Mekteb-i Derviş | İslam

    İMAM-I EŞARİ (R.A.) KİMDİR? HAYATI, ESERLERİ, VEFATI

   Elhamdulillâhi Rabbil âlemin Vessalâtü vesselâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve eshâbihi ecmeîn.

    Aziz Kardeşlerim!

    Ehl-i sünnetin iki itikad imamından birisi de İmam-ı Eşari (r.a) Hazretleridir. İsmi, Ali bin İsmail’dir. Künyesi Ebu'l-Hasan, lakâbı ise, Nâsiru'd-dîn'dir. 260 veya 266 (m. 879) senesinde Basra'da doğdu. Eş'ârî'nin doğum tarihinde ihtilaflar olduğu gibi vefat tarihinde de bir takım ihtilaflar vardır. Tercih edilen görüşe göre O, (324/936-37) yılında Bağdat'ta vefat etmiş, Basra kapısı ile Kerh arasındaki kabristana defnedilmiştir. Soyu, Ashab-ı kiramdan büyük bir sahabe Ebu Musel Eşari(r.a) dayanmakta olup, şeceresi şöyledir: Ali bin İsmail bin İshak bin Sâlim bin İsmail bin Abdullah bin Musa bin Bilal bin Ebi Bürde bin Ebu Müsel-Eşari'dir.

    İmam Eş’arî, İmam Şafiî rh.a.’in öğrencileri zincirinde bulunmaktadır. Şafii, Maliki ve Hanbeli mezhebi mensuplarının itikadi meselelerde İmamı, Ebu’l-Hasen el-Eşari’dir

    Eş'ari'nin hayatını, doğumundan on yaşına kadar, on yaşından Mu'tezile mezhebinden ayrıldığı zamana kadar ve bundan sonraki hayatı olmak üzere üç devrede incelemek mümkündür.

    1. Doğumundan on yaşına kadar olan dönem: Bu dönem O'nun çocukluk ve ilk tahsilini tamamladığı dönemdir ki, çeşitli ilimleri tahsil etmiş ve daha ziyade babasının ahlakı ve ilmî terbiyesinde bulunmuştur.

    2. On yaşından Mu'tezile mezhebinden ayrılmasına kadar olan dönem: Otuz yıllık bir dönemi kapsayan bu dönem O'nun, üvey babası Ebû Ali el-Cubbâî (302/914-15) ile ilmî yakınlığı bulunduğu dönemdir. O Kelâm ilmini de Cubbâî'den öğrenmiştir. Fıkıh'ta Hanefi ve Şafi olan Eş'ârî, itikatta hocasının tesiriyle koyu bir Mu'tezile mezhebi savunucusu olmuştur. İmam-ı Eşari, üvey babası ile mutezile kelamcılarından olan Ebu Ali Cübbai'nin talebesi olduğundan, bu bozuk yol üzerine yetiştirilmişti. 40 yaşına kadar mutezile fırkasında bulundu. Bu fırkanın meşhurlarından oldu. Hicrî 300 tarihinde O'nun Mu'tezile'den ayrılarak, Ehl-i Sünnet akîdesine bağlandığı bilinmektedir. 40 yaşından sonra, Ramazan-ı şerifte Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’i üç defa rüyasında görüp Ehl-i Sünnet’in başarısı için çalışma emri almasıdır. Diğer bir sebep de, hocası Cübbaî ile arasında geçen “üç kardeş meselesi”ne ait tartışmadır. Bu bozuk yoldan dönüp, ehlisünnet itikadına girdi.

    Bu rüyasından sonra onbeş gün evinden çıkmadı. Meseleleri derinlemesine inceleyip, gözden geçirdi. Sonra Basra Camii'ne gidip, kürsüye çıktı. O sırada mutezile bozuk yolunun meşhur ve kuvvetli âlimlerinden sayılan ve böyle bilinen imam-ı Eşari, kürsüden cemaate şöyle hitap edip: "Ey insanlar, Beni tanıyanlar, beni tanıyorlar. Tanımayanlara da ben kendimi tanıtıyorum. Ben falan oğlu falanım. Çoktan beri size görünmez oldum. Dikkatle düşündüm. İnsafla inceledim. Yanımdaki delilleri gözden geçirdim. Tercih hususunda zorlandım. Ben, Kur'an'ın yaratılmış olduğunu, Allah'ın gözlerle görülemeyeceğini, kötü fiilleri kendimizin yaptığını söylüyordum. Ben bunlardan tövbe ediyor ve bu fikirlerden vazgeçiyorum. Ey İnsanlar, ben bu süre zarfında evime kapandım ve bu fikirlerle ilgili delilleri düşündüm. Onların hiç birisi bana tercih sebebi olarak uygun gelmedi. Yüce Allah'tan bana hidayet etmesini istedim. Sonunda Allah’u Teâlâ beni hidayete, kavuşturdu. Bunun üzerine, şu elbiseden soyunduğum gibi, bütün içinde bulunduğum fikirlerden soyunuyorum. Mutezile yoluna ait itikatlarımın hepsinden vazgeçip, kurtuldum" diyerek, Ehl-i sünnet itikadına girdiğini herkese ilan etti.

    3. Kırk yaşından ölümüne kadar olan dönem: Mu'tezile mezhebinden ayrılıp, selef akidesi üzere geri kalan hayatını devam ettiren Eş'ârî, yaklaşık yirmi beş yıllık bu süre zarfında, bol bol eser telif etmiş ve selef akidesini müdafaa ile geri kalan ömrünü geçirmiştir. Ehl-i Sünnet adına üslendiği müdafaa ile büyük taraftar kazanmış ve kendisinden sonra daha da gelişecek olan Eş'ariyye ekolünün kurucusu ve temsilcisi olmuştur. Zaten bir görüşe göre Eş'ariyye mezhebi, Mu'tezile'ye antitez olarak doğmuştur. İlme olduğu kadar zühd ve takvâya da bağlılığı ile bilinen Eş'ârî, Subkî'nin rivayetine göre yirmi yıl yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kılmıştır. (Subkî, Tabakâtu's-Safiyye, 2/248).

    Önceden mutezile yolu üzere yazdıklarını ve bildirdiklerini iptal etmiş, Ehl-i sünnet itikadı üzere kitaplar yazıp, dağıtmış, ömrünün sonuna kadar bu doğru itikadın yayılması için uğraştı. 

    Ebu'l-Haseni Eşari hazretlerinin Ehl-i sünnet mezhebine geçmesi ile, kelam ilmi, mutezilenin elinden kurtulmuş oldu. Onların elinde tehlikeli ve zararlı iken, doğru yolda gidenlere rehber oldu. Onun Ehl-i sünnete geçmesi, Ehl-i sünnet itikadının yayılmasında büyük bir zafer olmuştur. O zaman tesirli ve zararlı olan mutezile yolu mensupları, imam-ı Eşari hazretleri tarafından susturulmuştur. Onları öyle zorlayıp sıkıştırdı ki, hepsi küçük ve güçsüz karıncalar gibi kaldılar. Daha önce hocası olan mutezilenin ileri gelenlerinden Ebu Ali Cübbai ile yaptığı münazarada onu mağlup etti. Çok meşhur olmasına rağmen, Eşari hazretlerinin karşısında cevap vermekten aciz kaldı.

    Ebu Sehl Sulûki şöyle anlatır: "Basra'da bir mecliste Ebu'l-Hasen Eşari ile mutezililer arasında çetin bir münazara oldu. Mutezililer çok kalabalıktı. Onunla münazaraya giren herkes yeniliyor, susmak mecburiyetinde kalıyordu. Öyle oldu ki, o gün artık kimse onun karşısına çıkamadı. İkinci defa böyle bir münazara için gittiğimizde, mutezileden kimse gelmemiş, münazaraya cesaret edememişlerdi. Bunun üzerine bir zat imam-ı Eşari'ye, "Firar ettiler, kaçtılar yaz, kapıya as" dedi.

    İmam-ı Eşari hazretleri; tefsir, hadis ve fıkıh ilmini zamanın meşhur âlimlerinden olan Zekeriyya bin Yahya es-Saci'den, Ebu Halife el-Cumhi, Sehl bin Serh, Muhammed bin Yaküb el-Mukri, Abdurrahman bin Halef ed-Dabi'den öğrenmiştir.

Bağdat’ta Cami-i Mensür'da Cum'a günleri Ebu İshak Mervezi'nin hadis derslerine devam etmiş, kendisi de Ebu İshak Mervezi'ye kelam ilmini öğretmiştir.

    İmam-ı Eşari hazretleri tasavvuf ilminde de âlim ve evliya idi. Ebu İshak İsferani şöyle demiştir: "Benim ilmim, Şeyh Ebu'l-Hasen Bahili'nin ilmi yanında, deniz yanında bir damla gibidir. Ebu'l-Hasen Bahili'nin de, (benim ilmim, Ebu'l-Hasen Eşari'nin ilmi yanında, deniz yanındaki bir damla gibidir) dediğini işittim."

    İmam-ı Eşari, gayet tatlı, açık ve ikna edici konuşurdu. Bu sebeple hocası Cübbai, daha önce münazaralara kendi yerine onu gönderirdi. Hakkın, doğrunun ortaya çıkması için mücadeleyi sever, yazarak ve anlatarak hak uğrunda müdafaadan yılmazdı.

    İmam-ı Eşari hazretlerinin zamanı, mutezile fırkasının Ehl-i sünnete çok saldırdığı, hatta zorbaya başvurduğu bir döneme rastlamaktadır. Valilik, kadılık gibi makamlar, mutezile fırkasından olanların elinde bulunuyordu. Böylece bozuk itikadlarını yayıyorlar, insanları saptırıp, imanları ile oynuyorlardı. Bu sırada imam-ı Eşari ve diğer Ehl-i sünnet âlimleri, kitaplar yazarak onları reddediyor, bozuk fikirlerini çürütüyorlardı. İmam-ı Eşari ayrıca, mutezile fırkasının ileri gelenleri ile çetin münazaralara girip, onları susturdu. Kendisine, neden onların yanlarına, hatta devlet erkânından olanlarının makamına gittiği sorulunca, şöyle cevap vermiştir: "Onlar valilik, kadılık gibi makamlarda bulunuyorlar. Kibirleri sebebi ile bize gelmezler. Biz de gitmezsek, hak nasıl ortaya çıkacak? Ehl-i sünneti anlatanların, onu yayıp, hizmet edenlerin bulunduğunu nasıl bilecekler ve nasıl anlayacaklar?"

    Ebu Abdullah ibni Hafif şöyle anlatmıştır: "Gençliğimde, imam-ı Eşari hazretlerini görmek için Basra'ya gitmiştim. Basra'ya vardığımda, heybetli ve güzel yüzlü, yaşlıca bir zat gördüm. Ona, "Ebu'l- Hasen Eşari hazretlerinin evi nerededir?" dedim. "Onu niçin arıyorsun?" dedi. "Onu seviyorum ve görüşmek istiyorum" dedim. Bana, "Yarın erkenden buraya gel" dedi. Ertesi gün erkenden söylediği yere gittim. Beni yanına alıp, Basra'nın ileri gelenlerinden birinin evine götürdü, içeri girince, o zata yer gösterdiler. O da oturdu. Mutezilenin meşhur âlimleri, münazara için orada toplanmıştı. Biz girip oturduktan sonra, o mecliste bulunanlar, aralarında oturan bir mutezile âlimine çeşitli meseleler sormaya başladılar. O şahıs cevap vermeye başlayınca, beni oraya götüren zat karşısına çıkıp, söylediği yanlış şeyleri reddediyor, doğrusunu söyleyip, onu susturuyordu. Öyle konuşuyordu ki, dinleyenleri tam ikna edip, doyurucu bilgi veriyordu.

    Ben, bu zatın haline ve ilmine hayran oldum. Yanımda bulunan birine "Bu zat kimdir?" dedim. "Ebu'l-Hasen Eşari'dir" dedi. İmam-ı Eşari evden çıktıktan sonra, yine peşinden gittim. Yanına yaklaşınca, İmam-ı Eşari'yi ve hizmetini nasıl buldun?" buyurdu. "Fevkalade" dedim.

Sonra, "Efendim, o mecliste neden siz baştan bir mesele sormadınız? Başkaları sorduktan sonra mevzuya girdiniz?" dedim.

    “Biz, bunlarla konuşmak için söze girmiyoruz. Ancak Allah’u Teâlâ’nın dininde yanlış ve sapık şeyler söylediklerinde reddediyoruz. Yanlış olduğunu isnat edip, kendilerine doğrusunu bildiriyoruz” buyurdu."

    İmam-ı Eşari; eser yazmak, münazaralara girmek ve kıymetli talebeler yetiştirmek suretiyle, Ehl-i sünnet itikadının yayılması ve böylece insanların saadete kavuşması hususunda büyük hizmetler yapmıştır. 

    Yetiştirdiği talebelerinden bir kısmı şu zatlardır: Ebu Abdullah Muhammed bin Abdullah, Ebu'l-Hasen Bahili, Ebu Abdullah bin Hafif Şirazi, Hâfız Ebu Bekr Cürcani el-ismaili, Şeyh Ebu Muhammed Taberi el-Iraki, Zahir bin Ahmed Serahsi, Ebu Abdullah Hameveyh es-Sayrafi, Dimyani. Bunlardan Ebu Abdullah Tai, imam-ı Ebu Bekr Bakıllani'nin hocasıdır. Ebu'l Hasen Bahili de Ebu İshak isferani'nin ve hocası olan Ebu Bekr Fürek'in hocasıdır. Bu zat, önceden imamiyye fırkasından iken, Ebu'l-Hasen Eşari hazretleri ile yaptığı bir münazara ve ilmi mübahese sonunda hatasını anlayıp, imamiyye fırkasını terk edip, Ehl-i sünnet itikadına girdi, imam-ı Eşari'nin bildirdiği itikadı Basra'da yaydı, ibni Hafif ise, İmam-ı Eşari'nin en meşhur talebelerinden olup, (Şeyh-i Şiraziyyin) Şirazlıların şeyhi, üstadı ismiyle meşhur olmuştur.

    Diğer meşhur bir talebesi olan Dimyani ile İbni Hafif, İmam-ı Eşari'nin münazara meclislerinde yanında bulunurlardı. Talebelerinden Ebu Abdullah Hameveyh es-Sayrafi, uzun müddet imam-ı Eşari'nin yanında bulunmuştur. Sonra memleketi Sirafa dönüp, orada ders verip, talebe yetiştirmiş; imam-ı Eşari'nin bildirdiği itikad bilgilerini memleketinde yaymıştır.

    Şeyh Ebu Ali Zahir de, hocası imam-ı Eşari'den öğrendiği Ehl-i sünnet bilgilerini Horasan'da yaydı. Böylece imam-ı Eşari'nin bildirdiği itikad bilgileri, Ehl-i sünnet mezhebi, doğuda ve batıda yayıldı. Hicri 300 senesinden itibaren Irak havalisinde, İran'da yayıldı. Selçuklu devleti hükümdarlarının resmi mezhebi oldu. Daha sonra Atabekler tarafından müdafaa edilip, Şam ve Bağdat çevresinde yayıldı. Selahüddin Eyyübi Mısır'ı fethedince, orada da yayıldı.

    Eserleri: Ebu'l-Hasen Eş'ârî'nin eserlerinin sayısı bazı kaynaklarda üçyüze kadar çıkarılmış olup, bunların bir kısmı, Mu'tezilı görüşleri benimsediği döneme aittir. Ancak bunlardan hiç birisi günümüze kadar ulaşmamıştır.

    Eş'ârî'nin eserlerini kaynaklarda zikredilen konularına göre şu gruplara ayırarak ele almak mümkündür: İmam-ı Eşari hazretlerinin eserleri, beş grupta toplanır:

    a) Kırk yaşından önce mutezile iken yazdığı eserler. Bunları sonradan iptal etmiştir. Kelam ilmiyle ilgili olan ve özellikle Mutezileyi reddi hedef alan eserler.

    b) Filozoflar, Tabiatçılar, Dehrîler, Brahmanlar, Yahudiler ve Hristiyanlar gibi cereyanları reddeden eserler.

    c) Hariciye, mutezile, şia ve zâhiriyye fırkalarına yazdığı reddiyeler.

    d) Makâlât kitapları.

    e) Tefsir, Hadis, Fıkıh ve diğer İslâmî ilimler sahasında meydana getirdiği, Kendisine sorulan suallere cevap olarak yazdığı risaleler eserler. (Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, 137).

    İmam-ı Eşari hazretlerinin pek çok eseri vardır. Bunları ibni Asakir "Tebyin" isimli eserinde, ibni Fürek'den nakledip, isimlerini yazmıştır, ibni Fûrek ise, "Ebu'l-Hasen el-Eşari, el-Umed (veya el-Gamed) adlı kitabında, kendi eserlerini saydığını bildirmektedir. Bu eserler, onun yanında dersini dinleyenlere söyleyerek yazdırdıkları, çeşitli İslam memleketlerinden sorulan suallere verdiği cevapları ihtiva eden, üçyüzyirmi senesine kadar yazdığı kitaplardır. Bundan sonra üçyüzyirmidört senesine kadar da pek çok eser yazmıştır" demektedir, İbni Fürek ayrıca, Ebu'l-Hasen el-Eşari'nin el-Umed adlı eserinde isimlerini bildirdiği eserlerden başka kitaplarını da bildirmektedir.

    "El-Umed" adlı eserde bildirilen kitaplardan bazıları:

    1) Kitab-ül-F'usül: Mülhidler (dinsizler), tabiatçı felsefeciler, dehriler, zamanın ve âlemin kadim olduğuna inananlara reddiyedir. Bu kitapta; brehmenler, yahudiler, hristiyanlar ve mecusilere de cevaplar vermiştir. Bu kitap büyük bir eserdir. 

    2) Mücez: On iki kitaptan ibarettir.

    3) Halk-ül-efal

    4) İstitaa hakkındaki kitap 

    5) Sıfatlar hakkındaki kitap 

    6) El-Luma fi'r-reddi ala ehli'z-zeygi ve'l bida': Kur'an-ı kerim, Allah’u Teâlânın iradesi, Allah’u Teâlânın görülmesi, kader, istitaa, va'd ve va'id ve imamet meselelerinden bahseden on bölüm ihtiva eden kıymetli bir kitaptır, İmam-ı Eşari hazretlerinin bu mevzularda söyledikleri hakkında iyi bir kaynaktır. Yakın zamanda Mısır'da ve Beyrut'ta basılmıştır. Beyrut baskısında, ayrıca Richard J.Mc. Carthy tarafından bir mukaddime ve İngilizce’ye tercümesi vardır. Spitta, bu eseri hülasa ederek, Joselp Heli tarafından Almancaya tercüme edilmiştir.

    7) Risalet-ül-iman: Spitta bu kitabı Almancaya tercüme etmiştir.

    8) Kitab-ul-Funün: Mulhidlere (dinsizlere) cevap olarak yazılmıştır.

    9) Kitab-ün-Nevadir: Kelam ilminin inceliklerini anlatır.

    10) Dehrilerin (dinsizlerin) Ehli tevhide karşı yaptıkları bütün itirazlarının toplandığı bir kitap.

    11) El-Cevher fi'r-Reddi ala ehli'z-Zeygi vel-Münker.

    12) Nazar, istidlal ve şartları hakkında Lübbai'nin suallerine verilen cevaplar.

    13) Mekalat-ül-felasife: Felsefecilere cevap olarak yazılmış bir eserdir. Kitap üç makaleyi ihtiva eder. Eserde ibni Kays ed-Dehri'nin bazı şüpheleri, Aristo’nun sema (gök) ve alem hakkındaki fikirleri çürütülmüş; hadiseleri, saadet ve şekaveti yıldızlara bağlıyanlara lazım gelen şeyler açıklanmıştır.

    14) Cevab-ül-Horasaniyyin: Çeşitli meseleleri ihtiva eder.

    El-Umed'de bildirilenlerden başka, ibni Fürek'in zikrettiği eserlerinden bazıları da şunlardır:

    1) Tenasühe inananlar hakkındaki eser.

    2) Mantıkçılara dair yazılan eser.

    3) Hristiyanlar hakkında yazılan kitap.

    4) Delail-ün-nübüvve hakkındaki kitap.

    İmam-ı Eşari'nin ayrıca: Risale ketebbiha ila ehli's-sagr bi bab-ül-ebvab adlı eseri vardır. Kitap, Kafkas dağlarının Hazar denizi ile bitiştiği yerde bab-ül-ebvab (Demirkapı yahud Derbend) denilen kasabanın âlimlerine yazılmıştır. Bu eser, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerini geniş olarak anlatmaktadır.

    Bunlardan başka şu eserleri de meşhurdur:

    Makalat-ül-islamiyyin: Bu eserinde itikadi fırkalardan ve kelam ilminin ince meselelerinden bahsetmektedir. Matbudur.

    El-ibane an usül-üd-diyane; Ehl-i sünnet dışı fırkaların reddi için yazılmış olup, bu husustaki delilleri içinde topladığı eseridir. 

    Kavl-ül-cumlat, Eshab-ül-hadis ve Ehlüs-Sünne fi'l-itikad (basılmamıştır.)

    Risalet-ül-istihsan el-Havdu fi ilm-il-kelam, basılmıştır, ingilizce tercümesi vardır. 

    İzah-ül-Bürhan et-Tebyin ala usülid-din.Kitab-ül-ulüm. Tefsir-ül Kur'an- eş-Şerh vet-tafsil.

    Diğer Eserleri:

    Bu grupta Eş'ârî'ye ait olduğunu kaynaklardan öğrendiğimiz diğer eseri sıralamak istiyoruz. Çeşitli kaynaklarda bunların sayısı verilmekle kalmayıp, yüz kadar eserinin de isimleri zikredilmiştir. (bk. el-İbâne, Dr. Fevkiye Hüseyin Mahmud mukaddime s.38-71)

    1. Kitâbu fi Halki'l-A'mâl

    2. Kitâbu fi'l-İstitâ'a

    3. Kitâbu fi Cevâzı Rü'yetullah bi'l-Ebsâr

    4. Kitâbu fi'r-Reddi Ale'l-Mücessime

    5. Kitâbu fi'l-Cisim

    6. Kitâbu fi'l-İstihşâd

    7. Kitâbu fi'r-Rü'yet

    8. Kitâbu fi'l-İmâme

    9. Kitâbu fi Müteşâbihi'l-Kur'an

    10 . Kitâbu fi Ef'âli'n-Nebî

    11. Kitâbu fihi Beyâni Mezhebi'n-Nasârâ

    12. İzâhu'l-Burhân fi'r-Reddi 'Alâ Ehli'z-Zeyğ ve't-Tuğyân

    13. eş-Şerh ve't-Tafsıl fi'r-Reddi Alâ Ehli'l-İfk ve't-Tadlıl

    14. el-Muhtasar fi't-Tevhıd ve'l-Kader

    15. en-Nevâdir fî Dakâiki'l-Kelâm

    16. Kitâbu Tefsîri'l-Kur'ân: Bu eserin yetmiş cilt olduğu söylenmektedir.

    Doğru yolun temel bilgileri.İmam-ı Eşari hazretlerinin, Kafkas sıradağlarının Hazar Denizine ulaşan ucunda Bab-ül-ebvab (Demirkapı veya Derbend) denilen kasaba âlimlerine, Ehl-i sünnet itikadını bildirmek için yazdığı "Risaletün ila ehli's-sagr" (Hudüd ahalisine bir mektub) adlı eserinde bazı bölümlerin tercümesi şöyledir:Allah’u Teâlâya hamd olsun ki, bizi, doğru yola ulaştıran sünnet-i seniyyeye uymayı sevdirdi. Helake götüren bid’atlerden uzaklaştırdı. Kalblerimizi, yakînin (kat'i ve kuvvetli imanımızın) hasıl ettiği serinlik ve huzur ile doldurdu. Müslümanlık ile bizi aziz kıldı. Bizi, Resulüne uyanlardan, Onun rehberliğine yapışanlardan eyledi. Bid’atlere dalıp, Resulullahın ve Ashab-ı kiramın yolundan ayrılarak yalnız kalmaktan kurtarıp, cemaatle beraber olmayı ihsan etti.

    Resulullaha salat-ü selam olsun ki, bizi Allahü teâlânın emir ve yasaklarına davet etti. Allah’u Teâlâ bu hususta ona âyetleriyle yardım etti. Kendisine mucizeler vererek, hakkındaki şüpheleri giderdi. Kendi rızasına nasıl ulaşılacağını Onun ile bildirdi, içlerinde kendisine delalet eden deliller bulunduğunu en açık bir şekilde haber verdi. Nihayet bâtıl, sönüp gitti. Hak, galip ve muzaffer olarak parladı.

    Resulullah, Peygamberlik vazifesini yerine getirdi. Kendisine bildirilenleri tebliğ edip, ümmetine nasihatte bulundu.

    Şimdi! Ey Bab-ül-ebvab halkından olan âlimler ve büyükler! Allah’u Teâlâ sizleri yüce kudreti ile muhafaza buyursun. Sizlere yardım eylesin. Medinet-üs-Selam'da (Bağdad'da) mektubunuzu aldım. Allah’u Teâlânın nimetleri içerisinde olduğunuzu, halinizin düzgünlüğünü yazıyorsunuz. Bu sebeple, kederim ve üzüntülerim dağıldı.Cenab-ı Hakk’a çok şükrettim. Size olan ihsanını tamamlamasını, size ve bize olan nimetlerini artırması için Rabbime yalvardım. Duaları kabul eden Odur. Büyük lütuflarda bulunmak Ona layıktır.Cenab-ı Hak yardımcınız olsun. Geçen sene 267 (m. 881) bir takım sualler sormuştunuz.

    Mektubunuzda bundan da bahsediyorsunuz. Verdiğim cevapları beğendiğinizi, faydalı olduğunu, doğruluğunu kabul ettiğinizi, şüphelerinizin gittiğini, sizi kendilerine inandırmak isteyen (o kimselerden) yüz çevirdiğinizi yazıyorsunuz.Bunları okuyunca, dinde saptıranların, Resulüne uymaktan alıkoyanların şüphelerinden bizi ve sizi muhafaza buyurduğu için Allah’u Teâlâya hamd ettim.

    Yine siz mektubunuzda, benden Selef-i salihinin asıl kabul edip, dayandıkları bazı hususları (yazmamı) istiyorsunuz.Sonra gelenler de bu asıllara (bilgilere) uymak suretiyle, bid’at sahiplerinin düştüğü, Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyyeye muhalefet durumuna düşmekten kurtulmuşlardır. Bu bilgilere şiddetle ihtiyacınız olduğunu bildirdiğiniz için, size olan hürmetim ve üzerimdeki hakkınızdan dolayı, suallerinize ve isteklerinize cevap vermekte acele ettim.

    Size bazı temel bilgileri, delilleri ile beraber bildirdim. Bu deliller, sizin Selef-i salihine tâbi olmakta haklı olduğunuzu, Ehli bid’atin ise, Selef-i salihine muhalefet edip, daha önce üzerinde bulundukları haktan sapmakla hata ettiklerini, bununla şer'i delillerden, Resulullahın bildirdiği şeylerden ayrıldıklarını gösterecektir. Yine bu delilleri red eden, Peygamberlerin getirdiklerini inkâr eden felsefecilerin yollarına uyduğunu da gösterecektir. Size ve söylediklerimi düşünen diğer kimselere söylenmesi gerekenleri söyledim. Allah’u Teâlâdan yardım dileyerek ve Ona güvenerek, sizin isteklerinizi yerine getirmekle, sevaba kavuşacağımı ümit ediyorum. Allah’u Teâlâ bana kâfidir ve O ne güzel vekildir.

    Allah’u Teâlâ sizi doğru yola hidayet eylesin. Biliniz ki, Selef-i salihinin ve onların yolunda giden halefin (sonra gelen âlimlerin) yolu şudur: Allah’u Teâlâ, Muhammed aleyhisselamı bütün dünyaya Peygamber olarak gönderdiği zaman, insanlar, birbirine zıt bir takım fırkalara ayrılmışlardı. Onlardan bir kısmı kitabi idi. Bunlar, Allah’u Teâlânın gönderdiği Tevrat ve İncil'i değiştirmişler, kendi uydurdukları şeyler ile insanları Cenab-ı Hakk’a davet ediyorlardı. 

    Bir kısmı felsefeci idi. Bunlar, akıl ile elde ettikleri bir takım bilgilerde, yanlış neticelere varmaları sebebiyle, birçok bâtıl ve yanlış yollar ortaya çıkmıştı. 

    Bir kısmı, Brehmen idi. Bunlar, Allah’u Teâlâ’nın Peygamberlerini inkâr ediyorlardı. 

    Bir kısmı, Dehri idi. Bunlar da, kâinatın sonsuz olarak devam edeceğini, yok olmayacağını iddia ediyorlardı.

    Bir kısmı, Mecusi idi. Bunlar ise, hiç tecrübe etmedikleri, bilmedikleri şeyleri iddia ediyorlardı.

    Bir kısmı Putperest idi. Bunlar, putlara tapıyorlardı. Bunlar da şaşkınlık içerisinde kalmışlardı.

    Peygamberimiz Hz.Muhammed Mustafa(s.a.v) ise, insanların, kâinat ve içindekilerin sonradan yaratılmış birer mahlûk olduğuna, onların hepsinin yaratıcısı, sahibi ve maliki olan Allah’u Teâlâ’nın varlığı ve birliği inancına davet etti.

    Onlara, üzerinde bulundukları yolun yanlış olduğunu, böyle bâtıl yolları terk etmelerini istedi. Resulullah onların yollarının bozukluğunu, kendisinin ise, Allah’u Teâlâdan bildirdiği hususlarda doğru olduğunu, apaçık âyetler ve mucizelerle ispat etti. Sonra Allah’u Teâlâ’ya nasıl kulluk edileceğini açıkladı. Cenab-ı Hak Peygamberimiz Muhammed(s.a.v)ı bunları insanlara bildirmesi ve izah etmesi için gönderdi. Resulullah, insanlara, kendilerinde dil, suret ve daha başka yönlerden farklılıklar bulunduğunu, böyle değişikliğin ise onların sonradan yaratılmış olduklarını gösterdiğini bildirdiği gibi, gerek kendilerinde ve gerekse, onların dışındaki varlıklarda, Allah’u Teâlâ’nın varlığına, iradesine ve tedbirine delalet eden şeyler ile, Allah’u Teâlâ’yı tanıma yolunu da bildirdi. Şöyle ki; Allah’u Teâlâ     Kur'an-ı kerimde mealen, "Arzda da gerçekten tasdik edenler için birçok ibretler vardır. Nefslerinizde de (hücrelerde vücut yapınıza kadar;) bir çok alametler vardır (ki, hep Allah’u Teâlâ’nın kudretine, ilmine azamet ve iradesine delalet ederler;) Hâlâ görmeyecek misiniz" buyurdu. (Zariyat Suresi 20-21) 

    Yine, insanın yaratılış safhaları, suret ve şekillerindeki değişik durumlara da mealen şu âyet-i kerime ile işaret buyuruldu: "Andolsun ki, Biz insanı (Âdem'i) şüphesiz ki, çamurun özünden yarattık. Sonra Âdem'in neslini, sağlam bir yerde (rahimde) bir nutfe (az bir su) yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı haline getirdik. Ondan sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık. O et parçasını da kemikler haline çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaratışla (ruh ve nutuk verip) insan haline getirdik. Bak ki, şekil verenlerin en güzeli olan Allah’u Teâlâ’nın şanı ne kadar yücedir." (Müminun Suresi, 12-13-14)

    Bunlar, Cenab-ı Hakk’ın varlığının muhakkak lazım olduğunu ifade eden, Onun irade ve tedbirine delalet eden en açık delillerdendir.

    İnsan çamur özünden yaratıldı. Çamur özünün birçok şekil ve durumlara kabiliyeti vardır. Fakat insanın başka bir suretle değil de, kendisine has özellikleriyle malum olan ve en güzel surette meydana gelmesi mutlaka bir yaratıcının varlığını göstermektedir.

    İnsana baktığımızda şunları görüyoruz: 

    1- İnsanın başka varlıklarda bulunmayan, kendisine mahsus bir sureti vardır. 

    2- İşitmek, görmek, koklamak, hissetmek, tatmak gibi, ihtiyaçlarını temin edebilmesi için hazırlanmış bir takım vasıtalara (duyu organları) sahiptir. 

    3- İhtiyaç hasıl oldukça, tertip üzere hazırlanmış gıda aletleri, mesela, yeni doğmuş çocuk gıdasını, önce annesini emmek suretiyle temin eder. Çünkü o, bu sırada dişsizdir. Gıdasını kendiliğinden temin edemez. Bir müddet sonra, dişlerle donatılır. Gıdasını yemekle elde eder. 

    4- Ağızdan alınan gıdalar, mideye gelir. Mide, kendisine ulaşan gıdaları pişirir. Bu gıdalara öyle bir incelik verir ki, bunlar en ince yollardan geçerek, tâ saçlara ve tırnaklara kadar ulaşır. 

    5- Karaciğer, öd (safra) çıkarmak, vücudun şeker durumunu ayarlamak, zehirleri bir dereceye kadar zararsız hale getirmek gibi bazı vazifeler için hazırlanmıştır. 

    6- Akciğer, dışarıdan temiz havayı (oksijen) alıp, kan dolaşımı ile dokulara iletmek ve kandan (karbondioksit alarak) kirlenen havayı nefesle dışarı vermek için hazırlanmıştır. 

    7- Ayrıca alınan gıdalardaki fazlalıkların atılması için gerekli aletler (a'zalar). Bunlardan başka, tesadüfi olarak düşünülmesi imkânsız olan, mutlaka bunları tertip ve düzenleyen bir yaratıcının varlığını gerektiren sayılamayacak kadar çok şey vardır.

    Bütün bunların çamur özü ve su ile düzenlenip, kısımlara ayrılması, mutlaka bir yaratıcıyı, bir düzenleyiciyi gerektirir. Bunu, düşünen her akıl sahibi anlar. Aynı şekilde, bir plan dairesinde düzenleyen, kasteden bir bina yapıcısı olmadan, bir binanın meydana gelmesi bile mümkün olmayınca, yukarıda saydığımız hallerin de bir yapıcı ve yaratıcı olmadan çamur ve su ile kendiliklerinden, tertip ve düzen içerisinde meydana gelmeleri mümkün olamaz.

    Sonra Cenab-ı Hak mealen: "Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sahipleri için, Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösterir, kesin deliller vardır" âyet-i kerimesiyle [Al-i imran Suresi, 190] bu hususu (Allah’u Teâlâdan başka her şeyin sonradan yaratıldığı, bunları     Cenab-ı Hakk’ın yarattığını) ve bunda çeşitli hikmetler bulunduğunu daha ziyade beyan eyledi. Feleklerin (Dünya, Ay, Güneş v.s.) hareketiyle, meydana gelen faydaların büyüklüğüne ve miktarına işaret buyuruldu. 

    Mesela, gece, insanların istirahatı olduğu gibi ve mahsüllerine fazla gelen güneş hararetini (sıcaklığını) serinletmektedir.

    Gündüz ise, mahlûkatın dağılıp hareket etmeleri, geçimlerini temin etmeleri için yaratılmıştır. Eğer devamlı gece olsa idi, karanlık, onların fayda temin edecek şeylerin peşine düşüp, bunları elde etmeye mani olacaktı. Aynı şekilde devamlı gündüz olsa idi, bu da zararlı olurdu. Gündüzün aydınlığı fırsat bilinerek takatin (gücün) üstünde hırsla çalışılır, kâfi miktarda istirahat etmedikleri için insanlar helak olurlardı.

    Bundan dolayı, onlara, çalışmaları için takatlarını geçmeyecek şekilde, zamanın bir kısmı gündüz, istirahatları için yeterli bir miktarı da gece kılındı. Böylece, onların halleri mutedil (normal) olarak gecenin serinliğinden, gündüzün sıcaklığından, kendileri, ekinleri, malları ve hayvanları için lazım olan kadarını alacaklardır.

    Böyle yapmakla, Allah’u Teâlâ mahlukatına merhamet buyurmuş, lütuf ve ihsanda bulunmuştur. Yine, mahlûkatı kuşatan renk tabakası, onların gözlerine münasip ve muvafık gelen renklerden yaratılmıştır. Eğer bu renk, şimdi âlemi saran renkten olmasaydı, gözleri bozacaktı.

    Cisimlerin büyük ve ağır olmasına rağmen, yer ve göklerin ve onlarda bulunan hükümlerin (kanunların); Allah’u Teâlânın tutmasına muhtaç olduğuna, mealen "Doğrusu, gökleri ve yeri zeval bulmaktan Allah’u Teâlâ koruyup, tutuyor. Andolsun ki zeval bulurlarsa, onları Ondan başka kimse tutamaz. Gerçekten O, hâlimdir. Azap için acele etmez, gafurdur (çok bağışlayıcıdır) âyet-i kerimesiyle işaret buyuruldu. (Fatır Suresi, 41)

    Bu âyet-i kerime ile bize, yer ve göklerin yerlerinde durmalarının Allah’u Teâlâ’dan başkası tarafından olmadığı ve onları bir durduran olmadan da yerlerinde durmalarının mümkün olmadığı bildirildi.

    Sonra felsefecilerin tabiatçı inanışlarından dolayı, ağaçların ve onlardan çıkan meyvelerin ancak, yer, su, ateş ve havanın tesiri ile meydana geldiği hakkındaki iddialarının bozukluğunu bize; Allah’u Teâlâ mealen "Arzda birbirine komşu kıt'alar (kara parçaları), üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir su ile sulanıyor. Halbuki yemişlerin de bazısını bazısına üstün kılıyoruz. (Tad, renk ve kıymetleri başka başkadır.) Şüphesiz ki, bunlarda da düşünen bir topluluk için pek çok ibretler (alametler) vardır" buyurdu. (Rad Suresi, 4)

    Daha sonra Cenab-ı Hak, her şeyin yaratıcısı olduğuna, bir olduğuna, işlerinin intizam ve tertip dairesinde cereyan etmesi ile delil getirdi. Cenab-ı Hak işlerinde hiçbir ortağı bulunmadığını mealen, "Eğer yer ile gökte, Allah’tan başka ilahlar olsaydı, bunların ikisi de fesada uğrar, yok olurdu" âyet-i kerimesi ile bildirdi. (Enbiya Suresi, 22)

    Sonra, önce yaratıldıklarını kabul ettikleri halde, öldükten sonra tekrar diriltilmeyi inkâr edenlere karşı tekrar yaratılmalarının mümkün olduğunu bildirdi. Onlar tekrar yaratılmayı uzak görerek, çürümüş kemikleri kim diriltecek dedikleri zaman mealen "(Ey Resulüm) de ki: "Onları ilk defa yaratan diriltir ve O her yaratılanı tamamiyle bilir" buyurdu. (Yasin Suresi,79) 

    Sonra bunu onlara: Mealen "O (Allah) ki, size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı da, şimdi siz ondan yakıp duruyorsunuz" âyet-i kerimesi ile beyan eyledi. (Yasin Suresi, 80)

    Yaş ve yeşil iki ağaç olan ve rüzgâr sebebi ile biri diğerine sürtülünce tutuşan uşar ve murah denilen ağaçlardan ateşin çıkarılmasını, çürümüş kemiklere, parçalanmış derilere, hayatı iade etmenin caiz olduğuna delil getirdi. (Uşar ile murah) eskiden Arapların ateş çıkarmak için kullandıkları iki ağaçtır.)

    Sonra putlara tapanların yüzlerine vurarak, kendi yonttukları şeylere ibadet etmenin bozukluğunu mealen, "Siz kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" kavli ile beyan etti. (Saffat 95)

    Sonra mealen "Sizi de, yaptıklarınızı da Allah’u Teâlâ yarattı" buyurdu. (Saffat 96)

    Böylece putlara değil, kendisine ibadetin vacip olduğunu beyan etti. Eğer sizin yontmanız olmadan, put, put olmuyorsa, Allah’u Teâlâ’nın yaratması olmadan da, sizin suret ve heyetlerinizin olmayacağı, evvel emirde (kolayca) bilinen bir şeydir. Bundan dolayı, sizi ve sizin yonttuğunuzu yaratmak sureti ile yonttuğunuz şeyleri de ben yaratmış olduğumdan, ibadete onlar değil ben layığım; çünkü sizi, işlerinizi yapmanıza muktedir kılan benim, buyuruyor.

    Allah’u Teâlâ. Peygamberlerini inkâr edenleri de Enam suresi 91. âyet-i kerimesinde red buyurdu. Mealen; "Yahudiler, Allah’u Teâlânın kadrini, gereği gibi tanıyamadılar. Çünkü: "Allah hiçbir insana bir şey indirmedi" dediler. (Vahy ve kitapları inkâr ettiler.) Onlara de ki: "Musa'nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği ve sizin de parça parça kağıtlar haline koyup hesabınıza geleni açıkladığınız fakat çoğunu gizlediğiniz o kitabı kim indirdi? Sizin bilmediğiniz ve atalarınızın da bilmediği şeyler, size (Peygamber diliyle Kur'an-ı kerimde) öğretilmiştir. Ey Resulüm! Sen, Allah (indirdi) de! Sonra onları bırak. Bâtıl dedikodularında oynaya dursunlar."

    Nisa suresi 165. âyet-i kerimesinde ise mealen: "(iman edenleri Cennetle) müjdeleyici, (küfredenleri Cehennemle) korkutucu olarak Peygamberler gönderdik ki, bu Peygamberlerin gelişinden sonra insanların (yarın) kıyamette "Bizi imana çağıran olmadı" diye Allah’u Teâlâya bir hüccet ve özürleri olmasın" buyuruldu.

    Resulullahın Ehl-i kitaba karşı onların kitaplarında, kendi vasıflarının bildirilmesi, isim ve hususiyetlerine işaretlerin bulunması ile delil getirdi. Ehl-i kitap bunları gizledi.

    Allah’u Teâlâ, Resulullaha hak Peygamber olduğu ve bildirdiklerinin doğru olduğu hakkında, mucizelerle yardım eyledi. Resulullaha en büyük mucize olarak Kur'an-ı kerim verildi. Müşrikler, Kur'an-ı kerimin Allah’u Teâlâ’nın kelamı olduğuna inanmıyorlar, Hazret-i Muhammed'in sözüdür, diyorlardı. Allah’u Teâlâ, o zaman en fasih ve edebiyatta zirveye ulaşmış olanlarından, Kur'an-ı kerimin on suresi veya bir suresi gibi bir söz söylemelerini istedi, insanlar ve cinler bir araya gelseler bunu yapamayacaklarını bildirdi. Nitekim onlar, böyle bir söz söylemekten aciz kaldılar. Böylece onların, Resulullaha iman etmeme hususunda özürleri ortadan kalkmış oldu.

    Hz.Musa(a.s) da Firavun'un sihirbazlarını, asasıyla rezil ve rüsva etmekle, hem sihirbazların ve hem de diğer insanların kendisine iman etmeme mazeretlerini gidermişti. Hz.Musa (a.s)ın asasından meydana gelen harikulade hallerin kendi güçleri dışında olduğuna, böyle bir şeyi yapabilmenin hatırlarından bile geçmediğine, böyle bir şeyi ancak Allah’u Teâlâ’nın yapacağına, hem sihirbazları ve hem de başkaları kanaat getirdi. (Nihayet, bu mucize karşısında sihirbazlar, Hazret-i Musa'ya iman ettiler.)

    Hz.İsa(a.s) da ölüleri ilaçsız diriltmek, anadan doğma körleri ve derisi alaca olanları iyileştirmek, o zamanda insanları aciz bırakan şeylerle (mucizelerle), o devre göre tıpta en yüksek dereceye ulaşan tabiplerin kendisine inanmama mazeretlerini ortadan kaldırdı. (Çünkü böyle işleri, ancak Allah’u Teâlâ’nın yardım ettiği bir kimse yapabilirdi.)

    Resulullah(s.a.v) da, kendi kavminden olan, edebiyatta yüksek dereceye ulaşan edebiyatçıların, kendisine iman etmeme hususunda bu mazeretlerini bertaraf etti. Çünkü Kur'an-ı kerimin edebi yüksekliğini onlar da kabul ediyorlardı.

    İşte Resulullah (s.a.v) Efendimiz, yukarıda bildirilen yanlış yollara sapmış kimselere, getirdiği deliller ve mucizelerle, yollarının bozuk olduğunu, davet ettiği yolun ise doğru olduğunu anlatıyordu. Resulullah efendimiz, onlara daima karşısında duramayacakları deliller getirdiği, aralarında uzun müddet kaldığı halde, fevkalade ihtiraslarından dolayı, iman etme şerefine kavuşamadılar.

    Allah’u Teâlâ’nın Resulullaha(s.a.v) verdiği mucizelerden bazısı şöyledir: Şiddetli açlık vakitlerinde, kalabalık cemaatı, az bir yiyecek ile doyurması, susuzluk zamanlarında, mübarek parmakları arasında fışkıran suyla, hayvanları ve sahiplerini kanana kadar su içirmesi, kurdun kendisine konuşması, kızartılmış koyunun ben zehirliyim diye haber vermesi, ayın ikiye bölünmesi, çağırması üzerine ağacın yerinden sökülerek huzurlarına gelmesi, emri üzerine ağacın tekrar yerine gitmesi, insanlar kalblerinde saklayıp da haber vermesini istedikleri şeyleri haber vermesi.

    Allah’u Teâlâ gizliyi, gizliden daha gizli olanları da bilir. Her şey Onun yanında hazır gibidir. Yer ve gökte hiç bir şey ondan gizli kalamaz.

Kıyamet günü müminler Cenab-ı Hakk’ı göreceklerdir.Cenab-ı Hak, Kur'an-ı kerimde mealen: “Nice yüzler vardır ki, o gün (kıyamette) güzelliği ile parıldar. (O yüzleri) Rablerine bakar” buyurmaktadır. (Kıyamet Suresi, 22-23)

    Resulullah(s.a.v) da:"Ayı gördüğünüz gibi, kıyamet gününde Rabbinizi mutlaka göreceksiniz. Onu görmekte güçlük çekmeyeceksiniz" buyurmaktadır.

    Cenab-ı Hak yarattıklarından hiçbirine muhtaç değildir. O istediğini saptırır, istediğini hidayetiyle doğru yola iletir, istediğini aziz, istediğini fakir, istediğini zengin eder. Onun işlerinde asla noksanlık yoktur. O, her şeyin mutlak sahibi ve malikidir. O istediğini yapar.

    Allah’u Teâlâ mahlûkatını iki kısma ayırdı. Cennete gidecekleri, isimleri ve babalarının isimleri ile beraber yazdı. Cehenneme gideceklerin isimlerini de yazdı. Resulullah (s.a.v)Efendimizle Hazret-i Ömer arasında şöyle bir konuşma oldu. Hazret-i Ömer Peygamber efendimize "Ya Resulallah! Bizim evvelce hesap ve kitabımız görülüp bitmiş mi, yoksa daha yeni başlanmış bir iş mi?" diye sorunca, Resulullah (s.a.v)Efendimiz: "[Allah’u Teâlâ ezeli ilmi ile kimin cennetlik, kimin cehennemlik olduğunu bildiği için] Bunlar, hesabı ve kitabı görülüp bitmiş işlerdir" buyurdu. Bunun üzerine Hazret-i Ömer: "Öyleyse niçin ameller yapıyoruz (çalışıp, çabalıyoruz) ya Resulallah?" diye sorunca Peygamber efendimiz: "İbadet yapınız! Herkese ezelde takdir edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur" buyurdu. 

[İnsanın işlerini Allah’u Teâlânın ezelde takdir etmesi demek, insanın neleri irade edeceğini bilmesi ve dilemesi demektir. Bunları Levh-i mahfuz’da yazmıştır. Böyle olduğu için, kulun mecbur olması gerekmez.

    Takvimlere, bir sene içinde güneşin ne zaman doğup, ne zaman batacağı, hesaplanarak yazılmıştır. Güneş, takvimde bildirilen saatlerde doğup batar. Güneş, takvime öyle yazıldı diye bilinen saatlerde doğup batmaz. Takvime yazılması, güneşin doğmasına ve batmasına tesir etmez. 

    İşte Cenab-ı Hakk’ın da, ezeli ilmi ile, kulların kendi istekleri ile günah veya sevap işleyeceklerini bilmesi, kulların işlerine cebri bir müdahale değildir.]

    Allah’u Teâlâya ve Peygamber efendimizin iman etmeye davet ettiği şeylere iman eden kimseleri, küfürden başka hiçbir günah imandan çıkarmaz, imanlarını, ancak küfür giderir. Ehl-i kıble, günahları sebebiyle imandan çıkmayıp, dinin bütün emirleriyle mükelleftirler.

    Ehl-i kıbleden olup, günahkâr olanları da, Cenab-ı Hak mealen: "Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzünüzü ve ellerinizi (dirseklerinizle beraber) yıkayın, başınızı mesh edin ve ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz boy abdesti alın" Maide suresi, 6. âyet-i kerimesi ile mümin diye isimlendirmiştir. Eğer akidesi bozuk olan Kaderiyye'nin [ve vehhabilerin] dediği gibi günahkârlar, günahları sebebiyle imandan çıkmış olsalardı, onlara abdest farz olmazdı. Allahü teâlânın hitabı da bütün müminlere değil, yalnız itaat edenlere olurdu. Yine Allahü teâlâ, mealen "Ey iman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman, Allahü teâlânın zikrine (hutbe dinlemeye, namaz kılmaya) koşunuz. Alışverişi bırakın" buyurdu. (Cum'a Suresi, 9) 

    Bu hitabı yalnız itaat edenlere tahsis buyurmadı. Bu hitap aynı zaman da günahkârları da içerisine almaktadır.

    Küfrü gerektiren bid’at ve işlerden başka herhangi bir günahı yaparak, günahkâr olanlardan hiçbir kimse hakkında Cehennemliktir diye hükmedilemez. Allah’ın ve Resulünün Cennetle müjdelediklerinden başka hiçbir Müslüman için isim vererek Cennetliktir denilemez.


Devamı...


Etiketler: İmam-ı Eşari (r.a.) Kimdir Hayatı Eserleri Vefatı, mezhep imamları, itikad mezhep, itikad | Mekteb-i Derviş

Not: HTML'e dönüştürülmez!
    Kötü           İyi
Benzer Konular