Mekteb-i Derviş | İslam

    ABDULKADİR GEYLANİ'NİN NEFS VE ŞEYTANLA MÜCADELESİ

    Abdülkâdir-i Geylânî (k.s) Hazretleri, bir müddet ders verip insanları irşâd ettikten, hak ve hakikatı anlattıkdan sonra, ders ve vaaz vermeyi bıraktı. İnzivâya çekilip, yalnızlığı seçti. Sonra sahrâlara çıktı. Bağdad'ın Kerh harâbelerinde yaşamaya başladı. Bütün vaktini ibâdet, riyâzet ve mücâhede ile nefsinin arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla geçirmeye başladı. Buyurdu ki: Irak'ın sahrâ ve harâbelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden, kimsenin benden haberi yoktu. Bâzan uzun müddet yemezdim ve "açım açım" diye içimin feryâdını duyardım. Bâzan üzerime öyle ağırlıklar gelirdi ki, bunlar bir dağın üstüne konsa, tahammül edemeyip, paramparça olurdu. Bu sırada; "Muhakkak zorlukla berâber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla berâber kolaylık vardır." meâlindeki İnşirâh sûresinin beşinci ve altıncı âyet-i kerîmelerini okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi."

    Şeytanlar çeşitli kılık ve kıyâfetlere bürünüp toplu hâlde yanıma gelir, beni yolumdan çevirmek için uğraşırlardı. Kalbimde büyük bir azim ve direnç hissederdim. İçimden bir ses; "Ey Abdülkâdir! Onlarla mücâdele et, onlara galip geleceksin." derdi. İçlerinde bir şeytan durmadan bana gelir; "Buradan git, şöyle yaparım, böyle yaparım." diye beni tehdit ederdi. Cân u gönülden, "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm" okuyunca, onun tamâmen yandığını görürdüm Bir kere Abdülkâdir Geylânî (k.s) şöyle bir ses işitti: "Ey Abdülkâdir! Ben senin Rabbinim! Sana haramları mubah, serbest kıldım." Bir rivâyete göre; "Başkasına yasak olan şeyleri sana helâl kıldım." diyordu. Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî (k.s) Eûzü çekti. "Kovulmuş şeytandan Allah’ü Teâlâya sığınırım. Sus ey mel'ûn!" diye bağırdı. Bunun üzerine aynı ses; "Ey Abdülkâdir! Rabbinin izni ile çeşitli yerlerde bana aldanmayarak, şerrimden, kötülüğümden kurtuldun. Hâlbuki ben bu yolda yetmiş kişiyi yoldan çıkardım." dedi. Onun şeytan olduğunu nasıl anladığını sorduklarında; "Sana haramları helâl ettim, sözünden anladım. Çünkü Allah’ü Teâlâ böyle şeyleri emretmez." buyurdu.

    Başka bir kere gâyet çirkin ve pis kokulu birisi geldi. "Ben iblisim, şeytanım. Sana hizmet etmeye geldim, beni ve yardımcılarımı çok yordun." dedi. "Sana inanmıyorum, buradan uzaklaş." dedim. Bana vuracak oldu ise de onu perişan ettim. İkinci defâ elinde büyük bir ateş kıvılcımı ile hücum etmeye başladı. Bu esnâda elinde kılıç bulunan atlı birisi bana yardıma geldi. Yine onu mağlûb ettim. Üçüncü olarak iblisi çok uzakta ağlar gördüm. Gâyet üzgün olarak; "Senden ümîdimi kestim. Gâliba seni yoldan çıkaramayacağım." dedi. "Sus ey mel'ûn!" dedim ve kovdum. Allah’ü Teâlâ her seferinde beni onlara karşı üstün kıldı.

    Şeytanı başımdan savdıktan sonra bana pek lezzetli süslü ve parlak şeyler göründü. "Bunlar nedir?" dedim; "Dünyâ zevkleri ve zînetleridir." denildi. Dünyâ ve onun göz kamaştırıcı lezzeti ve çabuk tükenen nîmetleri kendine çekmek istedi fakat Allah’ü Teâlâ beni onlardan da korudu. Onlara hiç kıymet vermedim. Bunun için kaybolup gittiler. Sonra Allah’ü Teâlânın rızâsına kavuşma yolunda insanın önüne çıkan mânileri, engelleri gördüm. "Bunlar nedir?" dedim. "Senin içinde bulunan mânîlerdir." denildi. Bunlara üstün gelebilmek için bir sene uğraştım.

    Sonra içimi seyrettim. Kalbimin birçok şeylere bağlandığını boş hayaller kurduğunu, kendini saraylarda sandığını gördüm. "Bunlar nedir?" dedim. "Arzu ve isteklerindir." denildi. Tam bir yıl uğraştıktan sonra kalbimi onlardan temizleyebildim.

    Yine nefsim kendi şeklinde bana gelir, kendine dost olmam için yalvarırdı. Yüz vermeyince zor kullanmak isterdi. Bir kere onu, bütün hastalıkları üzerinde, arzu ve istekleri dipdiri, şeytanları emrine hazır olarak gördüm. Bir sene mücâdele ettim. Allah’ü Teâlânın izni ile hastalıklarını iyileştirdim, arzu ve isteklerini kırdım, şeytanlarını kovdum. Kısaca nefsimle tedrîcen, safha safha mücâdele ettim. Onu iki elimle sımsıkı yakaladım. Yıllarca ıssız, sessiz, sadâsız yerlerde kalmaya mecbur ettim. Soğuk bir gece kırk defâ ihtilam oldum, havanın soğukluğuna bakmadan her seferinde, hemen yıkandım. Kerh harâbelerinde yıllarca kaldım. Yiyecekler malum; otlar, ağaç yaprakları. Dünyâ sevgisinden kurtulabilmek, nefse üstün gelebilmek için her çâreye başvurdum. Gördüğüm her yokuşa tırmandım. Nefsime hiç fırsat vermedim. Bir gece merdivende kitap mütâlaa ediyordum. Nefsim; "Biraz uyu, sonra kalkarsın." dedi. Ona muhâlefet olsun diye tek ayağım üzerinde durdum. Kur'ân-ı Kerîmi hatmedinceye kadar uyumadım.

    Bütün bunlara rağmen, henüz matluba, maksada ve asıl istediğime varamamıştım. Bunun için, tevekkül, şükür ve zenginlik gibi kapıları denedim. Aradığımı fakirlik kapısında buldum. Burada büyük bir şerefe kavuştum, kulluk sırrına erdim, sonsuz hürriyete ulaştım. Bütün arzu ve isteklerim buz gibi eridi. Bütün beşerî sıfatlarım kayboldu. Gönülden Allah’ü Teâlâdan başka her şeyi çıkarıp, hep O'nunla olmak olan "fakr" mertebesine ulaştım".

    Nihâyet bütün varlıklardan yüz çevirdim. Her şeyim Allah için oldu. Sahralarda cezbe hâlinde kendimden geçmiş olarak dolaşırdım. Kendime geldiğimde kendimi bulunduğum yerlerden çok uzaklarda bulurdum. Bir gün bu halde bir saat kadar yürümüştüm. Sonra kendimi Bağdad'a on iki günlük uzaklıkta bir yerde buldum. Düşünceye daldığımda bir ses bana; "Sen ki Abdülkâdir'sin, buna hayret mi ediyorsun?" dedi.

    Sahralarda dolaşırken "Ol" sözü ile ihsân olundum. Allah’ü Teâlânın izni ile istediğim olurdu. Bunun için çok yiyecek buldum. Dağdan bir parça koparırdım, helva olur, yerdim. Kuma deniz suyu dökerdim, tatlı su olurdu. Sonra böyle yapmaktan hayâ ettim. Allah’ü Teâlâya karşı edebi gözeterek hepsini terk ettim. Abdülkâdir Geylânî (k.s) Hazretleri bu uzun dolaşmalardan sonra Bağdad'a dönüyordu. Hızır (a.s) önüne çıkıp, şehre girmesine mâni oldu. "Emir var. Yedi sene Bağdad'a girmeyeceksin." dedi. Bu sebeple, Bağdad’ın kenarlarında yedi yıl, yerden biten mübah bakliyatı yiyerek bekledi. Bildirilen müddet bitince; "Ey Abdülkâdir! Bağdad'a gir, serbestsin." diye bir ses duydu. Soğuk ve yağmurlu bir gecede Bağdad'a girdi. Doğru Şeyh Hammâd bin Müslim Debbâs (k.s)'ın zâviyesine (dergâhına) geldi ve geceyi orada geçirdi. Sabahleyin Şeyh Hammâd Debbâs (k.s) onu görünce ağlayarak; "Oğlum Abdülkâdir! Bu devlet bugün bizim, yarın sizin olacaktır." Dedi.

    Bir müddetten beri Bağdad'da bulunan Abdülkâdir Geylânî (k.s) hazretleri fitne ve karışıklıklar olunca tekrar sahrâlara çıkmak istedi. Hibe kapısı denilen yere gelince; "Nereye gidiyorsun? Dön, herkes senden faydalanacak." diyen bir ses işitti. "Ben dînimi kurtarmak istiyorum." dediğinde; "Korkma, dînine bir zarar gelmeyecek." denildi. Düşünmeye başladı ve bu işin hakîkatını bildirmesi için Allah’ü Teâlâya yalvardı. Bu esnâda Muzafferiyye denilen yerden geçerken birisi kapıyı açıp; "Ey Abdülkâdir! Buyurun." dedi. Yanına varınca; "Söyle, dün Allah’ü Teâlâdan ne istemiştin?" dedi. Abdülkâdir Geylânî Hazretleri şaşırıp cevap veremedi. Bunun üzerine o zât kapıyı şiddetle yüzüne çarptı. Dün Allah’ü Teâlâdan ne istediğini düşünerek yürümeye başladı. Biraz sonra o zâtın Şeyh Hammâd Debbâs (k.s) olduğunu hatırladı.

    Bundan sonra onun sohbetlerine gider, halledemediği, çözemediği esrarı, gizli şeyleri ondan sorardı. O da ona bir bir açıklardı. Bâzan ilim öğrenmek için başka taraflara gittiğinden onunla görüşemezdi. Dönünce hocası ona; "Allah aşkına nerelere gidiyorsun? Bu civarda senden daha âlim birisi var mı?" derdi. Şeyh Hammâd'ın (k.s) müridleri ona bâzan; "Sen âlim birisin. Burada ne işin var, buradan gitsene." derler; Şeyh Hammâd da onlara; "Utanmıyor musunuz? Onu buradan kovmak mı istiyorsunuz. İçinizde onun gibisi yok. Benim ona eziyet ettiğime bakmayın. Onu imtihan etmek, denemek, mânen kemâle ermesi, olgunlaşması için böyle yapıyorum, mânâ âleminde onu koca bir dağ gibi görüyorum." derdi.

    Yine bir sohbet toplantısında, Abdülkâdir Geylânî (k.s) Hazretleri dışarı çıkmıştı. Şeyh Hammâd; "Şu genci görüyor musunuz? Bir zaman gelecek ayağı bütün velîlerin boynunda olacak, her velî ona itâat edecek." dedi. Başka bir gün o gelince ayağa kalkıp; "Hoş geldin Abdülkâdir! Sen âriflerin, Allah’ü Teâlâyı tanıyanların seyyidi, efendisisin. Senin sancağın doğudan batıya kadar dalgalanacak. Bütün boyunların sana eğileceğini ve akranlarının üstünde bir dereceye ulaşacağını müjdelerim." dedi. Zamânındaki diğer evliyâ da kerâmet olarak ilerde onun derecesinin yüksek olacağını haber verdiler. Abdülkâdir Geylânî (k.s) Hazretleri zaman zaman Şeyh Tacül ârifîn Ebü'l-Vefâ (k.s) hazretlerinin yanına giderdi. Ebü'l-Vefâ (k.s) hazretleri o gelince ayağa kalkar, yanındakilere; "Ayağa kalkın, evliyâdan biri geliyor." derdi. Ona karşı bu şekilde iltifât etmesine hayret eden talebelerine; "Henüz zamânı var. Vakti gelince, okumuş, câhil herkes bu gence muhtâc olacak, onun feyzinden, mânevî ilminden faydalanacaktır. Sanki şu anda onun Bağdad'da cemâatlere vaaz ve nasîhat ettiğini, "Ayağım bütün velîlerin boynundadır." dediğini ve bütün velîlerin boyunlarını ona uzattıklarını, görüyorum." derdi.

    Bir defasında da; "Ey Bağdadlılar! Allah’ü Teâlâya yemîn ederim ki, onun başında bir ucu doğuda bir ucu da batıda olan sancaklar dalgalanacaktır." dedi ve Abdülkâdir Geylânî (k.s) hazretlerine dönüp; "Bugün söz bizim fakat ilerde senin olacak. O zaman bu ihtiyarı hatırlarsın." diye hitâb etti.

    İRŞADA VE NASİHATE YENİDEN BAŞLAMASI

    Nihayet Abdülkâdir Geylânî (k.s) Hazretleri Bağdad'da insanları irşâda, Allah’ü Teâlânın beğendiği yolda bulunmaya Sufi Yusuf Hemadani (k.s) Hazretlerinin ve hocalarının tavsiyesi üzerine,  yeniden dâvete ve nasîhat etmeye başladı, İnsanlar onu dinlemek için birbirleriyle yarışmış, hitabeti çok etkili olduğundan, çabuk tesiri altına almış, bundan dolayıda kendisine; (Bazullah-Allah’ın Şahini-El Bazul Eşheb, avını kaçırmayan şahin,)ünvanıyla anılmıştır. (Vassaf Hüseyin, Sefineyi Evliya sh.72)

    Abdulkadir Geylânî (k.s) Hazretleri Yûsuf Hemedâni (k.s) Hazretleri ile karşılaşmasını şöyle anlatır: “Bir müddet sonra Hemedân’dan Yûsuf Hemedâni denilen bir adam geldi. Ona kutup deniyordu. Ribata misafir oldu. Oraya gittim, fakat onu göremedim. Bana onun serdâbda (bodrumda)olduğu söylendi. Oraya indim. Beni görünce ayağa kalkdı. Beni oturttu. Bütün ahvâlimi bana anlattı. Müşküllerimi halletti. Ve sonra insanlara konuş dedi. Ben de ona acemî(yabancı) birisi olduğumu Bağdat’taki fasihler gibi konuşamayacağımı söyledim. Bunun üzerine: “Sen fıkhı, fıkıh usûlünü, hilâfı, nahvi, lügati ve Kur’ân tefsirini iyice öğrendin. O halde, konuşma sana neden uygun değil? Kürsüye çık ve konuş. Ben sende hurma olacak bir tohum, bir kök görüyorum.” Dedi. Bu vak‘adan sonra susmaya tâkati kalmamış ve insanlara konuşmaya başlamıştır. Bu esnada o meclisde bulunan zatlar şu sözlerin onun ilk sözleri olduğunu söylediler: “Gavvâs-ı fikir kalb denizine dalarak marifet incilerini gönül sahiline çıkarırlar. Dilin tercümanı olan tellâllar bunları nidâ ederler. Ve Allah’ın izniyle yüce makamlara irtifâ için en değerli bahalarla en güzel taatleri satışa çıkarırlar.”(Zehebî, Siyer, XX, 446–7; Gürer, Abdülkādir Geylânî, s.67-8.Yafiî, Mir’ât, III, 361.)

    Bir gün kendini nûrların kapladığını gördü. Bu hal nedir diye sorunca, Resûlullah (s.a.v) Efendimiz Allah’ü Teâlânın sana verdiği yüksek dereceyi tebrik etmeye geliyor, denildi. Nûrun git-gide çoğaldığı bir anda Resûlullah (s.a.v) Efendimiz görünerek bir elbise verdiler. Sonra; "Bu, kutubluk denilen velîlere âit evliyâlık elbisesidir." Buyurdular.

    TASAVVUFA İNTİSABI
    İlk intisabını Şeyh Ebul Hayr Muhammed bin Müslim ed Debbas (k.s) a yapmış. Kadı Ebi Said el Mübarek el Mahzumi (k.s)’den icazet almış, tarikat hırkasını onun elinden giymiştir.(Ebul Hasan Nedvi, İslamda Fikir ve Davet Örnekleri. Sh.261.Ömer Rıza Doğrul İslamda Tasavvuf. Sh.113)

    Abdülkâdir Geylânî (k.s) hazretleri tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde sundu. Peygamber Efendimizin (s.a.v) bereketiyle sözleri gayet tatlı ve tesirli idi. Kendileri şöyle anlatır: Hicrî 521 senesi Şevval ayının on altısı olan Salı günü öğleden önce, Resûlullah (s.a.v) Efendimizi rüyâmda gördüm. "Ey oğlum, niçin konuşmuyorsun?" buyurdu. "Babacığım ben yabancıyım. Bağdad fasîhlerinin yanında nasıl konuşurum?" dedim. "Ağzını aç!" buyurdu. Ağzımı açtım. Yedi defâ mübarek ağzının suyundan ağzıma saçtı ve "İnsanlarla konuş, onları güzel hikmet ve vaazlar ile Rabbinin yoluna çağır." buyurdu. Öğle namazını kıldım. Yanımda kalabalık insanlar gördüm. Nutkum tutuldu. Ali bin Ebî Tâlib'i (r.a) gördüm. Mecliste benim karşımda ayakta duruyor ve bana; "Ey oğlum niçin konuşmuyorsun?" diyordu. "Babacığım! Nutkum, konuşmam tutuldu, konuşamıyorum." dedim. "Ağzını aç." buyurdu. Açtım. Ağzının suyundan ağzıma altı defâ saçtı. "Niçin yediye tamamlamadınız?" dedim. "Resûlullah'a (s.a.v) karşı olan edebimden." buyurdu ve gözden kayboldu. Bundan sonra en fasîh bir dille konuşmağa başladım.(Nefha, vr. 69b-70a; Ayrıca bkz. Yafiî, Neşrü’l-mehâsin, II, 676; Şihâbî, Tenşîtü’l-hâtır, s. 101-3;Tefrîh, s. 48.)

    Birgün, minberde oturmuş vaaz ediyordu. Birden süratle en son basamağa indi. Ayakta, elini elinin üstüne koyarak, mütevâzi bir şekilde durdu. Bir müddet sonra minbere çıktı. Eski yerine oturdu ve vaazına devâm etti. Oradakilerden birisi, ne oldu diye suâl edince; "Ceddim Resûlullah'ı (s.a.v) gördüm. Geldi ve minber önünde durdu. Hayâ edip, son basamağa indim. Kalkıp, gitmeye başlayınca, bana yerime oturmamı ve insanlara vaaz etmemi emr etti, dedi. Resûlullah (s.a.v) Efendimizden Hz.Ali (r.a) vâsıtasıyla gelen feyzler, mânevî ilimler ondan sonra Hz.Hasan ile Hüseyin (r.anhüm)ve on iki imâmdan diğerleri ile devam etti. Bunlardan sonra gelen evliyâya feyzler hep on iki imâm vasıtasıyla geldi.

    Abdülkâdir Geylânî (k.s) Hazretleri dünyâya gelip velî oluncaya kadar hep böyle idi. Fakat o evliyâlıkta yüksek dereceye kavuşunca, on iki imâmdan gelen feyzler, ilimler, bereketler onun vâsıtasıyla geldi. Başka hiç bir velî bu makâma ulaşamadı. Bunun için; "Önceki velîlerin güneşi battı. Bizim güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak, batmayacaktır." buyurdular. Kıyâmete kadar, her velîye feyzler onun vasıtasıyla gelecektir. Bunun için kendisine "Gavs-ül-A'zam; En büyük Gavs" denildi.

    Nefha müellifi, torunlarından Şerefüddîn Yahyâ’dan gelen rivâyeti esas alarak Abdülkādir Geylânî’yi ince yapılı, orta boylu, omuzları geniş, sakalı uzun ve enli, ten rengi esmer, kaşları birbirine yakın (bitişik), iri gözlü, sesi güzel, tok ve açık olarak tarif eder.(Nefha, vr. 280a-b; Aynı tarif için bkz: Behçet, s. 190; İbnü’l-Verdî, Tetimme, II, 69; Yâfiî, Mir’ât,.III, 352; İbnü’l-İmâd, Şezerât, VI, 331; Şihâbî, Tenşîtü’l-hâtır, 126.)

    Çok güzel giyinir, talebeleri dâhil kimseden bir şey kabul etmez, küçük çocuklar ve kölelerle sohbet eder, fakirlerle oturup kalkardı. Gözü yaşlı aşırı derecede heybetli, dua ve niyazı kabul olunan, üstün ahlaklı, islamdan taviz vermeyen, Allah’a ve Resulüne âşık, Kur’an’a ve Sünnete bağlı bir veliydi. Tasarruf ve kerametleri vefatından sonrada devam etmiştir.

    Bedeninin nahifliğine rağmen muhataplarında bıraktığı etki heybet ve azamettir. Nitekim meşâyih arasında cesareti heybet ve azameti ile şöhret bulmuştur. Bir kimseye nazar ettiğinde, aslanın bakışlarından ürker gibi muhatablarını korku aldığı, bir hususu emrettiğinde insanların mutlaka onu en güzel şekilde yerine getirmek için gayret sarfettiği ve kimsenin ona muhalefet etmeye gücünün yetmeyeceği de rivâyet edilir.(Nefha, vr. 58a-b..)

    91 yıllık hayatının 73 yılını Bağdat’da geçirmiş, Abbasi Halifelerinin ve Selçuklu Sultanlarının icraatlarına şahit olmuş, idarecileri adil olmaya devet etmiş, sultana yaltaklık edenlere, zalimlere karşı çıkmış onları uyarmış, bütün ömrünü islama adamış, Allah’ın dinine hizmetten ve insanlara güzel örnek olup irşaddan ayrılmamıştır. Birçok gayri Müslim islamla şereflenmiş onun müridi olmuştur. Gavsu’l-Azam sadece vaazlarla, nasihat ve öğütlerle, özendirmeler ve teşviklerle yetinmezdi. Gerekli gördüğü yerde çok açık bir ifade ve cesaretle ma'rûfu emreder, kötülüklerden menetme görevini yerine getirirdi. Sultanları, büyük devlet görevlilerini, dönemin halifelerini çekinmeden uyarır, onların yanlış hareketlerini ve kararlarını tenkid etmekten de geri durmazdı. Bu konuda kimsenin makam ve mevkiine bakmaz, etki ve yetkisini asla gözönünde tutmaz, yalakalık yapmazdı.

    Hafız İmâmüddîn İbn Kesîr, Tarih'inde şöyle yazıyor: "O, halifelere, vezirlere, sultanlara, kadılara, avam, havas herkese iyiliği emreder kötülükten menederdi. Gayet açık bir dille ve cesaretle kalabalığın içinde, minberde, alenî olarak onları uyarırdı. Herhangi bir zâlimi vali ve idareci yaparsa ona itiraz eder ve Hak konusunda hiç kimsenin kendisini kötülemesine aldırış etmezdi." Kalâidü'l-Cevâhir kitabının sahibi şöyle yazıyor: "Halife Muktedî Liemrillâh, Kadı Ebu'l Vefa Yahya'yı kadı tayin edince -ki bu zat, zâlim İbn Mürcem (taşlanmış şeytanın zalim oğlu) diye anılırdı.

    Abdulkadir Geylani (k.s) Hazretleri minbere çıkarak şöyle konuştu:"Sen müslümanlar üzerine zalimlerin zalimi bir adamı tayin ettin. Yarın kıyamet günü merhametlilerin merhametlisi olan Allah'a ne cevap vereceksin!"Bu sözleri duyan halife sarsıldı, titredi ve ağlamaya başladı ve o anda kadıyı görevden uzaklaştırdı.

    Gavsul A’zam, o sultanların ve Allah'tan korkmaz devlet erkânının yanında yer almış asalak (resmî ve saray mensubu) âlimleri, şeyhleri de şiddetle, ağır bir dille tenkid eder, iç yüzlerini açıklardı. Onlardan dolayı sultanlar ve erkân-ı devlet daha çekincesiz ve korkusuz hale gelmişlerdi. Bu sınıfa hitab ederek bir yerde der ki:" Siz neredesiniz, gerçek âhiret âlimleri nerede? Ey ilim ve amel hâinleri! Ey Allah ve Resûlü'nün düşmanları! Ey Allah kullarının yol kesicileri! Siz açıkça zulüm ve nifak içindesiniz. Bu nifak ne zamana kadar devam edecek? Ey âlim ve zâhid geçinenler! İdarecilerden ve sultanlardan dünya malını, zevk ve lezzetini alıncaya kadar mı onlara münafıklık yapacaksınız? Siz ve asrımızın birçok idarecileri Allah'ın malında ve kullarına verdiği nimetlerde ihanet ve zulmet içindesiniz. Ey Yüce Allah'ım! Ya bu münafıkların şevketini kır veya onları tevbe ettirerek bundan vazgeçirt. Zulmü yık; yeryüzünü onlardan temizle veyahut da onları ıslâh eyle."

    Bir başka yerde o gruptan bir insana hitab ederek şöyle diyor: "Sen utanmıyor musun ki, hırsın seni zalimlere hizmetçilik yapmaya ve haram yemeye âmâde kıldı? Sen ne zamana kadar zalim sultanlara hizmet etmeye, ne zamana kadar haram yemeye devam edeceksin. Hizmetçiliğini yaptığın kimsenin sultanlığı en kısa zamanda tükenmek üzere. Senin, hiç sonu olmayan Allah'a hizmet etmen gerekir. (Kalâidul Cevahir, s.8.meclis: 51.52. Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/287-289.)


Etiketler: Nefs ve Şeytanla Mücadelesi Abdulkadir Geylani, irşada başlaması, Abdulkadir Geylani Tasavvufa İntisabı | Mekteb-i Derviş

Not: HTML'e dönüştürülmez!
    Kötü           İyi
Benzer Konular