Mekteb-i Derviş | İslam

    NABİ KİMDİR? HAYATI, ESERLERİ, ŞİİRLERİ, VEFATI, TÜRBESİ

    (D.H.1052-M.1642- Şanlıurfa - V.H.6 Rebîülevvel 1124-M.13 Nisan 1712-İstanbul)

    Peygamber aşığı, alim, şair, mutasavvıf, veli...

    DOĞDUĞU YER KÜNYESİ VE AİLESİ

    Şair Nabi; Hicri,1052’-Miladi,1642- Ruha’da (Şanlıurfa) doğdu. Asıl adı Yûsuf olmakla beraber Nâbî mahlasıyla tanındı. Gaffarzâde veya Karakapıcılar ailesine mensup olduğu hakkında söylentiler vardır. Kardeşi Seyyid Ahmed’in el yazması bir el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye’nin iç kapağına yazdığı kayıttan anlaşıldığına göre babasının adı Seyyid Mustafa, dedesi Seyyid Mahmud, dedesinin babası Seyyid Muhammed Bâkır ve onun babası Şeyh Ahmed-i Nakşibendî’dir. Ayrıca başka erkek ve kız kardeşlerinin bulunduğu bilinmektedir. (Diriöz, Eserlerine Göre Nâbî, s. 32)

    Erkek kardeşleri, Hacı Mahmûd Ağa, Hacı Mehmed ve Seyyid Ahmet’tir. Kardeşi Hacı Mahmud’un oğulları Hacı Mehmed ve İsmâil’dir. Nâbî’nin kız kardeşlerinden birisi, Hacı Hemşire diye bilinmektedir. Kendi oğulları ise Ebulhayr Mehmed ve Mehmed Emin olup, Ebulhayr Mehmet Çelebi, 1106/1694 yılında, küçük oğlu Mehmed Emin ise, 1110/1698 yılında Halep’te dünyaya geldi. (Diriöz 1976: 668-673).

    Nâbî de Hayriyye’sinin baş tarafında oğluna, atalarının ilim sayesinde yüksek mertebelere ulaştıklarını ve nesebinin ünlü olduğunu hatırlatmaktadır.

    EĞİTİMİ VE TASAVVUFA İNTİSABI

    Çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını Urfa’da geçiren Nâbî burada iyi bir eğitim almış, Arapça ve Farsça öğrenmiştir. Genç yaşta Yâkub Halife adında bir şeyhe intisap ederek tasavvufa yönelmiş, bir süre çobanlığını yaptığı mürşidi, onu İstanbul’a gitmesi için teşvik etmiş, Urfa’da arzuhalcilikle meşgulken mutasarrıfın dikkatini çekmiş, o da İstanbul’a gitmesini telkin etmiş, Hicri,1076 - Miladi 1666    , İstanbul’a gitmiştir.

    İSTANBUL DÖNEMİ

    Bir şiirinden, önceleri İstanbul’da aradığını bulamamaktan dolayı hayal kırıklığına uğradığı, fakat çok geçmeden Sultan IV. Mehmed’in musâhibi Damad Mustafa Paşa ile tanıştığı ve onun ölümüne kadar (1098/1687) süren bu dostluk sayesinde oldukça rahat bir hayata kavuştuğu öğrenilmektedir. Bir ara ikinci vezirlik pâyesine de ulaşan paşanın onu kendisine divan kâtibi seçmesinden sonra Nâilî gibi çağının büyük şairleri tarafından tanınmaya ve şiirleri takdir edilmeye başlandı. IV. Mehmed’in yakın çevresine girdiği bu dönemde Musâhib Mustafa Paşa’nın maiyetinde Lehistan seferine katıldı ve Kamaniçe’nin fethi üzerine iki tarih düşürdü. Bunlardan biri kale kapısına da işlenmiştir. Padişahın Edirne’de bulunduğu 1086 (1675) yılında şehzadeler için düzenlenen ihtişamlı sünnet düğününe katılan Nâbî on beş gün devam eden bu şenlikleri Sûrnâme’sinde âdeta bir belge niteliğinde anlatır.(Levend, s. 5).

    HAC YOLCULUĞU

    Hicri,1089’da (1678-79) Nâbî hac farîzasını eda etmek için padişahtan izin alınca Mısır Valisi Abdurrahman Abdi Paşa’ya bu konuda bir de ferman yazılmıştır. Himaye ettiklerinden biri olup sonradan sadrazamlığa kadar yükselen Râmi Mehmed’i de yanına alarak Urfa yoluyla Medîne-i Münevvere’ye varan Nâbî’nin, “Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu” mısraıyla başlayan ünlü na‘t-gazelini bu sırada kaleme almıştır.Hac dönüşünde Mustafa Paşa’nın kethüdâlığına yükselen şairin Tuhfetü’l-Haremeyn adlı eseri bu seyahatin mahsulüdür. Kendi arzusuyla paşanın kethüdâlığından ayrılınca çevresinin vefasızlığı yüzünden sitemlerle dolu “Kasîde-i Azliyye”sini yazan Nâbî, Mustafa Paşa kaptan-ı deryâlıkla saraydan uzaklaştırıldığı zaman (1094/1683) maiyetinde giderek onun 1098 (1687) yılında ölümüne kadar Boğazhisar’da (Seddülbahir) kaldı. Ardından Halep’e yerleşen şair burada evlenip devletin kendisine sağladığı maaşla tahsis edilen mâlikânede rahat bir hayat sürdü.

    Oğulları Ebülhayr Mehmed Çelebi ve Mehmed Emin burada dünyaya geldi. Nâbî, II. Süleyman’ın ve II. Ahmed’in tahta çıkışına sessiz kalmasına rağmen 1106’da (1695) padişah olan II. Mustafa’ya ve 1114’te (1703) tahta oturan III. Ahmed’e birer cülûs kasidesi yolladı.(Nâbî, Divan [haz. Ali Fuat Bilkan], I, 39-55)

    Halep’te Hacı Ali Paşa, Amcazâde Hüseyin Paşa, Daltaban Mustafa Paşa gibi yüksek mevkilere tayin edilen dostlarına kasideler yazdığı bu dönemde ünlü eseri Hayriyye’yi tamamladı. III. Ahmed de eskiden beri tanıyıp sevdiği Nâbî’ye armağanlar gönderdi. Ancak Çorlulu Ali Paşa sadârete getirilince (1117/1706) mâlikânesi elinden alınmış ve aylığı kesilmişse de bu durum çok sürmemiştir. “Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz” mısraı ile başlayan gazelini bu günlerde yazdığı söylenir.

    Halep valisi iken 1121’de (1710) ikinci defa sadrazamlığa getirilen Baltacı Mehmed Paşa, İstanbul’a giderken Nâbî’yi de beraberinde götürdü. Bu vesile ile şairin yazdığı methiye İstanbul hasretini başarılı bir şekilde dile getirmektedir. Nâbî, bu son İstanbul devresinde özellikle şiir ve kültür çevrelerince zamanın şeyhü’ş-şuarâsı olarak kabul edilmiş, büyük bir takdir ve hayranlık görmüştür. Nitekim Sâbit ve Seyyid Vehbî gibi çağın önemli şairleri Nâbî’nin İstanbul’a gelişini memnuniyetle karşıladılar. Bu devrede Darphâne eminliğiyle görevlendirilen, bir süre sonra da başmukabelecilik ve mukābele-i süvârî mansıplığına getirilen Nâbî, derlediği Münşeât’ını gözden geçirerek ona bir mukaddime yazmıştır. Ayrıca Seyyid Vehbî, Nedîm ve Mustafa Sâmi Bey gibi şairlerle müşâareleri de bu devreye rastlar.

    VEFATI

    1712 baharında ağır şekilde hastalanan Nâbî Farsça bir tarih kıtası yazdı. Ölümüne işaret eden bu kıta bazılarınca onun ermişliğine yorumlanmıştır. (Diriöz, Eserlerine Göre Nâbî, s. 120)

    Nâbî 6 Rebîülevvel 1124 (13 Nisan 1712) tarihinde vefat etti ve Üsküdar’da Karacaahmet Mezarlığı’nda Miskinler Tekkesi sofasına defnedildi. “Zelîhâ-yı cihandan çekti dâmen Yûsuf-ı Nâbî” ve “Gitti Nâbî Efendi Cennet’e dek” mısraları onun ölümüne düşürülmüş tarihlerdendir. Kabri Karacaahmet Mezarlığı'nda Miskinler Tekkesi'ne giden yolun sol kenarında olup, II. Mahmut ve II. Abdülhamit tarafından tamir ettirildi. Rabbim rahmetiyle muamele eylesin. Cennette derecesini a’li eylesin. Âmin.

    NABİ’NİN ÖZELLİKLERİ

    Nâbî hoşsohbet, kültürlü, zeki, çok güzel konuşan, şiire kazandırdığı hikemî tarz dolayısıyla kendisinden sıkça söz edilen bir sanatkârdır. Türkçe divanının mukaddimesinde bazı manzumelerinin tamamlanmadığını, beyitler üzerinde sık sık düşünüp çalıştığını ve düzeltmeler yaptığını, bu yüzden bazı şiirlerinin diğerlerinden daha güzel olduğunu vurgulayan Nâbî, anlamı ön planda tuttuğu manzumelerinde hem düşünen hem düşünmeye sevkeden ifadelere sahip bulunduğundan Türk şiirindeki hikemî tarzın temsilcisi olarak görülmüştür. Nitekim sosyal meselelere işaret edip onları eleştirirken çözüm yolları da önerir. Ayrıca mûsikiye ilgisi olan şairin kendi gazellerinden birini rehâvî makamında bestelediği kaydedilmektedir.

    Nâbî’nin didaktik nitelikli şiirlerinde mevcut dünya ve hayat görüşü, ondan sonra bu tarzda şiir yazanların çoğalmasına ve Nâbî okulu diye adlandırılabilecek hikemî bir şiir okulunun doğmasına yardımcı olmuştur. Bu çerçevede şiir yazanlar arasında Râmi Mehmed Paşa, Nedîm, Mustafa Sâmi Bey, Seyyid Vehbî, Hâmî-i Âmidî, Münif Paşa ve Koca Râgıb Paşa kaydedilebilir. Şeyh Galib dışında Şinâsi’ye kadar gelen belli başlı klasik şairlerde Nâbî okulunun tesir ve nüfuzu açıktır. Ayrıca sebk-i Hindî’nin en başarılı mümessillerinden biri olarak kişiliğini ve sanat kudretini koruyabilen şairlerin de önemlilerindendir. Kendisinden öncekilerde ancak izleri hissedilen mahallîleşme cereyanı onun manzumelerinde daha açık şekilde görülür. Hemen bütün eserlerinde vuzuh göze çarpan sanatçı divan edebiyatının tefekkür şairi olarak kabul edilebilir.

    Osmanlı hükümdarlarının altısını gören Nâbi’nin devri, yeniçerilerin başkaldırdığı, vezirlerin mal ve mülkünün gasp edildiği, devletin siyasî ve sosyal durumunun bozulmaya başladığı, Osmanlının duraklama dö-nemidir. Bu dönemde saraydan ve devlet büyüklerinden yardım umarak onlara nazireler yazan pek çok şair türedi. Nâbi, bu şairler arasında farklı bir tarz geliştirmeyi başardı. Kendisini takip edenlerle birlikte bir “Nabi mektebi” kurdu. Bu mektebin başlıca özelliği, bilgi ve düşünce unsurlarını didaktik (öğretici) bir zihniyetle ifade etmekti. Nabi’nin oğluna da sade, mütevazı bir hayat sürmesini, felsefe hariç bütün ilimleri, özellikle dinî ilimleri öğrenmesini, hayatını her zaman “orta tabaka” içinde sürdürmesini önerdiği bilinmektedir. Şiirlerinde sık kullandığı “terazi” imgesi, hayatının sürekli bir denge arayışı içinde olduğunu ortaya koyar.

    Şeyhi’nin kaydettiğine göre; “sohbeti leziz, külfetsiz, seriü’l intikal, bediü’l-irtical, gayet güzel ve tatlı konuşan” bir kimsedir. Şeyhülislâm Mehmed Esad Efendi onun güzel besteler yaptığını, musikîde de üstat olduğunu belirtir. Bu yönünün eserlerine gizli bir lirizm kazandırdığı söylenmektedir. 

    Doğu dillerini ve İslâm ilimlerini iyi bilen, İslâm medeniyeti edebiyatına vakıf olan şair, divan şiirinde konu olarak hep aynı temaların seçilmesini ilk eleştiren şairdi. Didaktik şiire büyük önem veren Nabi, devrinin bozulan sosyal, siyasî, ahlâkî durumu karşısında insanları dine, ahlâk ve fazilete çağırdı. Şiirlerinde, özellikle mesnevi tarzında yazdıklarında, tasavvuf ve hikmet konularına geniş yer verdi. Eserlerinde Osmanlı toplum düzeni hakkında görüşlerini de ayrıntılı olarak dile getiren Nabi; para, mevki ve eğlence ihtirasını da eleştirir. O, bu yönüyle devrinin sosyal ve tarihî olaylarının bir aynası olarak görülmektedir. Elli yıldan fazla süren sanat hayatı süresince, devrinin ihtiyaçlarına uygun eserler vererek çevresinin düşünüş ve sanat anlayışı üzerinde önemli bir tesir ortaya koydu. Divan şiirinde bir yenilik gibi görünen bu tarz, daha sonraki yüzyıllarda daha büyük bir önem kazandığı için şairin etkisinin de uzun süreli olduğu değerlendirmesi yapılmıştır.

    Gazelde açık bir dille yazmanın gerekliliğini öne sürmüşse de kimi gazellerinde bu kurala uymadığı, karmaşık, bol sanatlı ve ağdalı bir dil kullandığı görülür. Ancak didaktik şiirlerinde fikrini söz sanatlarıyla süslemeden, doğrudan anlatma yolunu seçtiği ve sade bir dil kullandığı için beyitleri birer vecize gibi günümüze kadar ezberlenerek gelmiştir. Bu yönüyle Divan edebiyatında Bağdatlı Ruhi’den sonra bu tarz şiirin en büyük temsilcilerinden sayılır. Kusursuz dili ve sağlam tekniğiyle de edebiyatımızın en büyük şairleri arasında yer alan Nabi, şiirlerinde İstanbul Türkçesini kullanır. Sözlüklerden kelime taramak suretiyle gazel yazanlarla da şu beyitte olduğu gibi alay eder:

 

    “Ey şi’r meyânında satan lafz-ı garîbi

    Divan-ı gazel nüsha-i kâmus değildir”

 

    Devrin önemli şairlerinden olan Sâbit, Râmî Mehmed Paşa, Sâmî, Seyyid Vehbî, Koca Ragıp Paşa gibi şairler, “Nabi mektebi”ne mensup olup şiirlerini onun etkisi altında yazmışlardır. Nabi’nin Türkçe Divan’ı hacim bakımından eski edebiyatın en büyük divanları arasındadır. Ayrıca, yaşadığı devrin özelliklerini yansıtması bakımından önemi büyüktür. 

    Eserdeki şiirlerin çoğunluğunu hikmet ve tasavvuf unsurları oluşturur. Tercüme-i Hadis-i Erbain, Cami’nin kırk hadis tercümesinden yapılmış nakillerdir. (Gen. bilgi için bkz. Abdülkadir Karahan, İslâmî Türk Edebiyatında kırk hadis toplama, tercüme ve şerhleri, 1954 ve Kırk Hadis Çevirisi, Necip Âsım tar. Millî Tetabbular Mecmuası, s. 4. 1912). 

    Ayrıca, bazı kaynaklara göre Nâbi aynı zamanda çok güzel bir sese sahipti ve müzik konusunda da fazlasıyla başarılı idi. "Seyid Nuh" ismiyle bazı besteleri olduğu bilinir.

    Nâbi Osmanlı'nın duraklama devrinde yaşamış bir şairdi, yönetim ve toplumdaki dejenerasyona ve bozukluklara şahit oldu. Çevresindeki bu negatif olgular onu didaktik şiir yazmaya itmiş, eserlerinde devleti, toplumu ve sosyal hayatı eleştirmesine neden olmuştur.

    Ona göre şiir hayatın, karşılaşılan sorunların ve günlük yaşamın içinde olmalı, hayattan, insandan ve insanî konulardan izole edilmemelidir. Bu yüzden şiirleri hayat ile alâkalı, çözümler üretmeye çalışan, yer yer nasihatta bulunan bir yapıdadır. Eserlerinin herkes tarafından anlaşılması ve hayatla iç içe olmasını istemesindendir belki de, kullandığı dil yalın ve süssüzdür.

    "Bende yok sabr-ı sükûn, sende vefadan zerre, İki yoktan ne çıkar fikredelim bir kere."

    "Nâ" ve "bî" kelimeleri arapça ve farsçada 'yok' anlamına gelmektedir. Bu beyitte Nabî mahlasının oluşumunu belirtmektedir.

    Nâbî'nin fikir ve düşünceleri gibi dil ve edebiyat hakkındaki görüşleri de kendi çağı içinde ehemmiyetli, orijinal ve yenidir. Önemli bir kısım manzumelerinde ve manzum eserlerinde bir ahlâkçı tavır alması ve bu yüzden yer yer kuru ve didaktik kalması devrinin sosyal aksaklıklarıyla alakalıdır.

    Şâir, yaşadığı devirde kendini gösteren sosyal ve ahlâkî sarsıntılarla alakalanma ihtiyacını duymuş, bilhassa mesnevi tarzında yazdığı manzumelerde, dîne, şeriate, ahlâk ve fazilete karşı büyük bağlılık kurmağa çalışmıştır. XVII. yüzyıl dîvân şiirinde bir "tefekkür" edebiyatı çığırı açarak, şiirde değişik bir şahsiyet ve hususiyet göstermiştir.

    ESERLERİ

    A) Manzum Eserleri

    1. Türkçe Divân: Muhtelif yazmalarından başka bir defa Bulak'ta (1841) ve bir defa da İstanbul'da (1875) basılmış iki matbu nüshası meydana getirilmiştir. Eser, Halep valisi Silahdar İbrahim Paşa'nın ısrarı ve müsveddelerinin toplanıp düzenlenmesine nezaret etmesiyle vücut bulmuştur.

    Dîvân 'da; 1 tevhid, 4 naat, İslâm büyükleri hakkında medhiyeler, padişahlar II. Mustafa ve III. Ahmed için kasideler ile devrin diğer devlet ricali için yazılmış kasideler, 1 terkib-i bend, 1 muhammes, 3 tahmis ve bir çok tarihler yer almaktadır. Divân'nın mesnevi tarzındaki şiirleri     IV. Mehmet'e bir medhiye ile başlar; padişah, büyükler ve dostlar hakkında bu mahiyette manzumeleri ihtiva eder. Gazeliyât kısmı alfabetik olarak tanzim edilip, her ses değişiminde gazellerin başına birer rubâî ilâve olunmuştur.

    Birçok nüshası bulunan, Kahire’de (Bulak 1257) ve İstanbul’da (1292) basılan divanın en eski nüshası 1107 (1696) tarihli olup İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde kayıtlıdır (TY, nr. 5575). Şiir sayısı ve nitelik bakımından en mükemmeli ise Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki (nr. 1118) 1117 (1706) istinsah tarihli nüshadır. Bu nüshada yirmi dokuz kaside, sekiz yüz seksen sekiz gazel, bir terkibibend, beş tahmîs, yüz elli altı tarih, on mesnevi, yüz on dört kıta, iki yüz on sekiz rubâî, altmış bir matla‘, yetmiş dört müfred, yüz seksen altı muamma ve otuz lugaz bulunmaktadır. Nâbî’nin en başarılı olduğu nazım şekli gazeldir. Onun şiir gücünü, kişiliğini, tefekkür ufkunun genişliğini, engin kültürünü, üslûp mükemmelliğini ve ifade rahatlığını en iyi gazelleri göstermektedir.

    Nâbî’nin fikir ve felsefesini daha açık biçimde ortaya koyan şiirleri divanın sonlarında yer alan kıtalarıdır. Bunlarda çağının bazı olaylarıyla ilgili zarif ve imalı eleştirilerini, tevekkül ve feragatin kazandırdığı huzuru, bozuk düzenin sebep olduğu tedirginlik gibi birçok hususun kusursuz ifadesini bulmak mümkündür. Faiza Fouadel-Shofie Nâbî’nin gazelleri üzerine bir doktora tezi (1969, Edinburgh Üniversitesi), Lokman Bağçeci divandaki küçük mesneviler üzerine bir yüksek lisans tezi (2002, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü) hazırlamıştır. Ali Fuat Bilkan da Gazi Üniversitesi’nde Nâbî’nin Kasideleri ve Kasideciliği adıyla bir yüksek lisans (1987), Nabi’nin Türkçe Divanı (Karşılaştırmalı Metin) adıyla da bir doktora çalışması yapmış (1993) ve Divan’ı ayrıca yayımlamıştır (İstanbul 1997).

    2. Dîvânçe. Türkçe divanın sonunda “Dîvançe-i Gazeliyyât-ı Fârisî” başlığı ile yer alır (İstanbul 1292). Divançede otuz üç gazel, biri divanın toplanma yılına işaret eden (1122/1710) iki tarih, aralarında Hâfız-ı Şîrâzî, Molla Câmî, Feyzî-i Hindî’nin de bulunduğu İran şairlerine yazılmış yirmi tahmîs bulunmaktadır.

    3. Hayriyye. Asıl adı Hayrî-nâme olup Nâbî’nin geniş okuyucu zümresince beğenilen ve şöhreti günümüze kadar gelen en önemli eseridir.(Bulak 1257, 1276; İstanbul 1307; Paris 1857; İstanbul 1989)

    Halep'te 1701'de oğlu Ebülhayr Mehmed adına te'lif edilen bu mesnevi Dîvân'ı ile birlikte basıldığı gibi, ayrı baskıları da vardır. (Ebüzziya kütüp., İstanbul, 1889) Pavel de Courteille Fransızca tercümesi ile birlikte Türkçe metni ayrıca neşretmiştir.

    Bu nasihat-nâme, Nâbî'nin hayatta edindiği tecrübelerin, görüşlerin nazım diliyle anlatılışıdır.

    Didaktik karakteri, dine ve dinî vecîbeleri yerine getirmeye yaptığı vurgu dolayısıyla klasik Türk edebiyatında önemli kabul edilen bu mesnevi üzerinde Mahmut Kaplan’ın hazırladığı doktora çalışması yayımlanmıştır (Ankara 1990).

    4. Tercüme-i Hadîs-i Erbaîn. Abdurrahman-ı Câmî’nin aynı adlı eserinden yaptığı manzum çeviridir. Hadisler birer kıta halinde oldukça sade bir dille serbest olarak tercüme edilmiş, Necip Âsım (Yazıksız) eseri Millî Tetebbular Mecmuası’nda neşretmiştir (Bilkan, s. 28).

    5. Hayrâbâd.  Eser oldukça hareketli bir aşk ve macera hikâyesidir. "Mefûlü, Mefâ'ilü, Fa'ûlün" vezniyle kaleme alınan bu mesnevî. İran şâiri Feridüddin Attâr'dan kısmen tercüme kısmen de ibda yolu ile meydana getirilmiştir. Bu eser şâirin diğer eserleri ölçüsünde bir kıymet veya muvaffakiyet sayılamaz.

    Ferîdüddin Attâr’ın İlâhînâme’sindeki bir hikâyenin genişletilmesinden ibaret bu mesnevi üzerinde Sibel Ülger bir yüksek lisans tezi hazırlamıştır.(1996, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü).

    6. Surnâme.  Sultan IV. Mehmed'in şehzadeleri için Edirne'de yapılan sünnet düğünü eğlencelerini, düğüne davet edilen büyükleri, getirdikleri hediyeleri; tasvir ve hikâye eden bir mesnevidir. 

    Tek nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde kayıtlı olan eser,(TY, nr. 1774), IV. 587 beyit olup Agâh Sırrı Levend tarafından neşredilmiştir (İstanbul 1944).

    7. Farsça Dîvânçe: (Dîvânçe-i Gazeliyyât-ı Fârisî) adı ile, Türkçe Dîvan içinde 39 sayfalık yer kaplayan bu eser, 32 farsça gazel ile, Mevlânâ, Hafız, Molla Cami, I. Selim, Şifâî, Örfî, Kelim, Nazîrî, Şevket, Meyî, Garîbî ve Tâlib'in gazellerinin tahmislerinden ve mesnevi tarzında iki küçük Türkçe hikâyeden ibarettir.

    B) Mensur Eserleri

    1. Tuhfetü’l-Haremeyn. Nâbî’nin 1089’da (1678-79) hacca gidişinden beş yıl sonra yazdığı eser XVII. yüzyılın süslü nesrine örnek teşkil eder (İstanbul 1265). Şairin hac yolculuğunu ayrıntılı biçimde anlattığı kitapta Türkçe, Farsça ve Arapça şiirler de yer alır. Eseri Mahmut Karakaş (Tuhfetü’l Haremeyn: Hac Hatıraları, Şanlıurfa 1989) ve üzerinde doktora tezi hazırlayan Menderes Coşkun (Manzum ve Mensur Osmanlı Hac Seyahatnâmesi ve Nâbî’nin Tuhfetü’l-Haremeyn’i, Ankara 2002) yayımlamıştır. Seyfettin Ünlü’nün Hicaz Seyahatnâmesi adını taşıyan sadeleştirmesi (İstanbul 1996) güvenilemeyecek kadar yetersizdir. M. Muhsin Kalkışım eseri dil yönünden incelemiştir (yüksek lisans tezi, 1988, Atatürk Üniversitesi).

    2. Münşeât. Nâbî'nin resmî ve hususî bir çok mektuplarını içine alan bu eser, gerek kendi hayatı, gerek yaşadığı devir hakkında mühim çizgiler ihtiva eder. Şehid Ali Paşa’nın tezkirecisi Abdürrahim Çelebi tarafından Ali Paşa’nın emriyle toplanmıştır. Nâbî, eserin baş tarafında bir konuyu on beş değişik şekilde anlatmak suretiyle süslü nesrin bir örneğini ortaya koymuştur. Eserde müellifin Râmi Paşa, Silâhdar İbrâhim Paşa ve Amcazâde Hüseyin Paşa gibi şahsiyetlere yazdığı mektuplar bulunmaktadır. Türkiye kütüphanelerinde altmışa yakın nüshası bulunan eserin Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki (Esad Efendi, nr. 3324) yazması müellif hattı olarak kayıtlıdır.

    3. Fetihnâme-i Kamaniçe. IV. Mehmed’in Lehistan’a yaptığı sefer esnasında manzum ve mensur olarak yazılmıştır. 1083’te (1672) fethedilen kaleye Nâbî, IV. Mehmed’le birlikte gitmiş ve Musâhib Mustafa Paşa’nın isteğiyle eserini kaleme almıştır. Kitap Târîh-i Kamaniçe adıyla neşredilmiştir (İstanbul 1281). Hüseyin Yüksel eser üzerinde bir yüksek lisans çalışması yapmıştır (1997, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü).

    4. Zeyl-i Siyer-i Veysî. Veysî’nin yarım bıraktığı eseri tamamlamak üzere kaleme alınmıştır. Nâbî, Veysî’nin Dürretü’t-tâc* adlı siyerine iki zeyil yazmıştır. İlki Bedir Gazvesi’nden Benî Kaynukā‘ Vak‘ası’na, ikincisi Kaynukā‘dan Mekke’nin fethine (8/630) kadar cereyan eden olaylardan bahseder. İlk zeyil Siyer-i Veysî ile birlikte iki defa basılmış (Bulak 1248, 1284), yirmi yıl sonra kaleme alınan ikinci zeyil ise henüz yayımlanmamıştır.

    Hikmet Şairi

    Yusuf Nâbî devlet vazifesinden artan zamanlarında siir ve ceşitli eserler yazmıştır. Şiirlerinde hep iyiyi ve doğruyu vermeye çalışmıştır. Bu yönüyle o bir düşünce ve hikmet şairidir. Şahsi duyguları, gönül arzularının aşmış, hakiki bir Müslümanın hayatını hem yaşamış hem de şiirlerinde yaşatmıştır. Geçici, fani dünyanın lezzetlerine, hallerine aldanmamak, kimseye haksızlık etmemek, zulmetmemek, hep müşfik ve merhametli olmak, gurur ve kibirden sakınmak şiirlerindeki nasihatlerinden en çok rastlananlarıdır. Nâbi’ye göre iyi bir insan olmanın ilk şartı her işte ve her mevzuda her zaman Allahü Teâlâ’yı hatırında tutmaktır.

    Nâbî rubailerinde, yoksulların hali, acı ve elemler karşısında sabırlı olma, kanaatkârlık, her kemâlin bir zevalinin olacağı bu sebeple Allahü Teâlâ’dan hiçbir zaman ümit kesmemek gerektiği gibi günümüz insanına da ışık tutan konuları birbirinden güzel anlamlı mısralar ile dile getirmiştir.

    İctima eylemese merd ile zen âlemde

    Edemez sureti mevlûd kabül-i peyvend

İftirak eyler ise birbirisinden amma

Hem peder ferd kalır zayi olur hem ferzend

    İzahı: ”Alemde erkekle kadın bîr araya gelmese çocuk meydana gelmez. Şayet eşler birbirinden ayrılırlarsa hem baba tek olarak kalır çocukda perişan olur.”

    Ayb-ı fukara eder ale’l-fevr zuhur

    Mestûr kalır hayli zaman ayb-ı kibar

    Pinhan olamaz az ise de bahye-i kefş

    Pûşide kalır hezâr çâk-ı destâr.

    İzahı: “Yoksulun ayıbı anında ortaya çıkar. Ekâbirin ayıbı ise uzun süre örtülü kalır. Nasıl ki pabuçtaki yırtık az da olsa gizlenemez. Oysa sarıkta binlerce yırtık bile olsa gizli kalır.”

    Erzan metâ-ı fazl ü hüner ta o denlû kim

    Bin marifet zamânede bir âferinedir

    Ebn-âı dehr her hünere âferin verir

    Yâ Rab bu âferin ne tükenmez hazînedir.

    İzahı: “Fazilet ve hünerin metaı o denli ucuz ki bu zamanda, bin marifet bir aferinle karşılanır. Çağın adamları da her hünere bir aferin verirler. Allahım, bu aferin ne tükenmez hazine imiş.”

    Devlet anın ki bezm-i âlemde

    Eyleyüp kendi haline dikkat

    Kendi aybın tecessüs eylemeden

    Bulmaya gayre bakmağa fırsat

    İzahı: “İkbal ve mutluluk o kimseye ki; bu dünyada kendi durumuna dikkat ederek, kusurlarını araştırmak yüzünden başkalarının hata ve ayıplarına bakmaya fırsat bulamaz.” 

    Nabi'nin hayatı diğer şairlerin hayatından biraz daha farklıdır. Algısı, yeteneği, cesareti, rastlantılarıyla, zuhuratların varlığı onun uçsuz bucaksız topraklarda bilinmesini sağlar. Gönlünü hacca gitmek için yoğunlaştıran Nabi, genç padişahtan himmet ister, bu istekle birlikte bütün kapılar açılır. Yol boyunca rahat  ettirilmesi için emirnameler yazan padişah Mısır Valisine hitaben  '...refah üzre hac ettirmek murad-ı hümayunumdur. Hacc-ı mebrurunda sa'y-i meşkûrunuz bile bulunmak matlubumdur.' diyen hükümdar, İstanbul'dan Şam'a varıncaya değin yetkililere yanındakilerle birlikte rahat ettirilmeleri için emirnameler yazar.

    Nabi şöyle seslenmektedir;

    Gel gönül azm-i reh-i Beyt Huda eyleyelim

    Sa'y edip Merveye tahsil-i Safa eyleyelim.

    SELAMSIZ SABAHSIZ GİDİLMEZ

    O yıllarda İstanbul'dan Hac yolculuğu Harem'den başlardı. Adının Harem oluşunun nedenini iyi anlamak gerekiyor. Yol hali hiç belli olmaz. Yol, insanın hem içinde hem de dışında tezahür eder. Kutsal yolculukların yol hali de öyledir. İçten içe besleyerek sürer. Şiir içten içe seslenerek sürer. İstanbul'dan o günün şartlarında Kâbe'ye varmak için birçok ziyaretler gelir önlerine. 

    Onlara uğramadan gitmek selamsız sabahsız gitmek gibidir. O nedenle İstanbul'dan Harameyn'e yol gider elbette. Mevlana'ya mutlaka uğrayıp bir icazet gereklidir. Tazimle bir ülfete oturmaya ihtiyaç vardır. Yol Halep'e götürür on üç yıl baba ocağına uğramayan Nabi'yi. Sonra sancılarla, yakarışlarla Urfa'ya döner. Fırat'ın üzerinden sandalla geçen şairimiz baba toprağını öperek hıçkırıklarını tutamaz ve şöyle mırıldanır;

    Kalmadı kargeh-i dilde meta-ı aram

    Oldu garetzede-i pençe-i yağma-yı vatan.

    Tahammül kalmamıştır tende, vücut kendi toprağıyla buluşmanın ağıtını Fırat'ın kenarında çağıldatmaktadır. Sonra yolcuya yol görünür ve suların ve söğütlerin diyarı Şam'a ulaşılır. Burada bir kahve yorgunluğuyla nefes alınarak şunlara rastlanır; 'Kışlık kahvehanelerin duvarları Mani'yi kıskandıracak nakışlarla süslüdür; yazlık kahvehaneleri ise bir gül denizi çevreler. Sedirlere yarı uzanmış mahmur ve çapkın müşteriler kahve dağıtan sakilere laf atarlar;

    Kahve sevdasını sekr giderirmiş derler

    Sakiya la'lin ile kahveyi zemzemle de ver.

    Bu beytin mutlaka bir karşılığı vardır kahveci güzellerinde;

    Sunulmadı bana kahve deme sen

    Nasibin var ise gelir Yemenden.

    YOL DA ÖYKÜ DE UZUN

    Yazarımız öyle ince dokur ki heybelerini, kilimlerini Anadolu diye ifade edebileceği büyük coğrafyanın istikamet üzere olan âli mekânlarını ziyaret ederek testisini doldurmaktadır. Kenan illerinden Veysel Karani'yi hatırlar ve oradan Kutsal Kudüs topraklarına ulaşır. Nil'in nazlı bir Leyla'ya benzemesi şairin yüreğine ilhamlar verir. Mısır'ın kalabalığına şaşıran şair şöyle mırıldanır; 'Bu şehir öylesine büyük ve kalabalıktır ki melekler kanatlarını oynatacak boşluk bulamazlar. Yağmur damlaları da boşluk bulup yere  erişemez'; yol uzundur, çilelidir. Mevsimler değişmektedir sürekli. Yollar uzadıkça yaşanılan hayat öyküleri de uzar, değişir ve ibretlik hisseler günlüklere düşer şiirin mısralarında. Peygamber topraklarında izler arar, geçmişin izleridir aranılan. Vahyin penceresinden bakar; baktığı bütün bir yeryüzüne Nabi.

    HUZURA NAT İLE VARDI

    1678 Yılında hacca giden bir kervanın yolcuları arasında Peygamber aşığı şair Yusuf Nabi de vardı. Pırıl pırıl parlayan yıldızların aydınlığında bu uzun çöl yolculuğunun kutlu durağına yaklaşılmıştı

    Develer, atlar, insanlar yorgun fakat duygulu gönüller heyecanlı, uyanıktı. Medine’ye, o aziz Peygamber(sav)in misafir bulunduğu şehre ulaşmaya saatler kalmıştı. Konaklama yerinde şair Nabi, önünde sırtını devesine yaslayıp ayaklarını kıbleye doğru uzatıp uyuyan bir Paşa’yı görünce hüzünlendi.Ayaklarını bile uzatmayı edebe aykırı gören, Kur'an karşısında sabaha kadar uyumadan ayakta bekleyen ecdadın inancı bir medeniyet, bir ülkü ve bir Allah ve Resul ölçüsü ve sevdasıdır, aşkıdır.

    Kasidenin matla beyti şöyledir;

    Aya Habibi Huda ya Muhammed-i Arabi

    Şefi-i ruz-i ceza ya Muhammed-i Arabi.

    Dudaklarından şu mısralar dökülmeye başladı:

    “ Sakın terk-i edebden kûy-i mahbub-i Hüda’dır bu “

    Nazargâh-ı ilahidir, makam-ı Mustafa’dır bu.“

    (Edep dışına çıkmaktan sakın, Allah’ın sevgilisinin bulunduğu yerdir burası - Burası Allah’ın nazar kıldığı Mustafa’nın makamıdır. )

    Ve Nabi ‘nin bu uyarısı çölün sessizliğinde uyuyan Paşa’nın gaflet uykusunu bıçak gibi böldü.Paşa hemen ayaklarını toparladı. Nabi coşmuş, şiirine devam ediyordu.

    ŞAİR NÂBÎ'NİN EDEP BEYTİ

    Sakın terk-i edebden kûy-ı Mahbûb-i Hudâ'dır bu

    Nazargâh-i ilâhidir, Makam-ı Mustafâ'dır bu

    Felekde mâh-i nev, Bâbüsselâm'ın sîne-çâkıdır

    Bunun kandili Cevzâ, matla'-i ziyâdır

    Habib-i kibriyanın hab gahıdır faziletde

    Tefevvuk-kerde-i arş'ı cenab-ı kibriyadır bu

    Müra'atı edep şartiyle gir Nabi bu dergâha

    Metaf-ı kudsiyandır busegah-ı enbiyadır bu…


    “Buhâkinpertevindenoldu deycûr-i âdem zâil

    Âmâdan açdı mevcûdât düş çeşmin tûtiyâdır bu.

    Muraât-ı edep şartıyla gir Nâbî bu dergâha

    Metâf-ı Kudsiyandır cilvegâh-ı enbiyâdır bu.”

    Çölde, gülünün kokusunu almış bir bülbül gibi şakıyordu.Şiiri tamamlayınca Paşa sordu:

    - Bu şiiri ne zaman yazdın?

    - Ayaklarınızı kıbleye uzanmış görünce şimdi söyledim.

    Paşa mahcubiyetle ekledi:

    - Öyleyse bu şiir ikimizin arasında kalsın, kimseye söyleme.

    Nabi “Peki” dedi. Kervan toplanıp yola düzüldü, Medine’ye iyice yaklaşılmıştı ki Mescid-i Nebevi (Peygamber Mescidi ) minarelerinden sabah namazı öncesi bir na’t (Peygamber için yazılan övgülü bu şiirin ) okunduğunu işittiler.

    Müezzinler, Nabi’nin birkaç saat önce çölde söylediği şiiri makamla okuyor “ Sakın, terk-i edebden; kûy-i mahbub-i Hüda’dır bu… “diyorlardı.

    Çölün sessizliğinde yankılanan bu mısraları duyunca kulaklarına inanamadılar. Kervan şehre girdi ve Peygamber Mescidi’nde sabah namazları kılındı.

    Namazdan sonra Nabi, müezzinlerden birinin yanına giderek sordu:

    - Allah aşkına söyle. Ezandan önce okuduğunuz bu şiiri kimden, ne zaman öğrendiniz?

    - Resul-i Ekrem Efendimiz (sav) bu gece, mescidinde görevli bütün müezzinleri rüyalarında şereflendirerek hepimize şu emri verdi : “     Ümmetimden Nabi isimli bir şair beni ziyarete geliyor. Onun bana olan aşkı, her şeyin üstündedir. Bu gün sabah ezanından önce, onun, benim için söylediği bu şiiri okuyarak Medine’ye girişini kutlayın. “ Biz de Allah Resul’ünün emirlerini yerine getirdik.”

    Şairin hıçkırıkları boğazında düğümlendi:

    - Hakikaten… Nabi mi, dedi?Âlemlerin Efendisi, Nabi gibi bir hakiri, bir zavallıyı, bir günahkârı ümmetinden saymak lutfunu gösterdi mi?

    Müezzin “ Evet !” deyince Nabi, heyecandan bayılıp bir süre kendine gelemedi.

    Şair Nabi bu yakarışlarla hac ibadetini tamamlarken hep Medine'de ruhunu teslim etmeyi istese de İstanbul'a döndükten sonra vefat eder. 

    Eserlerinden Örnekler
    Gazel
    Egerçi köhne metâ‘ız revâcımız yokdur 
    Revâca da o kadar ihtiyâcımız yokdur
    Misâl-i âb ederiz nîk ü bedle âmîziş
    Bu kârgehde mu‘ayyen mîzâcımız yokdur
    Tahammül eylemeden gayrı vaz‘-ı nâ-dâna
    Kitâb-ı fenn-i hıredde ‘ilâcımız yokdur
    O câh kim ola hem-dûş-ı ihtimâl-i zevâl
    Teveccüh etse bile ibtihâcımız yokdur
    Bizim bu kasr-ı sebük-sakf içinde ey Nâbî
    Girân-sühanlar ile imtizâcımız yokdur 
    (Bilkan, Ali Fuat (1997). Nâbî Dîvânı. C. I-II .İstanbul : MEB. Yay.)
    Gazel
    Bezm-i safâya sâgar-ı sahbâ gelir gider
    Gûyâ ki cezr ü medd ile deryâ gelir gider
    Açıldıgın haber verir agyâra gül gibi
    Her dem bize nesîm-i sebük-pâ gelir gider
    Olmaz yine marîz-i mahabbet şifâ-pezîr
    Rûy-ı zemîne bir dahı ‘İsâ gelir gider
    Sultân-ı gam nişîmen edelden derûnumu
    Sahrâ-yı kalbe leşker-i sevdâ gelir gider
    Âgûş-ı vasla almış o tıflı şeb-i visâl 
    Gehvâre gibi âşık-ı rüsvâ gelir gider
    Bir gün demez o şûh ki âyâ murâdı ne
    Çokdan bu kûya Nâbî-i şeydâ gelir gider
    (Bilkan, Ali Fuat (1997). Nâbî Dîvânı. C. I. İstanbul : MEB. Yay.624)
    Gazel
    Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
    Biz neşâtın da gamın da rûzgârın görmüşüz
    Çok da magrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde  
    Biz hezârân mest-i magrûrun humârın görmüşüz
    Top-ı âh-ı inkisâra pâydâr olmaz yine
    Kişver-i câhın nice sengîn-hisârın görmüşüz
    Bir hurûşiyle eder bin hâne-i ikbâli pest 
    Ehl-i derdin seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz
    Bir hadeng-i can-güdâz-ı âhdır sermâyesi
    Biz bu meydânın nice çâpük-süvârın görmüşüz
    Bir gün eyler dest-beste pâygâhı câygâh
    Bî-‘aded magrûr-ı sadr-ı i‘tibârın görmüşüz
    Kâse-i deryûzeye tebdîl olur câm-ı murâd
    Biz bu bezmin Nâbiyâ çok bâde-hârın görmüşüz
    (Bilkan, Ali Fuat (1997). Nâbî Dîvânı. C. II. İstanbul : MEB. Yay. 664-665)
    Gazel
    Gülsitân-ı dehre geldik reng yok bû kalmamış
    Sâye-endâz-ı kerem bir nahl-i dil-cû kalmamış
    Eylemiş der-beste dükkânın tabîb-i rûzgâr
    Hokka-i pîrûze-i gerdûnda dârû kalmamış
    Teşnegânın çâk çâk olmuş leb-i hâhişgeri
    Çeşmesâr-ı merhametde bir içim su kalmamış
    Kadrin anlar yok bilir yok merdüm-i sencîdenin
    Çârsûy-ı kâbiliyetde terâzû kalmamış
    Ceyş-i gamdan kanda etsin ilticâ ehl-i niyâz
    Kal‘a-i himmetde Nâbî burc u bârû kalmamış
    (Bilkan, Ali Fuat (1997). Nâbî Dîvânı. C. II .İstanbul : MEB. Yay.720)



Etiketler: Nabi Kimdir Hayatı Şiirleri Eserleri Türbesi | Mekteb-i Derviş

Not: HTML'e dönüştürülmez!
    Kötü           İyi
Benzer Konular