı. Herhangi bir fıkıh meselesinin işlenmesinde öncelikle Kur’an-ı Kerim’e başvurur; daha sonra hadis-i şeriflere bakardı. Eğer konuyla ilgili Kur’an’da ve sünnette delil bulunmazsa İcma-i Ümmet (Ashab-ı Kiram’ın bir mesele hakkındaki sözbirliği)’ne bakardı. Mesele bu şekilde de çözüme kavuşmazsa kıyas yöntemine başvururdu. Tedvin ettiği fıkıh (hukuk) bilgileri ile Müslümanların ibadetlerinde ve diğer işlerinde İslamiyet’e doğru bir şekilde uymak için takip edecekleri bir yolu gösterdi ve bu yola “Hanefi Mezhebi” denildi.

    Böylece imam-ı A’zam(r.a), fıkıh ilmini ilk defa kollara ayırıp her branşın bilgilerini ayrı ayrı toplamış, usuller koymuş, Feraiz ve Şurut kitaplarını yazmıştır. Ayrıca Ashab-ı kiramın, Peygamber(s.a.v) Efendimizden naklen bildirdiği iman, itikad bilgilerini de toplayıp yüzlerce talebesine bildirdi. İlmi Kelam, yani iman bilgileri mütehassısları yetiştirdi. İmam-ı Matüridi(r.a) ondan gelen kelam bilgilerini kitaplara yazdı. Yetiştirdiği talebelerin sayısı dört bine ulaşmış olup, bunlardan yedi yüz otuzu ilimde iyice yükselmiş, içlerinden kırk kadarı ictihad derecesine çıkmıştır. Bazı müellifler onun derslerinde yetişen talebelerinin isim ve künyelerini, mensup oldukları şehirlerini tespit edip, yazmışlardır.

    İmam-ı A’zam Ebu Hanife(r.a) Hazretleri`nin Yaşadığı devrin özellikleri

    İmam-ı Azamın(r.a) yaşadığı devir, Emeviler ve Abbasiler zamanına isabet etmektedir. Ömrünün elli iki yılını Emeviler, on sekiz yılını da Abbasiler devrinde geçirdi. Emevi devletinin son bulup, Abbasi devletinin kuruluşuna ve bu arada vuku bulan çeşitli hadiselere şahit oldu. Bütün hadiseler içerisinde İmam-ı A’zam(r.a), bir taraftan dini öğrendi ve öğretti. Diğer taraftan da, Ehl-i sünnet itikadında olan insanları, imandan ayırmaya çalışan ve kendilerine “Dehriyyun” denilen dinsizlerle ve sapık fırkalarla mücadele etti. Bunların başında Şii, Harici, Mürcie, Mutezile, Cebriyye gibi fırkalar gelmekteydi. Bu fırkaların her biri ile yaptığı münazaralarda onları kesin delillerle susturuyordu. Hatta ders verdiği sırada bile, ellerinde kılıçlarıyla yanına girip münazara edenler, aldıkları ikna edici cevaplar karşısında, ya doğru yola giriyorlar veya verecek cevap bulamayınca perişan bir halde çekip gidiyorlardı.

    Şahsiyeti ve büyüklüğü

    İmam-ı Azam(r.a), Cenab-ı Hakk’ın rızasından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslamiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, taviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve fetvalarına herhangi bir siyasi düşünce ve güç, nefsani arzu ve menfaat, şahsi dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar asla girmemiştir.

    İmam-ı Azam Ebu Hanife (r.a)nefsine tam olarak hâkimdi. Lüzumsuz şeylerle asla uğraşmazdı. Ancak kendisi gibi büyük İslam âlimlerinde görülen heybet, vakar ve ahlak-ı hamide (yüksek İslam ahlakı) ile her halükarda insanların kurtuluşu için çırpınırdı. Muarızlarına bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükûnetle davranır, asla heyecan ve telaşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firaset sahibiydi. Bu haliyle insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi.

    Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekâsı, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhakemesi, muhabbeti ve cazibesi ile karşılaştığı herkese tesir eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkiki gerektiren bazı meseleleri, derin bir mütalaadan sonra, böyle olmayanları ise anında ve olayın açık misalleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muarızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak ikna ederdi. Bu hususta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur. 

    Hâsılı İmam-ı Azam Ebu Hanife, İslamiyet’in, Müslümanlardan doğru bir itikat (Ehl-i sünnet itikadı), doğru bir amel ve güzel bir ahlak istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefatından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün Müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.

    İmam-ı Azam, İslam dinine yaptığı bütün bu hizmetleriyle İslamiyeti iman, amel ve ahlak esasları olarak bir bütün halinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, Müslümanları çeşitli fitneler ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslam dinini yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrana uğratmış, önce itikadda birlik ve beraberliği sağlamış; ibadetlerde, günlük işlerde Allahü teâlânın rızasına uygun bir hareket tarzının esaslarını  ve şeklini tesbit etmiştir. Böylece, ikinci hicri asrın müceddidi (dinin yeniden yayıcısı) ünvanını almıştır.

    Kadılık Makamını Kabul etmemesi

    İmam-ı Azam’ın Okulu adeta bir istişare ve diyalog merkeziydi. Yaşadığı dönemde gerek Emevi, gerekse Abbasi yönetimini Ehl-i Beyt’e saygı göstermemeleri nedeniyle ilim meclislerinde eleştirmiştir. Sırf bu yüzden onu etkisine almak isteyen bazı hükümdarlar ona kadılık makamını teklif etmişlerdir; fakat kendisi tüm bu teklifleri reddetmiştir.

    Nitekim Abbasiler döneminde Halife Mansur, İmam-ı A’zam’a kaza makamını teklif etmiştir. Abbasi halifesi her şeyi emrine almasına rağmen, İmam-ı Azam’ın bu teklifi reddetmesine tahammül edememiştir. Bir gün İmam-ı Azam’ı yine saraya çağırarak kendisine aynı teklifte bulunmuştur. Çeşitli kaynaklara göre olay şöyle gerçekleşmiştir.

    Halife her zamanki gibi teklifte bulunur: Ya Ebu Hanife, kaza makamını kabul etmemekte hala ısrar ediyor musun? Evet, O halde ben de kabul ettirmekte ısrar ediyorum.

    Siz bu emaneti ancak Allah’tan korkan ve nefsinden emin olan birine havale edebilirsiniz. İşte o kişi sensin! Hayır, bu işe layık değilim. Kendimden ve nefsimden emin değilim. Halife çok kızgın bir şekilde: Yalan söylüyorsun, diye bağırır. Fakat İmam-ı Azam, keskin zekâsı sayesinde şu sözlerle cevap verir: Yalan söylüyorsam bu göreve demek ki layık değilim. Doğru söylüyorsam bu makama layık olmadığımı kabul edin. Halife, İmam-ı Azam’ın bu dâhiyane sözleri karşısında çıkmaza düşerek emir verir: Alın bu adamı, bana boyun eğene kadar zindana atın!

    İmam-ı Azam, sırf devlet zoru altında dinin emirlerine aykırı kararlar vermemek için bu makamı reddetmiştir. Fakat kendisine aylarca zindanlarda eziyet edilmiştir. Büyük âlim, zindanda türlü işkenceler ve kamçılar altında ruhunu Hicri takvime göre 150 yılında Allah’a teslim etmiştir. İslam âlimleri “Yüz elli senesinde dünyanın ziyneti gider.” hadis-i şerifinin o tarihte vefat eden İmam-ı Azam için söylenmiş olduğunu tasdik etmektedirler.

    İMAM-I AZAM(R.A)'IN DUALARI

    İmam-ı Â‟zam Hazretlerinin gece gündüz dilinden düşürmediği rivayet edilen meşhur tesbih duası şöyledir: “Subhâne‟l-ebediyyi‟l-ebed. Subhâne‟l-vâhidi‟l-ehad. Subhâne‟l-ferdi‟s-samed. Subhâne râfi‟s-semâi bi-gayri amed. Subhâne men beseta‟l-arda alâ mâin cemed. Subhâne men haleka‟l-halka fe-ahsâhüm aded. Subhâne men kaseme‟l-erzâka ve lem yense ehad. Subhânellezi lem yettehiz sâhibeten, vela veleden. Subhânellezi lem yelid ve lem yûled ve lem yeküllehû küfüven ehad. Subhâne men yerânî ve ya‟rifü mekânî ve yerzukunî velâ yensânî… “

    “Ebed ve ebedî olan Allah‟ı tesbih ederim. Bir ve tek olan Allah‟ı tesbih ederim. Tek ve herşey kendisine muhtaç olan Allah‟ı tesbih ederim. Semayı direksiz yükselten Allah‟ı tesbih ederim. Yeryüzünü donmuş su üzerine yayan Allah‟ı tesbih ederim. Mahlûkatı yaratan ve onları çeşitlendiren Allah‟ı tesbih ederim. Rızkı taksim eden, hiçbir canlıyı unutmayan Allah‟ı tesbih ederim. Eş ve çocuk edinmeyen Allah‟ı tesbih ederim. Doğurmamış, doğrulmamış ve hiçbir şey de kendisine denk olmayan Allah‟ı teşbih ederim.”

    VEFATI

    Ömrünün son yıllarında Abbasi devleti içinde karışıklıklar ve ayaklanmalar baş gösterdi. İmam-ı A’zam (r.a) bu karışıklıklara rağmen ders veriyor, talebelerini yetiştiriyordu. H. 145 yıllarında vuku bulan hadiselerden sonra Halife Mansur, onu Kufe’den Bağdad’a getirterek, kendisinin haklı olarak halife olduğunu herkese bildirmesini, buna karşılık temyiz reisliğini verdiğini bildirdi. İmam-ı A’zam(r.a) bütün zorlamalara rağmen hükümet ve siyaset işlerine asla karışmayıp ilim yolunda kalmak istediğinden bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine Halife Mansur, İmam-ı A’zamı hapsettirip işkence yaptırdı. Bir müddet sonra çıkardı ise de, tekrar hapse attırdı ve işkenceye devam ettirdi. Hergün vurulacak sopa adedini arttırdı. Fakat halkın galeyana gelip hücum etmesinden korktu. Nihayet İmam-ı A’zam(r.a) zehirlenmek suretiyle,767 (H. 150) senesinde, yetmiş yaşındayken şehid edildi.

    Vefat ettiği yerde Kur’an-ı kerimi yedi bin kere hatim etmişti. Vefat ederken secde etti. Vefat haberi duyulduğu her yerde büyük üzüntü ve gözyaşıyla karşılandı. Cenazesini Bağdat kadısı Hasan bin Ammare yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: “Allah’u Teâlâ sana rahmet eylesin! Otuz senedir gündüzleri oruç tuttun. Kırk sene gece sırtını yatağa koyup uyumadın. En fakihimiz sendin! İçimizde en çok ibadet edenimiz sendin! En iyi sıfatları kendinde toplayan sen idin!”

    Cenazesinin kaldırılacağı sırada Bağdat halkı oraya toplanıp o kadar büyük kalabalık olmuştu ki, cenaze namazını kılanlar elli bin kişiden fazlaydı. Gelenler çok kalabalık olduğundan ikindiye kadar altı defa cenaze namazı kılındı. Sonuncusunu oğlu Hammad kıldırmıştı. Bağdat’ta, Hayzeran Kabristanının doğusunda defnedildi. İnsanlar günlerce kabrinin başında toplanıp ona dua ettiler. Vefatından dolayı çok üzüldüler. Büyük âlimlerden Şu’be’ye vefat haberi ulaşınca; “İlim ışığı söndü, ebediyyen onun gibisini bulamazlar.” dedi. 

    İslâm âlimleri, “Yüz elli yılında dünyanın ziyneti gider.” hadis-i şerifinin de İmam A’zam(r.a)’a işaret ettiğini bildirmişlerdir.Çünkü o tarihte İmam-ı A’zam(r.a) gibi bir büyük vefat etmemişti.Vefatından sonra çok kimseler onu rüyasında görerek ve kabrini ziyaret ederek, onun şanının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmam-ı Şafii(r.a)buyurdu ki: “Ebu Hanife ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyaret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyacım olunca iki rekât namaz kılıp, Ebu Hanife(r.a)’nin kabrine gelerek onun yanında Allah’u  Teâlâya dua ediyorum ve duam hemen kabul olup isteklerime kavuşurum.”

    Vefatıyla ilgili bilgiler ne kadar farklı olursa olsun.Zulme,haksızlığa,rıza göstermeyen dünya malı,makamı,için yalakalık etmeyen dininden,imanından Resulullah(s.a.v)ın şeriatından taviz vermeyen bu yiğit,şehit cennet mekan Allah dostu. Halife Mansur’un kadılık teklifini kabul etmeyince kırbaçlandığı ve hapse atıldığı kaynaklarda geçmektedir. Bazı kaynaklarda hapisteyken gördüğü işkence sonucu güçsüz düştüğü ve vefat ettiği bildirilmektedir. İmam-ı A’zam(r.a)’ın hapisten çıktıktan sonra zehirlenerek öldürüldüğü hakkında da rivayetler vardır.

    Abbasi devletini yıkan Moğollar Bağdat istilasında Cengiz hanın oğlu Hülagunun askerleri tarafından İmam-ı A’zamın kabri ve camiside nasibini almış diğer cami ve türbeler gibi tahrib edilmiş yağmalanmıştır.

    İmam-ı Azam Ebû Hanife(r.a) Külliyesi Irak başkenti Bağdat'ın, Azamiye semtindedir. İmam-ı Azam Ebû Hanife(r.a)’nin ilk kabri 767 yılında kerpiçten yapılmıştır. Selçuklu döneminde büyük ilgi gören İmam-ı A’zamın kabri üzerine Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebu Sa’d-i Harezmî 1067 yılında “Selçuklu tarzı kubbe” ile örtülü bir türbe, yanına da bir medrese yaptırdı. 1508’de Şah İsmail’in istilâsı sırasında yeniden tahrip edilen İmam-ı Azam(r.a) türbesi ile medrese, Osmanlı Devleti tarafından,1534 yılında Kanunî Sultan Süleyman ın emriyle Mimar Sinan’a yeniden yaptırılmıştır. Cami, türbe, imaret, medrese, ribat ve hamamdan meydana gelen külliye ile Azamiye mahallesinin etrafı surlarla çevrilerek kale haline getirilmiştir. Şah Abbas’ın 1623-1638 yılları arasında tahrip ettiği külliye ise Sultan IV. Murad’ın 1639 Bağdat seferi sırasında esaslı bir şekilde elden geçirilmiştir. 1669 yılında vezir Defterdar Mehmed Paşa cami revaklarını; 1674’de Sultan IV. Mehmed harim kubbesini tamir ettirmişlerdir.

    Cami-türbe ile medrese arasındaki bahçe Vali Ömer Paşa tarafından 1679; külliyenin dökülen süslemeleri ile minarenin altın kaplamalı külâhı Süleyman Paşa tarafından 1802’de yaptırılmıştır. Harim, 1816’da Davud Paşa; Türbe 1839’da Sultan Abdülmecid; külliyenin tamamı ve surlar, 1871 yılında Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan tarafından tamir ettirilmiştir. Sultan II. Abdülhamid 1903-1910 yılları arasında, camiin güneyinde sur duvarlarına bitişik iki katlı talebe hücreleri ile daha sonra ilkokul haline getirilen düşkünler evini inşa ettirmiş, çinileri yeniletmiştir.

    Irak dairesi zamanında, 1935 ve 1937 yıllarında kısmen tamir edilen külliyenin iç aksamından kemerler, kubbe geçişleri ve pencere alınlıkları ile minber, mihrab gibi teşkilâtın çinileri sökülmüş, kemerler atnalı kemer şekline dönüştürülerek Endülüs Emevi tarzı bir üslûpta süslenmiştir. Külliyeyi çeviren sur duvarları, medrese ve avlu etrafındaki diğer yapılar yıkılarak, yerine modern binalarla camiin batısına yeni bir harim eklenmiştir. Bugün İmam'ın Azam'ın kabri üzerindeki sanduka külliye merkezindeki camiin içerisinde yer almaktadır. Sandukası üzerinde yazılmış olan kuşak yazı şeklindeki ayet çok anlamlıdır:"Kulları arasında Allah'tan en çok korkanlar O'nun âlim kullarıdır."

    Osmanlı sultanları buraları imar ve ihya etmiş birçok vakıf ve akar bağlamıştır. Allah-u Tealâ ona rahmet, bizi de şefaatine mazhar eylesin. Âmin


Etiketler: İmam-ı A’zam Ebu Hanife Kimdir, Hayatı, Vefatı, Henefi Mezhebi, hanefi mezhebi, mezhep imamları, mezhepler, imamı azam kimdir, ebu hanife kimdir | Mekteb-i Derviş

Not: HTML'e dönüştürülmez!
    Kötü           İyi
Benzer Konular