Abdülkādir Geylânî’(k.s)nin yaşadığı doksan yıllık hayatı boyunca ömrünün son senelerinde ileri yaşından kaynaklanan rahatsızlık dışında ciddî bir hastalık yaşamadığı rivâyet edilir. Onun hastalığı ile vefâtı arasında geçen süreçteki konuşmalarını oğlu Abdülazîz (k.s) yazıyordu. Bir ara Abdulkadir Geylânî (k.s)’nin ona orada bulunan Afîf adlı şahsı kasdederek “Afîf’e ver de o yazsın” demesi üzerine devamını bu şahıs yazmıştır.( Fethu’r-Rabbânî, s. 405.)
Gavs’ul-A’zam, uzun bir süre dünyayı, zahirî ve bâtını üstün meziyetleriyle, manevî kemâlâtı ile faydalandırdıktan, İslâm dünyasında maneviyatın ve Allah'a yönelmenin zevkini, neşesini meydana getirdikten sonra H.561. Yılında.M.1166 yılının Rebiul Ahir ayında Cumartesi gecesi Bağdat’ta Hakk’ın rahmetine kavuşmuş, Bağdatta Kadiri külliyesindeki türbesine defnolunmuştur. Onun için “Veliler Sultanı Abdulkadir Geylani, Aşk ile doğdu, kemal ile ömür sürdü ve kemal-i aşk ile Rabbine vasıl oldu.”diyerek tarih düşürülmüştür ki, ebced hesabına göre “aşk” 470, “kemal” 91, “kemal-i aşk” ise 561’e tekabül etmektedir. Buna göre Geylânî 470’de doğmuş 91 senelik bir ömürden sonra 561 tarihinde vefat etmiştir.
Oğlu Şerefüddîn İsa (k.s) ölümünü şöyle anlatıyor: "Vefat etmesine sebep olan hastalığa yakalandığında kardeşim Şeyh Abdülvehhab (k.s) kendisine, sizden sonra yapmam için bana bazı tavsiyelerde bulunun dediğinde. Buyurdu ki:”Daima Allah'tan kork. Allah'tan başka kimseden korkma, Ondan başka birinden de bir şey bekleme. Bütün ihtiyaçlarını Allah'a havale et. Sadece ona güven ve herşeyi ondan iste. Allah'tan başka hiç kimseye güvenme. Tevhid yolunu tut ki o yol, herkesin birleştiği noktadır, dedi ve şöyle devam etti: Kalb Allah ile yoğrulmuş olursa hiçbir şey ondan kopmaz ve hiçbir şey oradan dışarı çıkamaz. Ve dedi ki: Ben kabuksuz özüm.”
Vefat edeceği sırada, oğullarına: “Yanımdan ayrılın. Çünkü zahirde sizinle, batında sizden başkasıyla (yani Allah’u Zülcelal’le) beraberim. Yanımda sizden başkaları da (melekler) var. Onlara yer açın. Onlara karşı edebli olun. Buraya büyük bir rahmet iniyor. Onları sıkıştırmayın.” Sonra selam aldı. “Ve aleyküm selam ve rahmetullahi veberekatuhu” Allah'ın selâmı, bereketi, rahmeti sizin üzerinize olsun. Allah sizi de beni de bağışlasın, benim de sizin de tevbenizi kabul etsin. Bismillah, gelin ve geri gitmeyin.”
İşte bunları bir gece bir gündüz sürekli söyledi durdu. Sonra şöyle dedi: Yazık size. Ben hiçbir şeye aldırış etmiyorum. Ne bir meleğe, ne de ölüm meleğine. Ey ölüm meleği, bizim amellerimiz senden çok bize bir şeyler vermiştir”.
Öldüğü gecenin gündüzünde müthiş bir sayha attı. İki oğlu Şeyh Abdürrezzak (k.s) ve Şeyh Musa (k.s) diyorlar ki: Tekrar tekrar ellerini kaldırıp uzatıyor ve diyordu ki; Allah’ın rahmeti, bereketi, selâmı size olsun. Hakka dönün, sıfata girin. Ben şimdi sizin yanınıza geldim. Bir de şöyle diyordu: Yumuşak olun. Sonra hakkın emri geldi de ölüm hali kapladı. O vaziyetteyken dedi ki: Benimle sizin ve bütün insanların arasında yerle gökler arası kadar fark vardır. Beni kimseyle kıyaslamayın, kimseyi de benimle kıyaslamayın. İki defa “Allahümme Refikul A’la,”Yüce dosta gidiyorum”dedi. Bir ara,”Durun” Ölüm ve sekerat hali geldi, bu halde iken, bana kimse bir şey sormasın. Ben Allah’u Zülcelalin ilminde bir halden başka bir hale geçmekteyim.” Dedi,
Oğlu Şeyh Abdülaziz (k.s) hastalığının gidişini sorduğunda; benim hastalığımı kimse bilmez, kimse de anlamaz, ne insan, ne cin, ne de melek. Allah'ın hükmünden Allah'ın bilgisi şaşmaz, (Kendi hükmünü yine en iyi kendi bilir.) Hükmü değişir ama bilgisi değişmez, hükmü nesholur ama ilmi nesholmaz. Allah istediğini yok eder, istediğini bırakır. Onun katındadır asıl yazı. Ne yaparsa yapar ondan sebep sorulmaz, insanlardan sebep sorulur, dedi.
Sonra oğlu Şeyh Abdülcebbâr (k.s), kendisine: Neren ağrıyor? Diye sorduğunda ise şöyle dedi: "Her tarafım ağrıyor. Fakat kalbimde bir ağrı yok. O Allah'la sağlam olarak birliktedir.
Sonra son demi geldi. Şöyle söylemeye başladı: "Kendinden başka hiç bir mâbud olmayan Allah'tan yardım istiyorum. O münezzeh ve yücedir, canlıdır. Yok, olması düşünülemez. Kendi kudreti ile izzetini gösteren, ölüm ile kullarına galip gelen o Allah arınmıştır. Ondan başka mâbud yoktur. Muhammed (s.a.v) Efendimiz Allah'ın peygamberidir."
Oğlu Şeyh Musa (k.s) diyor ki, Babam: Vefat ettiğinde, son sözlerinde, üç defa:”Allahümme Refikul a’la. Lailahe illallah Muhammedün Resulullah. Allah, Allah, Allah”deyip sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp mükerrem ruhunu canana teslim etmiştir.(Fütûhu’l-gayb, s. 135-6; Fethu’r-Rabbânî, s. 405; Nefha, vr. 227b.) Abdulkadir Geylânî’(k.s)ni nin Rebiulâhir ayının 11. gecesi vefât ettiği görüşünde olan Aliyyü’l-Kārî, bu tarihte de bir hikmet gizli olduğuna işâret eder. Ona göre, Hz.Peygamber Rebîulevvelde vefât ettiğinden onun Rebîulâhirde vefât etmesi velînin nebîden mertebe bakımından bir derece daha aşağıda olduğuna işarettir. (Herevî, Nüzhet, s. 21.)
Rabbim derecesini âli eyleyip bizleri şefatinden, himmetinden mahrum etmesin. Âmin.
Vefâtı büyük bir üzüntüyle karşılandı. Cenâze namazını kılmak üzere, görülmemiş bir kalabalık toplandı. Cenâze namazını oğlu Şeyh Abdülvehhâb (k.s) hazretleri kıldırdı. O kadar insan toplanmıştı ki, kalabalık sebebiyle ancak gece defn edilebildi. İnsanlar, büyük kalabalıklar hâlinde ziyâretine geldiler. Bu ziyâretler günlerce devâm etti.
Kabri ziyaretgâh olup, kerametleri ve tasarrufu kıyamete kadar devam edecek büyük bir Allah dostudur. O mübarek şöyle diyordu:
”Öncekilerin (velilerin) güneşi battı,
Bizim güneşimiz sonsuza dek batmıyacaktır”.
Abdülkādir Geylânî’(k.s)nin türbesi ve Câmi’sinin aslı daha önce belirttiğimiz gibi hocası ve şeyhi Muharrimî’nin Bağdat’ta Babü’l-ezc mahallesindeki medresesidir. Bu mahalle, bugün Geylânî’ye hürmeten Babü’ş-Şeyh olarak anılmaktadır. Medrese, ribat, cami ve türbesiyle bir külliye haline gelen binalar 656 (1258) yılında Moğolların Bağdat’ı yağmalamaları esnasında ilk büyük zararı görmüştür. Bütün şehri yakıp yıkan Moğollar Abdülkādir Geylânî (k.s) medresesini ve torunlarından Nasr b. Abdirrezzâk’ın yaptırdığı “Yedi Kubbeli Câmi” ismiyle anılan medreseye bitişik camiyi de yerle bir etmişlerdir. Bu binaların yerine yenileri Moğol tehlikesi kesildikten sonra inşa edilebilmiştir. Ancak 1508 yılında Safevî hanedânın Bağdat’ta hükümrân olmasından dolayı Şah I. İsmâil’in yönetimindeki ihtilâlciler tarafından 914 (1509)’da külliye birkez daha yıkılır.
Evliyâ Çelebi Seyahatnâme’sinde 930 (1524) tarihinde Şah İsmâil’in oğlu Şah Tahmasb’ın Süleymân Han’dan korkusuna Bağdat’ı ziyadesiyle imâr ettiğini söyleyerek bu konuda şu bilgileri verir: “Ancak nökerân-ı Kızılbaşlar sur içinde olan Abdülkādir Geylânî ve diğer evliyânın türbesini ve İmâm-ı A‘zam’ın türbesini Osmanlı imamıdır diye harab edip atlarını bağladılar. Bir gece kırk aded evliyâ Süleymân Han’ın rüyâsına girerek ‘Bizi Kızılbaş elinden kurtar Bağdat’a gel’ dediler. Sefere çıkıp Kasr-ı şirin civârında karâr kıldıktan sonra o sırada Bağdat hânı olan Tekyelü Mehemmed Han Sünnî ve Osmanlı muhibbi imiş, Sultan’a bir mektup göndererek peygamberi rüyâsında gördüğünü ve Bağdat’ı kendisine teslim etmesi gerektiğini söyler. Ve Abdülkādir Geylânî de aynı şekilde kendisine rüyâda teslîm etmesini söyler.” Kânûnî Sultan Süleymân 24 cemâziyelevvel 941’de (1 Aralık 1534) Bağdat’ı fethedip şehre girdiğinde Geylânî’nin türbesini ziyaret etmiştir. Kabrin enkaz halindeki görüntüsünü görünce yüksek bir kubbe yapılmasını emretmiştir. Ayrıca yine Sultan’ın emriyle hem belde halkının hem de civâr bölgelerdeki fakirlerin, dulların ve ziyaret için gelen misafirlerin yemek yiyebilmesi için bir dârü’z-ziyâfe yapılmıştır. Kânûnî sadece bunlarla yetinmeyip buraların daha sonraki masrafları için Bağdat’ta kaldığı dört ay içinde bu cami ve türbe için zengin vakıflar kurmuştur. Mimar Sinan tarafından inşasına başlanılan cami ise 1574’de Bağdat valisi Elvandzâde Ali Paşa zamanında tamamlanmıştır. Derûbî’nin Bağdat’taki diğer camilerden hem sanat hem de görünüş bakımından daha üstün olduğunu söyediği Geylânî Cami’sini, Bağdat’lı Rûhî, Divân’ında zikretmiş, “Câmi‘-i ehl-i duâ çeşme-i âb-ı hayât” mısrâıyla tarih düşmüştür.
1623 yılında Safevî hükümdarı Şah Abbas, Bağdat’ı kuşatıp Sünnî halkı katlederken onların kutsal ve mübârek kabul ettiği İmâm-ı Azâm ve AbdülKādir Geylânî’nin türbelerini de tahrip ettirerek cami ve medreseleri ahır haline getirdi. Sultan 4. Murad tarafından 15 Ekim 1638 yılında şehir tekrar fethedildiğinde başta Geylânî ve İmâm-ı A‘zâm’ın türbesi olmak üzere tahrip edilen yerler Sultan’ın emriyle onarılmıştır.
Bağdat Osmanlı idaresinde kaldığı zamanlar boyunca, bazen bizzat padişahlar tarafından bazen de vezirler ve yöneticiler tarafından Allah dostlarına duydukları saygının bir ifadesi olarak Geylânî türbesine mutlaka bir yenilik bir tamirat yapılmıştır.
Abdülmecid Hân’ın Hz. Peygamber’in kabrinin örtüsünden bir parçayı sandukasına örtülmek üzere göndermesi bunlardan biridir. Tekke ve zaviyesi bakımlı bir hale getirilmiştir. Bugünde dünyanın her yerinden gelinerek ziyaret edilmektedir.
Son yıllarda da türbenin bakım ve onarımına önem verilmiş, 1970 yılında yeniden çalışmalara başlanmış 1976 yılına kadar devam etmiştir. Kapılar kubbeler ve mihrablar ve arka duvar tamir edilmiştir.
Mütevellîlerden Seyyid Yusuf b. Abdullah el-Geylânî ve Burhâneddîn b. Abdurrahmân el-Geylânî bu câminin tamîri bakımı ve korunması işinde çok büyük gayret göstermişlerdir.
(Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme, IV, s. 247; Gürer, Abdülkādir Geylânî, s.77; Derûbî, Bâzü’l-eşheb, s.158; Uluçam, “Abdülkādir-i Geylânî Külliyesi”, DİA, IV, s. 239; Halaçoğlu, “Bağdad”, IV, 434; M.Cavid Baysun, “Bağdad”, İA, II, 204, 206.Âlûsî, Târîhu mesâcidi Bağdâd, s.51; Derûbî, Bâzü’l-eşheb, s. 159-166.Samerrâî, Târîhu mesâcid, s. 278. Geylânî türbe ve medresesinin genel görünümü için bkz. Ekler, s.2, Azzâvî, Târîhu’l-Irâk IV, 119; Derûbî, Bâzü’l-eşheb, s. 157.
Nefha müellifi, Şah İsmail’in Bağdatı işgalinde rafizî denilen bir zümrenin Abdulkadir Geylânî (k.s) Hazretlerini’ kabrinden çıkarıp Ahmet b. Hanbel (k.s)’in yanına defnetme çabaları ile ilgili bir malumât verir: “Hazret-i Şeyh âhirete intikāllerinden sonra râfizîler kabr-i şerîflerinden cesed-i saâdetlerin çıkarıp İmâm Hanbel yanına defn etmek istediler. O vaktin pâdişâhının vezîrinin dahi râfizî olması hasebiyle pâdişâh ona tâbi‘ olup cesed-i şerîflerin çıkarılmasını vezîrin hâcibine emretti. Hâcib dahi mezarcıları çağırdı. Cesed-i saâdetlerin çıkarıp nakletmeye kasdettikde demirden bir sed ortaya çıkıp onu çıkarmaya güç yetiremediler. Vezîr tekrar rafizîlerden birkaç mezarcı bulup oraya gönderdi. Onlardan biri eline kazmayı alıp vurmak istediğinde eli kurudu. Hazret-i Şeyh’in bu kerametini görünce tecdîd-İslâm eyleyip hazret-i Pîr’in rûhâniyyetlerinden istimdâd edip sıhhat buldu. Diğeri dahi cesâret edip ‘Seyredin ben nasıl kazarım’ dedi ve hışmıyla kabr-i şerîflerine tekme vurunca Pîr’in bir kerameti olarak, o anda cinnet geçirip şâha sövmeye ve uygun olmayan birçok sözler söyleyerek bağırmaya başladı. Padişaha onun durumunu haber verdiklerinde burnunu ve kulağını, elini, ayağını kesdirip Şeyh’in medresesine asdırdı. Diğer rafizîleri de idam ettirdi”(Nefha, vr. 228a-b.)
Gavs’ul-Azam bu dünyadan göçüp gitti, ama arkasında İslâm davetçilerinden, ahlâk ve nefisleri temizleyip terbiye eden bir kitle bırakarak gitti. Bu kitle onun hizmetini kıyamete kadar devam ettirecektir. Cenab-ı Hak rızası için çalışan Habibinin yolundan gidenlerden eylesin. Âmin. (Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/294-297.)
ABDULKADİR GEYLANİ'NİN BIRAKTIĞI ESERLER
Birçok eser bırakmış, bu eserlerden bir kısmı okuyucuların hizmetine sunulmuştur. Bu eserlerinden bir kısmı: 1-El Günye li-Talibi Tarikil Hak, 2-El Fethur Rabbani, 3-Futuhul Gayb, 4-El Füyuzatur Rabbaniyye fi Evradil Kadiriyye, 5-Mektubat, 6-Cilalül Hatır min Kelami Şeyh Abdulkadir, 7-Sırrul Esrar ve Mazharul Envar, 8-Ed Delail, 9-Es Siracul Vehhac fi Leyletil Mirac, 10-Akidetul Bâzil Eşhe, 11-Tefsirül-Kur’an .(İslam Ansk. C.1 sh.236. İslamiyetin Getirdiği Tasavvuf, Ömer Rıza Doğrul, sh.113)
Eğer bir kimse iki rek'at namâz kılıp, her rek'atta ba’de’l-Fâtiha, onbir İhlâs okur ve ba’de’s-selâm tekrâr onbir ihlâs ve selât u selâm kırâat ederek, sağ ayağıyla şark ve garb tarafına onbirer hatve yürüdükten sonra, ayaklarını birleştirip tevakkuf ve nidâ eyleye ki,ya'ni "Ben seni Hak teâlâya vesîle edip hâcetimin husûle gelmesi emrinde senden ricâ ederim." dese, bi-izni’llâhi teâlâ nâil-i merâm olması mukarrerdir. Bu husûsta ulemâ-yı kirâm bâ-husûs meşâyih-ı izâm ta’lîm-i vasiyet ettiler.”
يا سيدي، يا عبد القادر! إني جعلتك الوسيلة إلى الله في قضاء حاجتي
Tefrîhu’l-Havâtır’da, Behcetü’l-Esrâr’dan da aynı sûretle nakl olunuyor. Ancak tevessülde daha tafsîlat münderictir. Mes'ele ihlâs ile tevessüldedir. Bu abd-i fakîr, mükerreren bu fi'l-i memdûhu ihtiyâr ettim ve âsâr-ı bâhiresini derhâl gördüm, el-hamdü lillâh.