BATINİLİK NEDİR? BATINİLİK HAREKETİ, FELSEFESİ VE KURUCUSU
YÜCE İMAM KİMDİR? BATINİLER NEYE İNANIR? HASAN SABBAH KİMDİR?
GÜNÜMÜZDE BATINİLİK
Bâtınîlik ya da Bâtın’îyye. Nasların zâhirî mânalarını kabul etmeyen, gerçek anlamları ancak Tanrı ile ilişki kurabilen “mâsum imam,yüce imam'ın bilebileceği temel görüşünü savunan aşırı islam dışı fırkaların ortak adıdır.
Bâtınîlik kelimesi Arapça Bâtın'dan üretilmiştir. Bâtın; gizli olan, bir şeyin gerçeği, iç yüzü anlamına gelir. Aynı zamanda İslami anlayışta Allah'ın 99 adından biridir.
“Gizli olmak; bir şeyin iç yüzünü bilmek” anlamındaki batn veya butûn kökünden türeyen bâtın kelimesine nisbet ekinin eklenmesiyle oluşmuş bir terimdir. Buna göre bâtıniyye “gizli olanı ve bir şeyin iç yüzünü bilenler” anlamına gelir. Terim olarak “her zâhirin bir bâtını ve her nassın bir te’vili bulunduğunu, bunu da sadece Tanrı tarafından belirlenmiş veya O’nunla ilişki kurmuş mâsum bir imamın bilebileceğini iddia eden gruplar” diye tarif edilebilir ki aşırı Şiî fırkalara ve mülhidlere varıncaya kadar birçok zümreyi içine alır. Âyet ve hadislerin zâhirlerinde bulunmayan bazı anlamların mevcudiyetini belirtmek üzere kullanılan bâtın terimine ve nasları bâtınî mânalarla yorumlama faaliyetine hicrî II. asır Şiî kaynaklarında rastlamak mümkünse de (bk. Mufaddal b. Ömer, s. 58, 82, 116) bâtıniyye kelimesi erken devir kaynaklarında geçmemektedir.
Yapılan tesbitlere göre bu terim ilk olarak Makdisî’nin el-Bedʾ ve’t-târîḫ’inde kullanılmıştır (V, 133). Bu hususu dikkate almak ve bâtınî te’villerle ilgili literatürün teşekkülünü göz önünde bulundurmak suretiyle bâtıniyye teriminin hicrî IV. yüzyılın ilk yarısında Irak’ta ortaya çıkmıştır. Bilâhare, Hindistan, Pakistan, İran ve Afrika’nın bazı bölgelerinde tutunmuştur.
Bâtınîlik sadece bir akım ya da grup değildir. Tarihte ve günümüzde derin etkileri olan bir düşünce sistemidir.Bugün bile birçok sapık görüşleri alevi,Bektaşi,Nusayri,kadyani,bahaiyyede devam etmektedir.
Bâtınilik hareketi, Büyük Selçuklu Devleti zamanında zuhur eden ve devletin başına âdeta bela olan bir terör örgütüdür. Selçuklu Devleti’nin merkezi otoritesini zaafa uğratmak ve zihinleri bulandırmak suretiyle sinsice ve bir fesat örgütü olarak çalışan bu mezhebe intisap edenleri, kendilerine mahsus yollarla cinayet işleyen bir şebeke olarak tanımlamak mümkündür. Zikrettiğimiz bu örgüt, özellikle 1092-1104 yılları arasındaki fetret devrinde Büyük Selçuklu Devleti’ndeki merkezi idarenin zayıflamasıyla etrafa dehşet saçan cinayetlerine hız vererek teşkilatlanma konusunda epey mesafe kat etmiştir.
BATINİLER NEYE İNANIR?
İslamda Kur'an ayetlerinin görünür anlamlarının dışında, daha derinde gerçek anlamları bulunduğu inancı, ayetleri buna göre yorumlayan akıma Batınilik, bu düşünceyi benimseyen kişiye de Batıni denir.
İslâm düşünce tarihinde Bâtıniyye, nasları zâhir-bâtın ayırımına tâbi tutarak te’viller yapan, İslâm’ın temel hükümlerini (zarûrât-i dîniyye) bütün Müslümanların anlayışından farklı olarak yorumlayıp din anlayışlarını inkâr veya ibâha sınırına kadar götüren itikadî fırkalar yanında, son derece gizli bir şekilde teşkilâtlanmış örgütler vasıtasıyla merkezî idareye karşı girişilmiş isyan faaliyetlerinin başını çeken çeşitli siyasî gruplar için de kullanılmış ortak bir lakaptır.
Batıniler tarafından Budizm'in düşünce yapısı tasavvuf yolundan ayrılan ayrı bir batıni mezhep halinde sunulurken, Mani ve Mazdek gibi dinlerin temsil ettiği inanca bağlı şiirler İbah'iyyün tarafından özümsenmekteydi.
Sapkın ve ne olduğu tam olarak belli olmayan bir inanca sahip oldukları bilinmektedir. Tapınak şövalyelerinin kurulmasına sebep olan suikastçilerdir. Alamut kalesi adında bir yerde karargâhları olan Batıniler, suikastçiler eğitiyorlardı. Hançer ise sembolleriydi.
Âyet ve hadisleri sûfî temayüle göre tefsir eden mutasavvıflara da bazan aynı lakap verilmiştir. Kaynaklar söz konusu fırka ve zümrelere bu lakabın verilmesini, naslara zâhirî mânalarıyla ilgisi bulunmayan bâtınî anlamlar yüklemeleri, gizli (mestûr) bir imamın peşinden gitmeleri, inkâr ettikleri halde inanmış görünüp asıl gaye ve hedeflerini gizlemeleri, faaliyetlerini gizlice yürütmeleri, âlemin sırlarına vâkıf olduklarını iddia etmeleri gibi çeşitli sebeplere bağlamışlardır.
Hicrî IV. yüzyıldan itibaren Bâtıniyye’yi tanıtmaya çalışan kaynaklarda mevcut bilgilerin büyük bir kısmı muhalifleri tarafından yazılmış reddiye tarzındaki eserlere dayanır. Ayrıca Bâtıniyye teşkilâtına girip akîdelerini öğrendikten sonra bu zümreden ayrılanların veya kılıç zoruyla itirafta bulunanların verdiği bilgilerle bizzat bu gruba mensup dâîler tarafından yazılan eserlerin ihtiva ettiği bazı bilgiler de mevcuttur. Bununla birlikte Bâtıniyye’yi gerçek yüzüyle ve ayrıntılı olarak tanıtan kaynaklar son derece azdır. Şehristânî’nin de işaret ettiği gibi (el-Milel, I, 192) bunda, Bâtınîler’in çeşitli ülkelerde ve muhtelif zamanlarda insanları farklı inançlara davet etmelerinin ve bu yüzden farklı isimlerle anılmalarının büyük bir rolü bulunmalıdır. Nitekim Bâtınîler Irak, Bahreyn, Şam, Mısır, Hindistan, Horasan, İran, Türkistan ve Türkiye ve diğer İslâm beldelerinde değişik adlarla anılmışlardır.
Ca‘fer es-Sâdık’tan sonra imâmetin oğlu İsmâil’e geçtiğini savundukları için İsmâiliyye, âlem ve imâmet anlayışlarında yedili bir sistemi benimsediklerinden Seb‘iyye, hakikatin ancak gizli bir imamın tâlimiyle öğrenilebileceğini öne sürdüklerinden Ta‘lîmiyye, dinin haram kıldığı hususları helâl saydıklarından İbâhiyye, mal ve kadında ortaklığı câiz gören Mazdek ile Bâbek’e uyduklarından Mazdekiyye ve Bâbekiyye, İslâm akaidine aykırı ulûhiyyet telakkilerini benimsediklerinden Zenâdıka, âlemin yaratılışını ve âhiret hayatını inkâr ettiklerinden Melâhide, Hamdân Karmat (Kırmıt), Nâsır-ı Hüsrev, İbn Nusayr, Anuş Tegin ed-Derezî ve Hasan Sabbâh gibi liderlere bağlı olduklarından Karâmita, Nâsıriyye, Nusayriyye, Dürziyye ve Sabbâhiyye, Bâbek zamanında kırmızı elbise giydiklerinden Muhammire, Rey şehrinin Hürrem bölgesinde bulunduklarından dolayı da Hürremiyye diye adlandırılmışlardır.
DOĞUŞU VE GELİŞMESİ
Bâtınî düşüncenin ve dolayısıyla Bâtıniyye’nin menşei konusunda ileri sürülen farklı görüşleri üç noktada toplamak mümkündür.
1. Bâtınî yazarlara göre bâtınî davet Ca‘fer es-Sâdık zamanında ve bizzat onun tarafından başlatılmış, daha sonra onun belirlediği esaslar çerçevesinde oğlu İsmâil tarafından devam ettirilmiştir (Mustafa Gālib, s. 22, 23).
2. Ehl-i sünnet ve Mu‘tezile âlimlerine göre Bâtıniyye’nin menşei Mecûsîlik, Sâbiîlik, Yahudilik gibi eski din ve kültürlerdir. Bâtıniyye bunların karışımından oluşmuş İslâm dışı bir inanç karışımı ve hatta yeni bir dindir. Nitekim bu mezhebin önemli simalarından Meymûn b. Deysân el-Kaddâh Mecûsîliğe, Hamdân Karmat ise Sâbiîliğe mensuptur. İslâm dininin yayılışını kabullenmeyen bazı eski din mensupları kılıçla engel olamadıkları yeni dini kültür değişikliğine uğratmak, böylece temel hükümlerini bozup onu içten çökertmek amacıyla sözde Ehl-i beyt sevgisi esasına dayandırdıkları gizli teşkilâtlar kurmuşlardır. Bâtıniyye bu teşkilâtların en etkili olanıdır.
Mecûsîlik ile Bâtıniyye’nin inançları arasında büyük bir benzerliğin bulunması bu konuda dayanılan delillerden biridir. Kādî Abdülcebbâr ile Abdülkāhir el-Bağdâdî Bâtıniyye’yi hiçbir dine bağlı olmayan ve materyalist fikirlere dayanan bir mezhep (melâhide ve dehriyye) olarak görürler. Bu müellifler Bâtınîler’in yaptıkları tutarsız te’villerle temel İslâmî hükümleri iptal etmelerini, peygamberlere düşmanlık beslemelerini, haramları helâl saymalarını da görüşlerini ispatlayan deliller olarak kabul ederler. (Kādî Abdülcebbâr, II, 106, 367-387; Bağdâdî, el-Farḳ, s. 171-172, 177-178).
3. Çağdaş bazı araştırmacılara göre Bâtıniyye’nin kaynağı Yeni Eflâtunculuk, Yeni Pisagorculuk gibi gnostik felsefî akımlardır. İlk defa yahudi filozof Philon bu felsefî görüşlerden faydalanarak bâtınî te’vili Tevrat’a uygulamış, daha sonra da bu metot Bâtıniyye ile irtibatlı olan İsmâiliyye’nin önemli kaynaklarından Resâʾilü İḫvâni’ṣ-Ṣafâ’da aynen taklit edilmiştir. (Ali Sâmî en-Neşşâr, II, 289-291; M. Ahmed el-Hatîb, s. 31, 34, 48).
Bunların dışında bazı yazarlara göre yahudilerdeki rec‘at, mehdî, insanı tanrılaştırma, tenâsüh vb. inançların Bâtıniyye fırkalarında da görülmesi Yahudiliğin bu gruplar için kaynak oluşturduğunu ispat eder niteliktedir.
Mezhepler tarihi araştırmacıları Bâtıniyye’nin bir mezhep olarak ortaya çıkışını ve kuruluşunu hicrî III. (IX.) yüzyılın ikinci yarısından başlatırlarsa da aslında bu hareketin başlangıcı ile doğuşunu hazırlayan siyasî ve fikrî sebepler II. (VIII.) yüzyılın başlarına kadar uzanır. Bu dönemde iktidarda bulunan Emevî idaresinin ırkçılık esasına dayanan baskı politikası toplumda huzursuzluk kaynağı olmuş ve böylece ortaya çıkan gayri memnunlar zümresinin Hâşimîler’e karşı temayülünü arttırmış, sonunda da Abbâsîler idareyi ellerine geçirmişlerdi. Bir taraftan büyük çoğunluğun inanışına uygun politikalar takip eden Abbâsîler’in Şiîler’e karşı çeşitli baskılarda bulunması onları gizliliğe itmiş, diğer taraftan da İslâm’a muhalif dinlerin mensupları bu harekete destek vererek sahip çıkmıştır. Ayrıca Emevîler’den itibaren aristokrat zümreye tanınan imtiyazlar sonucunda toplumdaki sosyal sınıflar arasında uçurumlar meydana gelmiş, böylece halkın çeşitli siyasî-dinî hareketlere itilmesine uygun bir zemin hazırlanmıştır. Nitekim Basra’daki Zenc isyanında ve Bahreyn’deki Karmatî hareketinde fakir işçi ve kölelerin çoğunluğu teşkil etmesi, Bâtınîliğin oluşmasında fikrî sebepler yanında siyasî, sosyal ve iktisadî sebeplerin de rol oynadığını gösteren delillerdir.
Bâtıniyye’nin ortaya çıkışını hazırlayan fikrî hareketin kaynağını ise mutedil bazı Şiî yazarlarca da yahudi asıllı olarak tanıtılan Abdullah b. Sebe’nin ortaya attığı aşırı görüşler oluşturur. İbn Hazm kendi devrine kadar gelen Bâtınîler’in fikir babası olarak Hz. Ali’yi ilâhlaştıran Abdullah b. Sebe’yi gösterir. (el-Faṣl, I, 326).
Taberî’nin bir rivayetinde, “Sana Kur’an’ı farz kılan Allah muhakkak ki seni vaad edilen yere döndürecektir.” (Kasas Suresi,85) meâlindeki âyete Hz. Muhammed’in ölmediği ve bir gün mutlaka döneceği (rec‘at) anlamını vererek Kur’an’ın bâtınî tarzda ilk defa Abdullah b. Sebe tarafından te’vil edildiği görüşüne yer verilmesi. (Târîḫ, IV, 340), İbn Hazm’ın tesbitini doğrulayıcı mahiyettedir. Son devir âlimlerinden Muhammed Reşîd Rızâ ile Sâbir Tuayme ve M. Ahmed el-Hatîb gibi Bâtıniyye hakkında müstakil araştırmalar yapan bazı yazarlar da bu kanaattedir.
İbn Sebe’den sonra Muhammed b. Hanefiyye ile oğlu Ebû Hâşim’in imâmeti fikri etrafında toplanan Keysâniyye grupları ve bilhassa Harbiyye, doktrinlerini bâtınî te’vil esasına dayandırarak İslâm akaidine aykırı bazı aşırı görüşler ileri sürmüşlerdir. Onlara göre Hz. Peygamber vahyin zâhirini getirmiş, Hz. Ali ile soyundan gelen imamlar ise onun bâtınını ortaya koymuşlardır. İmamlar bâtın ilmine sahip oldukları için nasların zâhirlerini içlerinde saklı bulunan gerçek mânalarla te’vil edebilirler. Gāliyye’nin önemli simalarından sayılan Ebû Mansûr el-İclî böyle bir ilme sahip olduğunu iddia ederek cennetin dünyadaki nimetler, cehennemin de dünyada çekilen sıkıntı ve ıstıraplar anlamına geldiğini ileri sürmüş ve bâtınî te‘vili bir doktrin haline getirmeye başlamıştır. (Bağdâdî, el-Farḳ, s. 149, 150).
Daha sonra Ebü’l-Hattâb el-Esedî bâtınî te’villerin esaslarını koymuş ve geliştirip yaymıştır. Bütün Bâtıniyye fırkalarının reisi olarak gösterilen Ebü’l-Hattâb’ın görüşleri, Ca‘fer es-Sâdık’tan sonra oğlu İsmâil’i imam kabul eden İsmâiliyye mensuplarına Meymûn el-Kaddâh ve oğlu Abdullah vasıtasıyla intikal etmiştir. Bundan dolayı kaynakların bir kısmında hâlis İsmâiliyye ile Bâtıniyye tesiri altına girerek âdeta onunla bütünleşmiş olan İsmâiliyye çok defa aynı mezhep kabul edilir ve İsmâiliyye’nin başlangıcı aynı zamanda Bâtıniyye’nin başlangıcı olarak gösterilir. Esasen III. (IX.) yüzyılın ilk yarısında ihtilâlci bir karakterle âniden ortaya çıkan İsmâiliyye’nin, başlangıç tarihinden itibaren bir asrı aşkın devresi hakkında fazla bir şey bilinmemektedir. Öyle görünüyor ki bu bilinmeyen devre hâlis İsmâiliyye dönemidir.
Ebü’l-Hattâb’ın ölümünden sonra bâtınî te’villere dayanılarak üretilen aşırı görüşler Hattâbiyye’ye mensup olanlarca İsmâiliyye’ye taşınmış ve artık İsmâiliyye Bâtıniyye’den ayırt edilemeyen bir mezhep halini almıştır. Böylece Karâmita, Nusayriyye, Dürziyye gibi Bâtıniyye fırkalarının oluşmasına zemin hazırlanmıştır. Bâtıniyye’nin İsmâiliyye ile aynîleşmesinin bir sonucu olarak bu hareketin tarihini ve önemli simalarını belirlemek de zorlaşmıştır.
Abdülkāhir el-Bağdâdî Bâtıniyye tarihini Meymûn el-Kaddâh ile başlatırken (el-Farḳ, s. 169) Deylemî onu bu mezhebe çağıran son dâîlerden biri olarak kabul eder. (Meẕhebü’l-Bâṭıniyye, s. 3-4). Mezhebin gizlice kurulup faaliyet gösterdiği düşünülürse Meymûn’u davetin açığa çıkarıldığı dönemi başlatan kişi olarak görmek mümkündür.
BATINİLİĞİN YAYILDIĞI YERLER
Genellikle Abbâsî halifelerinden Me’mûn devrinde başlayıp Mu‘tasım-Billâh zamanında yayıldığı ve Selçuklular dönemine kadar sürdüğü kabul edilen Bâtıniyye hareketi, Dımaşk civarında bulunan Selemiye’de (Selemye) Abdullah b. Meymûn el-Kaddâh; Basra’da Hamdân Karmat ve Abdân; Kûfe’de Muhammed b. Zekeriyyâ; Bahreyn’de İbn Ebû Zekeriyyâ, Ebû Saîd el-Cennâbî ve oğlu Ebû Tâhir; Yemen’de Ali b. Fazl, İbn Havşeb; Cürcân’da Ebû Ali ed-Deylemî; Horasan’da Mukanna‘ ve Hüseyin b. Ali el-Mervezî; Sicistan’da Muhammed b. Ahmed en-Nesefî; İran’da Me’mûn b. Eş‘as, Hasan Sabbâh; Mısır’da Ubeydullah el-Mehdî; Mağrib’de Ebû Abdullah eş-Şiî ve daha pek çok Bâtınî-İsmâilî şahsiyetlerce yürütüldü.
Yaklaşık üç asır boyunca İslâm dünyasının bu bölgelerinde huzursuzluk ve anarşi kaynağı olan Bâtıniyye dâîleri başta Selçuklu Veziri Nizâmülmülk olmak üzere birçok devlet adamı ile bazı Sünnî âlimleri öldürmüşlerdir. Büyük Selçuklu sultanlarının azimli mücadeleleri sonunda İsmâiliyye’nin gölgesi altında faaliyetlerini sürdüren Bâtıniyye hareketinin gücü kırılmış ve sönmeye yüz tutmuştur. Moğol istilâsıyla birlikte halk içindeki yıkıcı etkileri de büyük çapta sona ermiştir.
İsmâilîler’ce kurulan çeşitli devletlerin yıkılmasından sonra İslâm dünyasında Bâtıniyye’nin, daha çok İslâm akaidine muhalif inançlar ileri süren ve varlıklarını günümüze kadar devam ettiren Nusayriyye ile Dürziyye yanında son dönemlerde ortaya çıkan Bâbiyye, Bahâiyye, Kādiyâniyye gibi fırkalarca temsil edildiği kabul edilir.(Abdurrahman Bedevî, II, 10, 87, 152; A. Şükrî Ebû Avz, s. 151). Zâhid Kevserî Türkler arasında yaşayan bazı Şiî-Bektaşî grupları da Bâtıniyye’den sayar.
DÜŞÜNCE VE İNANÇLARI
Bâtınîlik ilk olarak XI ve XIII. yüzyıllardaki kaynaklarda zararlı bir akım olarak geçmektedir. Konunun bu noktasında Bâtınîliği hazırlayan sebepler arasında şu hususların da ifade edilmesinin yararlı olacağı kanaatindeyiz: Peygamber(s.a.v)Efendimiz döneminde tek vücut olan İslâm dünyasının, Peygamberin vefatıyla birlikte sancılı ve sıkıntılı bir döneme girdiğine tanık oluyoruz. Hz. Peygamberin vefatıyla ortaya çıkan “imamet ve hilâfet” meselesi aslında bütün sorunların altında yatan ana nedeni oluşturuyordu.Bu fitnenin ateşini yakan Yahudi dönmesi Abdullah ibn Sebe ve yandaşları başlatarak gittikleri her yerde, İmâmetin Ali’nin hakkı olduğunu savunarak Hulafai Raşidin Hz.Ebubekir,Hz.Ömer,Hz.Osman(r.anhuma)hazretlerine küfür ve hakaretler ederek imametin zorla gasbedildiğini Hz.Ali(r.a)nın hakkı olduğunu savunanlarla bu düşüncenin karşısında yer alanların mücadelesi, ilk ciddi sonuçlarını Hz.Ali(r.a) ve Hz.Muaviye(r.a) dönemlerinde vermiş ve İslâm dünyasının Şiî-Sünnî şeklinde parçalanıp iki kutba ayrılmasına sebep olmuştur.
Hz.Muaviye(r.a) ile başlayan Emevî saltanatı süresince ve bunu takip eden Abbasiler döneminde, yönetimin ve bazı idarecilerin zorbalıkları, takibatları ve tehditleri devam etmiş,Fitne birçok masumun canının yanmasına kanının dökülmesine sebeb olmuş,bu fitne Hz.Ali(r.a)nın Hz.Hüseyin(r.a)ve birçok sahabenin şehid olmasına sebeb olmuştur.
Abbasiler dönemi de dahil olmak üzere bu devre gelinceye kadar, mevcut yönetim pek çok sorunlarla yüz yüze gelmiş ve giderek artan bir düşman grubuyla karşı karşıya kalmıştır. Devrin genel panaromasına baktığımızda şöyle bir manzara ile karşılaşıyoruz: Şiî dünyası mevcut yönetimin aleyhinde faaliyet göstermektedir. Çünkü imâmet konusunda ehl-i beyte haksızlık yapıldığını, imâmetin Ali evladının hakkı olması gerektiğini savunmaktadır ve bunun mücadelesi için çaba harcamaktadır. Hâriciler ise imâmet ve hilâfet konularında Şiî’lerden ve mevcut yönetimden (Sünni İslâm) farklı düşünmekte ve herkesin imam olabileceği görüşünü benimsemektedir. Mevâlîler ise orduya ve önemli mevkilere getirilmediğinden dolayı yönetime karşı muhalefet sergilemektedir. İdarenin de mevâli sınıfa ikinci sınıf insan muamelesini reva görmesi bu grubu da kendinden uzaklaştırmıştır.
İşte böyle parçalı bir yapılanma içinde iken İslâm’ın aleyhinde olan çevreler, kılıçla savaş meydanlarında üstesinden gelemedikleri İslâm’ın, perde arkasında çevirdikleri dolaplarla mağlup edilebileceği inancına kapıldılar. Bu kapsamda İslâm’ın içine nifak tohumları serpmek düşüncesiyle gizliden gizliye teşkilatlanmaya başladılar. Bunun için de mevcut yönetimle sorunları olan yukarıda isimlerini zikrettiğimiz grupların içlerine sızmayı denediler. Onların dâvâlarının gerçek olduğunu, düşüncelerinde haklı olduklarını ifade ederek art niyetlerini göstermeye başladılar. Bu anlamda Gazâli de, Bâtınîliğin bu maksatla kurulmuş karanlık bir örgüt oluşuna dikkat çekmektedir.
Bu açıdan baktığımız zaman, Bâtınîliğin kaynakları arasında eski din ve kültürlerin izlerinin olduğunu söylemek mümkündür. Kur’an ve sünnetin dışında Hz.Ali(r.a)’nin hayatına dair yazılanları içeren Nehc’ül-Belâga da kitap bazında ifade edilmesi gereken önemli kaynaklardandır. İçinde eski din ve kültürlerden izler de bulunduran Bâtınîliğin, bu izleri ve etkileri ilkelerine de yansıtmış olduğunu görüyoruz. Bâtinî doktrinine baktığımızda belirgin özellikler olarak şunları söyleyebiliriz:
Bâtınîler genellikle Müslüman çoğunluğun benimsediği İslâm akaidine uymayan inançları telkin ettikleri ve İslâm ülkelerinde idareyi hedef alan siyasî faaliyetlerde bulundukları için daima gizli teşkilâtlar kurarak gayelerine ulaşmaya çalışmışlardır.
Bu gizlilik onların teşkilâtları hakkında bilgi edinmeyi güçleştirmekle beraber muhtelif kaynakların kaydettiğine göre bâtınî teşkilâtı şöyle şekillenir:
1. İmam. Bâtınilerin yüce İmamı. Teşkilatın en yetkilisi olup Bâtıniye’yi sevk ve idare eder. Selçuklu Devleti'nin yıkımına neden olan sebeplerden birisi de Batıniliktir (Haşhaşilik olarak da bilinir). Haşhaşin'in kurucusu Hassan Sabah' dır. Şiilikte bu anlamları ancak Tanrı ile ilişki kurabilen Batıni imamlarının bilebileceğine inanılır. Batıni inancında İmam sessizdir ve Batınilerin yüce imamı kendisini gizler.
11. yüzyılda Hasan bin Sabbah'ın görüşleri etrafında oluşan akım Fatımiler tarafından desteklenmiştir. Liderleri Hasan Sabbah, Kazvin bölgesindeki Alamut Kalesi'ni kendisine merkez yapmış ve fedaileri aracılığıyla Nizamülmülk'ün de aralarında bulunduğu birçok devlet adamını suikast yaparak şehit etmiştir.
2. Hüccet. Dördü imamın yanında, sekizi de diğer faaliyet bölgelerinde bulunan on iki hüccetin her biri imamın vekili durumundadır. Değişik bölgelerde imam adına faaliyette bulunan hüccetlere sâhibü’l-emr de denilir.
3. Dâî. Hüccetlere bağlı olan ve halkı Bâtıniyye’ye davet eden misyonerler mükelleb (eğitilmiş, avlanmaya hazır köpek) ve me’zun kısımlarına ayrılır. Mükelleb dâî halk arasından mezhebe davet edilecek adayları belirleyip bir süre eğitirken me’zun dâî yavaş yavaş onlara bazı bâtınî esasları öğretir.
4. Mü’min-i müstecib. Bu zümreyi de Bâtıniyye’ye giren kişiler oluşturur.
Görüşleri ve Davet Metotları. Bâtıniyye’nin temel düşüncesi, herhangi bir ilmî ölçüsü bulunmayan ve genellikle İslâm dininin belli başlı esaslarını iptal etmek vesilesi olarak kullanılan te’villere dayanır. Doktrinlerinde iki türlü te’vile rastlanır.
a) Âyetleri bâtınî mânalarla yorumlamak (mâna te’vili).
b) Âyetleri ihtiva ettikleri harf sayısına göre ve ebced hesabına dayanarak mânalandırmak (hurûfî te’vil). Bâtınîler’e ait görüşlerin çoğu birinci tür te’villerle ortaya konmuştur. Onlara göre nasların gerçek anlamı kelimelerin içinde saklı olup sadece kendi imamlarınca bilinebilir.
Bu mânaları imamdan tâlim yoluyla öğrenenler âyetlerin zâhirini terketmelidirler. Zira zâhirî mânalara uymak, bâtınî bilgileri elde edemeyenler için söz konusudur. İslâm dışı kültürlerin izlerini taşıyan Bâtıniyye görüşleri Gāliyye fırkalarıyla büyük bir paralellik arzeder. Bununla birlikte müstakil olarak Bâtıniyye’ye atfedilen görüşler de mevcuttur.
Bunları şöylece özetlemek mümkündür:
1. Bilgi problemi. Akıl ve duyular yeterli ve güvenilen birer bilgi kaynağı oluşturmadığından her asırda insanlara gerçek bilgileri öğretecek mâsum bir imam gereklidir; gerçek bilginin kaynağı odur.
2. Ulûhiyyet. Allah, başlangıçsız (kadîm) “küllî akl”ı icat edip onu ulvî ve süflî bütün varlıkların illeti yapmış ve onun vasıtasıyla küllî nefsi yaratmıştır. Akıl “sâbık” (ilk varlık), nefis ise “tâlî”dir (ikinci varlık). Tanrı’ya herhangi bir sıfat nisbet etmek mümkün değildir. (Deylemî, s. 6, 31; İbn Teymiyye, III, 22). Naslarda yer alan isim ve sıfatlar sadece ruhanî ve cismanî sınırları belirler. Tanrı imamların bedenine hulûl eder ve kâinatı onlar vasıtasıyla yönetir.
3. Nübüvvet ve imâmet. Küllî akıl ile küllî nefis ulvî âlemin iki sınırını teşkil ettiği gibi nebî ve imam da süflî âlemin iki boyutunu oluşturur. Nebî “nâtık” (konuşan), imam ise “sâmit”tir (susan). Sâmite bazan “sâkit” de denilir. Nebî küllî akıldan taşan mânaları kutsî gücü sayesinde alarak zâhirî bir kelâma dönüştürür ve insanlara bildirir. İmam ise yaptığı bâtınî te’villerle bu lafızların gerçek mânasını ortaya koyar. Sanıldığı gibi nebî melek vasıtasıyla kendisine vahiy gelen ve mûcizeler gösteren biri değildir. (Deylemî, s. 35-36).
Peygamberlere atfedilen mûcizeler ya tamamen asılsızdır veya bâtınî mânalara işaret eden sembollerdir. Kâinatın bağlı bulunduğunu iddia ettikleri yedili sistem peygamberler ve imamlar için de geçerlidir. Bir peygamberin dönemi kendisi ve daha sonra gelen altı imamla birlikte yedi devir devam eder, sonra yeni bir peygamber gelir. Peygamberler insanlara farklı emir ve yasaklar getirerek birbirleriyle çelişmişler, güzel olan bazı hususları insanlara yasaklamışlar, buna karşılık zor olan bazı hususların yapılmasını emrederek onları gereksiz yükümlülükler altına sokmuşlardır. (İsferâyînî, s. 85-86). Her asırda mutlaka bulunması gerekli olan mâsum imamlar, peygamberlerin getirdiği nasları te’vil ederek onların gerçek mânalarını açıklayan, böylece dinî emir ve yasakları değiştirebilen kutsî varlıklardır. “Esas” ve “vasî” gibi lakaplarla da anılan, “yedullah” ve “vechullah” gibi unvanlar taşıyan imamlar aslında ulûhiyyetin beden kalıbına girdiği şahsiyetlerdir. İmamlar silsilesi yedi devre halinde devam eder, biri sona erince yeni bir yedili devre başlar ve böylece sürüp gider.
4. Âhiret. Âlem hem ezelî hem de ebedî olup onun nizamı hiçbir zaman değişmeye mâruz kalmayacaktır. Kıyametin kopması, zamanın imamının ortaya çıkıp yeni bir şeriat getirmesi demektir. Ölen insanın bedeni toprağa karışıp aslına döner, ruhu ise durumuna göre ya devamlı şekilde başka bir bedene girerek cismanî âlemde kalır veya iyi ruhlarla beraber olur. Bir görüşe göre cennet dünyada mutlu olarak yaşamayı, cehennem ise sıkıntı ve ıstırap dolu bir hayat sürmeyi ifade eder.
5. İbâha. Nasların zâhirlerinden çıkarılan bütün dinî yükümlülükler, bu nasların imamlar veya hüccetleri (yardımcılar) vasıtasıyla bilinebilecek bâtınî mânalarına vâkıf olmayan halk için söz konusudur. Bâtınî mânaları öğrenenlerden bütün dinî yükümlülükler kalkar. Bundan dolayı Bâtıniyye’ye girenlerin namaz kılması, oruç tutması, hacca gitmesi ve zekât vermesi gerekli değildir. Zira Bâtıniyye te’viline göre abdest almak zâhir ehlinin bilgisizliğini bâtınî te’villerle gidermek, namaz kılmak imama ve yardımcılarına itaat etmek, oruç tutmak imamın sırlarını korumak, zekât vermek mezhep mensuplarına ilim dağıtmak, hacca gitmek ise imamı ziyaret etmek gibi mânalar taşır. (Deylemî, s. 45-46). Buna karşılık zina sırları başkasına yayma, lâşe bâtını olmayan zâhir, domuz eti münafık, şarap (Hz.) Ebû Bekir, kumar (Hz.) Ömer anlamlarına gelir. Ayrıca dinî yükümlülükler akla aykırı düştükleri için terkedilmelidir. (İsferâyînî, s. 86).
6. Takıyye. Naslarda semboller halinde saklı bulunan bâtınî mânaları herkesin anlaması mümkün değildir. Bir sır niteliği taşıyan bu mânaları Bâtıniyye’ye intisap etmeyen ve dolayısıyla ehliyet kazanmamış bulunan kimselerden saklamak gerekir. Bunun için de takıyye uygulamak vazgeçilmez bir prensiptir.
BÂTINİLERİN TEMEL İTİKADI
1-Peygamberler ve özellikle de imamlar hakkında aşırı inanç beslemeleri (gulüvv): Bâtınî düşünce içerisinde, Peygamberle ilgili inançlarda bir aşırılık söz konusudur. Peygamber, yaratılış nazariyesi kapsamında akl-ı küll’dür. İnsanlara Tanrı’dan aldıkları buyrukların zâhirini açıklamıştır, mucizeleri gerçek değildir. Peygamberler, esasında Bâtınîliği hazırlayan unsurlardır. Tanrı akl-ı kül’e mukabil nefs-i kül’ü yaratmıştır. Nefs-i kül ise her devirde gerçek söz sahibi olan imamdır. İmam, mâsumdur, günahsızdır. Peygamberin şeriatı üzerine gelir ve yedi nesilde bir devr eder. Peygamber nâtıktır, konuşandır; imam ise sâmittir, susandır. İmam kendini gizlemiştir. Her nâtıkın bir sâmiti olduğundan dolayı her peygamberin bir imamı bulunmaktadır. Hz. Musa’nın imamı Hârun, Hz.Muhammed’in imamı ise Ali’dir. Ki Hz. Muhammed daha hayatta iken bu hususa birkaç kez dikkat çekmiştir.
Bâtınîlerin Peygamber ve İmam Konusundaki İnançları
Şiî İslâm’ın görüşünü de yansıtmakla birlikte, her resulün hem nebi ve hem de velidir. Velayetin ve nübüvvetin şartlarını bütün resuller taşımaktadır. Her nebi, velidir ancak resul değildir. Kendisinin bir şeriatı yoktur, kendisinden önce gelen resulün şeriatıyla amel eder. Veli ise ne nebidir, ne de resul. Veli, velayet makamının sahibi olan imamdır.
2-Hulûl ve ittihad: Bâtınî itikadın temel özelliklerinden birisi olup bütün fırkalarda müşterektir. Hulul, Tanrı’nın bir bedene girmesidir. Bâtınî açıdan hulûl, Tanrı’nın imamın bedenine girmesi ve kâinatı bu şekilde sevk ve idare etmesidir. İttihad ise iki şeyin birbirine girmesidir. Yani Tanrı’nın imamın bedenine girmesi, imamın da Tanrı’nın varlığında erimesi, ulûhileşmesi, imamın tanrılaşmasıdır. Bazı Bâtınî gruplarda (Ali Allahîler gibi) bu şekilde görülmektedir.
3- Tenâsüh: Bâtınîlerde ahiret inancı olmadığından kıyamet ve haşr gibi kavramlara da yer verilmemiştir. Bâtınî anlayışta ölümle birlikte ceset çürür ve toprağa karışarak tekrar döner. Ruh ise kişinin durumuna göre ya başka bir kişinin bedenine, ya da bazı hayvanların bedenlerine girer. Bazı görüşlere göre ise ruhların bulunduğu âhiret âlemine göçer.
4- İbâhilik: Her şeyi mübah sayma anlayışıdır. Bâtınîlere göre, dinin bâtınına sahip olan kişiden dinin zâhiri yönü düşer. Bu bakımdan dinin görünürdeki ibadet ve taatlarına uymanın bir anlamı ve önemi bulunmamaktadır. Esasında bâtınî davetin özünde var olan anlayışlardan biriside budur.
Bâtınîliğin Teşkilat Yapısı
Bâtınî yapılanmanın tepesinde imam yer almaktadır. Onun altında 12 hüccet (dördü imamın yanında) imam vekili bulunur. Huccetlere bağlı dâîler vardır. Bunların görevi insanları Bâtınîliğe davet etmektir. (Muazzeb ve Mükelleb adlarıyla anılırlar). Bâtınî teşkilatının en alt basamağını ise Bâtınîliği kabul ederek bu sisteme dahil olan müstecipler oluşturmaktadır.
Dâîlerin propaganda faaliyetleri, bölgelerin durumuna ve Bâtınîliğe alınacak kişilerin konumlarına göre farklılıklar gösterse de yöntemleri genellikle aynı üslup içindedir.
Dâîlerin kademeli olarak yürüttükleri çalışmalar şunlardır:
a-Rızk ve Teferrüs: Dâînin bâtınî olacak kişi ile temasa geçmesi ve onu mezhebe alıştırmasıdır. Dâînin zeki ve anlayış kapasitesi yüksek olması, duygu ve düşüncelerinin tekemmül etmiş olması, Bâtınîliğe davet edilecek kişilerin seçiminde ihtiyatlı davranması, kişinin fizîkî yapısına baktığında derûnunu kavrayabilmesi gerekmektedir. Mezhebe çağrılan kişinin, inançlarına aykırı olarak söylenenleri gerçekten kabul edip etmediğini anlayabilecek olgunlukta ve yapıda olması gerekir.
Yine Dâînin zâhiri manaları bâtıni manalara çevirmede usta ve kıvrak zekâya sahip olması aranan özelliklerdendir. Bâtınî adayına getirilen telkinlerde, Kur’an ve sünnetten getirilenler yalanlanmazsa, bu durumda adayın gönlündeki anladığı manayı çıkarmak ve sözü bid’ata uygun bir manada kullanmak gerekir.
Rızk ve teferrüste herkesi aynı yola ve aynı tarzda çağırmamak gerekir. Öncelikle dâînin yapması gereken şey şudur: Davet edeceği kişinin inancını araştırmalıdır. Onun pozisyonuna göre Şiî ise Şiî gibi, Sünnî ise Sünnî gibi ve Hârici ise Hârici gibi bir yaklaşım sergilemelidir.
b- Te’nis: Davet edilen kişiyle ünsiyet ve dostluk kurmadır. Bâtınî adayının severek yaptığı işlerde sürekli onun yanında olması, adayın sevdiği ve inandığı işlerde dâînin onun göreceği tarzda ibadet yapması ve adayın gözünü boyaması. Gazâlî konuyla ilgili eserinde bu noktada dâîlerle ilgili olarak şunu da vurgulamaktadır: Dâîlere mezhebe davet ettikleri kişilerin yanlarında gecelemeleri ve onlara güzel sesleri ile Kur’an okumaları emri de verilmiştir. Bu tür davranışlar davet edilenin dostluğunu pekiştirmek ve onun gönlünün kendi sözlerine meylini artırmak içindir.
c-Teşkîk: Dâînin davet ettiği kişinin inandığı konularda inancını sarsacak tarzda onu şüpheye düşürmesidir. Bu noktada dâî, Kur’an’ın müteşâbih ayetlerinin sırlarını ve bunun hikmetlerini sormakla işe başlar ve dinin amel noktasındaki konularında ortaya attığı şüphelerle devam eder. Hayızlı kadının namazı kaza etmediği halde orucu neden kaza ettiği, cennetin kapısının sekizken cehenneminkinin neden yedi olduğu gibi sorularla kişinin zihnini bulandırılmaya çalışılır. Bu tarz şüphelendirmeler, davet edilen kişinin nefsinden şüphe etmesine kadar sürer. Dâî, şüpheye düşülen konularda adayın bu sırları bilip öğrenmesi için onda istek ve arzu uyandırır.
ç- Ta’lîk: İçindeki şüphelerle boşluğa itilen aday dâîye yönelir ve ondan içindeki sıkıntıları gidermesini ister. Dâî ise onu rahatlatmaz ve meselelerin sanıldığı kadar basit olmadığını söyleyerek adayın gözünü korkutur ve meseleyi iyice abartır. Acele etmemesini tembih ederek oyalama taktikleri izler. Sonunda adaya yemin verir. Öğrendiklerini saklayacağına ve aralarında bir sır olarak kalması gerektiğine dair inandığı en yüce değerler adına adaya yemin ettirir.
d-Rabt: Mezhebe davet edilen adayın hiçbir durumda bozamayacağı, buna cesaret bile edemeyeceği ağır yeminlerle dâîye bağlanmasıdır.
e- Tedlis: Yeminle kendisine bağlanan adaya sırları vereceğini söyleyen dâî, adayı kandırır ve sırların hepsini vermez. Kademeli (tedrici) olarak hareket etmeyi uygun görür. Öncelikle mezhebi hatırlatma yolunu izlemekten öteye geçmez. Tefekkür ve akıl yürütmenin güvenilir olmadığını adaya telkine başlar. Dâîlerin uzun süre aynı yerde bulunması sakıncalı görülmüş ve o nedenle işlerini ihtiyatlı yapmaları istenmiştir. Dâî işlerini gizli yapmalı, kimliğini insanlara farklı şekillerde açıklamalı ve zaman zaman kılık kıyafetini de değiştirmelidir.
f- Telbis: Adayın kafasını karıştırma sürecidir. Önce basit konular verilerek zamanla bunların bâtınî yönleri ve anlamları açıklanmaya çalışılır.
g- Hal’ ve Selh: Hal’ mezhebe davet edilen kişinin dini sorumluluklardan kurtulması, selh ise adayın dininden çıkması (hal’ edilmesi)dır. Bu açıdan hal’ amel ile, selh itikad ile ilgilidir. İnancı kalbinden sökülen aday, artık selh makamına ulaşmış olduğundan Bâtınîliğe kabul edilir. Selh Bâtınîlerce en büyük rütbe olarak kabul edilmektedir.
Bâtınîliğin İslâm dünyasında çeşitli maskeler altında karşımıza çıktığına yukarıda temas etmiştik. Başlangıç aşamasından itibaren Şiî İslâm olarak adlandırdığımız Ca’ferîlik ile İmam Ca’fer-i Sâdık’ın oğlu İsmail’i imam tanıyanları ifade eden İsmâilîlik arasında da bu anlamda birtakım farklılıklar göze çarpmaktadır. On iki İmam Şiîliğini temsil eden Ca’ferîler, imamet konusunda Hz.Ali ve onun soyundan gelen on iki imamı kabul ederken İsmâilîler, Ca’fer’in oğlu İsmail’in imamlığı ile birlikte yedi imamı kabul etmişlerdir. Ayrıca İsmâilîlere göre imamet makamına geçecek kişide aranması gereken şart, imamın Fatıma evladından olmasıdır.
İsmâilîler ile Ca’ferîler arasındaki ayrımı Henry Corbin, zâhir ve bâtın açısından ele almıştır. Corbin, zâhir ile bâtın dengesini bir arada tutmaya çalışan On iki İmam Şiîliği ile, bâtının zâhirin önüne geçtiği, imametin nübüvvete tercih edildiği Alamut İsmâilîliğini kıyaslamış ve Fâtımî İsmâilîliğini Ca’ferîlere yakın bulmuştur.
İsmâilîler gerçek anlamda özgürlüklerini Mısır’da Berberîlerin de desteği ile kurmuş oldukları Fâtımî devleti ile elde etmişlerdir. Fâtımî İsmâilîliği daha çok Şiî İslâmın çezgisine yakınken, Alamut İsmâilîliği Bâtınî bir fırka haline gelmiştir.
Fâtımî halifesini ilk zamanlar imam tanıyan Hasan Sabbah, sonradan tedrici olarak fikrinden caymış ve çevresine topladığı insanları Kur’an’ının bâtınî anlamlarıyla cezb ederek etkilemiş ve sonra de haşhaşla uyutarak propagandasını sürdürmüştür. Zamanla müritlerini sahte cennetlerde eğlendirmiş ve nihayetinde ulûhiyyetlik iddiasına kalkışmıştır. Sevenleri ve dostları tarafından sıkı bir biçimde korunan Alamut kalesini kendine karargâh yapan Hasan Sabbah, üzerine gönderilen kuvvetleri püskürtmeyi başarmıştır.
Mısır’da kurulan Fâtımî devletinde İsmâilîler, istedikleri gibi hareket edebiliyor ve kendi dînî düşüncelerini başta el-Ezher medresesi olmak üzere çeşitli yollarla yayıyorlardı. Halife Hâkim bi-Emrillah temsil ettiği imamet makamında zaman içerisinde aşırılığa gidip Tanrının kendine hulûl ettiğini iddia etmiş, veziri Hamza ise bu düşünceyi Kahire camiinde halka açıklanana kadar gizlemiştir. Bu olaydan sonra imam ortadan kaybolmuş, Hamza ise onun nâibliğini üstlenmiştir. İşte Bâtınî akımlardan Dürzîlik de, Fâtımî halifesi Hâkim bi-Emrillah’ın uluhiyyeti esasına dayanmaktadır.
Bu kapsamda bir başka Bâtınî akım olan Nusayrilik de, On iki imamın nâiblerinden Numeyri’nin imamet iddiasında bulunması düşüncesine dayanmaktadır. Nusaynrilik’te Ali’nin uluhiyyeti esası benimsenmektedir. Muhammed b. Numeyrî’ye nisbetle adlandırılan Nusayriler, Numeyrî’nin peygamberliğini kabul ederler. Bu fırkada da Hıristiyanlıktaki teslis akidesine benzer şekilde Ali-Muhammed-Selman üçlüsüne farklı bir bakış açısı vardır.
Bunlarla birlikte Bâtınîlik içinde Kadıyânilik, Şeyhîlik, Hurûfilik gibi çeşitli kollar da değerlendirilmektedir. Zira hepsinin temelinde Bâtınî düşüncenin esasları yer almaktadır. Hurûfilik diğerlerine göre az da olsa farklı bir yapı sergiler. Fazlullah Hurûfî’ye nisbetle adlandırılan Hurûfilik’te te’vil, sayılar esası ile yapılmaktadır. Bu açıdan Kur’an’ın sayılarla yapılmış yorumlarıyla karşılaşmak mümkündür. Hurûfilik, doğuşundan itibaren Sünnî ve Şiî İslâm içinde yankı bulmuş, özellikle tasavvuf kanalıyla edebiyata ve tarikatlara etki etmiştir.
XIX.yy. içinde ortaya çıkan Babâilik ve Bahâilik gibi akımlar da İslâm’a zarar veren ve dış mihraklarca da desteklenen zararlı cereyanlar olarak değerlendirilmekte ve Bâtınî zümrelerden sayılmaktadır. Bahâilik, aslında Babâiliğin az da olsa gelişmiş ve çağa uydurulmuş şeklinden ibarettir. Bazı araştırmacılar tarafından uydurma bir din olarak da görülmektedir. Bab ve Baha esasında aynı mantıktan hareketle ortaya atılmıştır. Bu akımların kurucuları imamın nâiblerini temsil etmektedirler.
Öz itibarıyla Bâtınî düşünce, İslâm’a sonradan katılan bölgelerde, buralarda yaşayanların eski gelenek ve göreneklerine İslâmî bir maske geçirilmesinden ibarettir. Farklı isimlerle, çeşitli devirlerde değişik adlarla karşımıza çıkan Bâtınî cereyanların temel niteliklerinde (te’vil, hulul, tenâsül, imamet, gibi) bir farklılığın olmadığı görülmektedir. Pek çoğunda “mehdî” inancının varlığını, hulûl, ittihâd ve tenâsühün bir inanç olarak yaşatıldığını, te’villerin de bunlara destek amacıyla bir güç olarak kullanıldığını söyleyebiliriz.
Bâtınîliğin te’vil anlayışında imam telakkisi ve en iyi te’vili imamın yapacağı inancı tarihsel süreç içinde giderek yüzeyselleşmiştir. Başlangıçta Ali ve ehl-i beyt düşüncesine hizmetle ortaya atılan mâsum imam nazariyesi, sonraları Bâtınîliği temsilen dönemin imamlarına ve daha da ileri boyutta İmamın Tanrılaşmasında ya da Tanrının imamda zuhur etmesine kadar götürülmüştür. Yahudilik ve Hıristiyanlık’taki mehdî inancı, Bâtınîlerce de büyük ölçüde kullanılmıştır. Bu anlayış, imamların zamanla insanlığın huzur ve güveni için mehdî rolüne soyunmalarına da zemin hazırlamıştır.
Bâtınî düşünce Osmanlı döneminde de zaman zaman reaksiyon göstermiş, yönetim de bu eğilimde olanları bazen sürgüne göndermiş, bazen de sınır boylarına yerleştirerek sefer durumlarında yararlanmıştır.
TARİHDEKİ YERİ VE İSLAM DIŞI OLUŞU
İslâm tarihinde önemli siyasî ve itikadî tesirler meydana getiren Bâtıniyye tarih boyunca Sünnî, Mu‘tezilî ve mutedil Şiî âlimler tarafından İslâm dışı siyasî güçlere ve kültürlere bağlı bir hareket olarak değerlendirilmiştir.
Genellikle Sünnî çizgiyi takip eden Abbâsîler ile Selçuklular döneminde Bâtınîler’in bazı devlet adamlarını ve âlimleri öldürerek devleti bölücü faaliyetlerde bulunmaları, merkezî idareden ayrılarak Mısır’da Fâtımîler, Bahreyn’de Karmatîler devletlerini kurmaları dikkate alındığında Bâtıniyye’nin İslâm dışı siyasî bir hareket olduğu hükmüne katılmak gerekmektedir.
Bâtıniyye’nin fikir ve inanç temelleri bakımından yabancı kültürlere dayandığı şeklindeki kanaate gelince onların inanç sistemlerinde yabancı unsurları tesbit etmek güç değildir. Meselâ Tanrı’nın hiçbir niteliği bulunmadığını savunmuşlar, mâsum saydıkları imamlarını peygamberlerden daha mükemmel ve yetkili görüp ilâhlaştırmışlar, kadîm kabul ettikleri âlemin düzeni değişmeden sürüp gideceğine inanarak âhiret hayatını inkâr etmişler ve nihayet hiçbir ilmî esasa dayanmayan bâtınî te’villerle İslâm dininin temel hükümlerini fiilen ortadan kaldırıp ibâha görüşünü benimsemişlerdir.
Şüphe yok ki bu tür bir dinî anlayışı Kur’an ve Sünnet’le bağdaştırmak mümkün değildir. İslâmiyet’i bizzat Hz. Peygamber’den görüp öğrenen ve kendilerinden sonraki nesillere aktaran ashâb-ı kirâmdan böyle bir din nakledilmediği gibi başlangıçtan günümüze kadar müslümanların tamamına yakın büyük çoğunluğu da böyle bir İslâm anlayışına sahip olmamıştır.
Bâtınîler tahrifin adını te’vil ile değiştirerek dinî ve ilmî hiçbir zaruret olmaksızın nasları keyfî yorumlara tâbi tutmuşlardır. Ayrıca Bâtıniyye-İsmâiliyye kültürünün temel kaynakları arasında yer alan İhvân-ı Safâ Risâleleri’nde mevcut görüşlerin Yeni Eflâtuncu ve Yeni Pisagorcu felsefelerle uyuşması, Bâtıniyye’nin yabancı kültürlerin etkisi altında kaldığını göstermektedir.
Bâtıniyye, XII. yüzyıldan itibaren İslâm âlemindeki siyasî etkisini kaybetmesine rağmen fikrî ve itikadî tesirlerini sürdürmüş, bâtınî te’vil görüşüyle aşırı hatta mutedil çizgideki bazı mutasavvıflar üzerinde (özellikle Hurûfîlik, Bektaşîlik ve Revşeniyye) etkili olmuş ve birçok terimin tasavvuf literatürüne girmesine yol açmıştır. (Hannâ el-Fâhûrî, I, 160-161).
Mâsum sanılan imamların tanrılaştırılması ve ibâha anlayışıyla da günümüze kadar gelmiş bulunan aşırı Şiî mezheplerden Dürzîlik, Nusayrîlik ve Bâbîliğe tesir ederek bir anlamda varlığını sürdürmüştür. Tarihte Bâtıniyye ile âdeta bütünleşmiş olan İsmâiliyye’nin çağımızdaki mensuplarının da bâtınî te’vil geleneğini devam ettirdikleri dikkat çekmektedir. (bk. Mustafa Gālib, s. 7).
İslâm âlimlerinin kanaatine göre Bâtıniyye İslâm dışı bir mezhep olup mensuplarına Müslüman muamelesi uygulanmaz. Sünnî İslâm’ın Bâtınîlere bakışı gayet açıktır. Gazâli’ye göre Bâtınîler, gizli teşkilatları içinde istediklerini yapmakta ancak dışa karşı takiyyeyi ileri sürmektedirler. Bâtınî olduğunu ifade eden kişi mürted sayılır, dinden çıkmıştır, bu yüzden onun fıkhî hükmü kâfirden daha ağırdır, katli vaciptir. Gazâliye göre Bâtınîlere aman verilmemeli, şiddetle cezalandırılmalı ve tâkibata uğratılmalıdır.
Şiâ itikadını taşıyan fırkalar içinde tarih boyunca en tahripkâr bu fırka olmuştur. Asya’nın başı dönmüş bu kanlı anarşistleri, fikirde, itikatta, ahlâk ve hayatta fesat çıkartmışlar; İslâm âleminde yıllarca sükûn ve huzuru bozmuşlardır. Bu anarşistlerin başında Şeyh-i Cebel diye anılan Hasan Sabbah ve onun cennet fedaileri gelmektedir.
Asya’da ilk defa kelimenin tam anlamı ile anarşizmi o kurumsallaştırmıştır. Alamut Kalesi’nde sistematik bir biçimde her türlü terör hareketlerini plânlamış, uygulama sahasına koymuştur.
BÂTINİLERİN CİNAYETLERİ
Bâtınilerin ilk suikastları Save bölgesindeki bir müezzini öldürmekle başlamıştır. Ünlü Arap tarihçi Sıbt İbnü’l-Cevzi, cinayetin işlenmesinin akabinde fedainin yakalandığını ve sonrasında Sultan Melikşah’ın Bâtınilerin reisi olan Hasan Sabbah’a (Şeyhu’l-Cebel) bir mektup yollayarak tekrar İslam’a dönmesini, aksi takdirde kalenin yerle bir edileceğine dair ihtarda bulunduğunu belirtmektedir. Hasan Sabbah ise sultanın mektubuna cevaben, Abbasi halifeliğinin fenalıklarından bahsetmiş ve halifeliğin gerçek sahiplerinin Fatimiler olduğunu beyan etmiştir.
Hasan Sabbah, “Selçuklu İmparatorluğu”nun imansız bir düşmanı idi. Amacı, Selçuklu İmparatorluğu’nu yıkmak, Şiâ fikriyatının gelişmesine engel olan bu güçlü devleti ortadan kaldırmaktı. Bu gayesini gerçekleştirmek için “Cennet tasvirlerine uygun” bir bahçe inşâ ettirdi. Bu bahçede göz kamaştırıcı köşkler yaptırdı. Bu bahçede ve köşklerde özel yetiştirilmiş şarkıcılar, cennet hûrilerini andırır genç kızlar vardı.
Hasan Sabbah’ın adamları değişik bölgelerden yaşlarında cesaretli, atılgan gençleri toplayarak Alamut Kalesi’ne getirirlerdi. Bu gençlere önce cennet ve cennetin zevk ve eğlenceleri anlatılırdı. Sonra bu gençler uyuşturucu maddeler ile uyutulur “Cennet bahçesine” indirilirdi. Orada ayılan gençler, gözlerini açtıklarında karşılarında muhteşem köşkler, huri gibi kızlar, rengârenk çiçekler, meyve bahçeleri görünce, Hasan Sabbah’ın müjdelediği cennete girdiklerine gerçekten inanırlardı. Günleri zevk ve safa ile geçerdi. Bir müddet sonra tekrar uyuşturucu ile uyutulur ve cennet bahçesinden çıkartılırlardı. Artık bu gençlerin en büyük arzuları, Hasan Sabbah’ın bu cennet bahçesine tekrar girebilmek olurdu. Şeyhü’l-Cebel Hasan Sabah bu dessas plânı ile birtakım gençleri kendine bağlamış, onları kendisinin “intihar timleri” hâline getirmişti.
Hasan Sabbah bir kimseyi öldürtmek istediği zaman, bu gençlerden birisini çağırır,“Git filân kimseyi öldür, bu işi başarır gelirsen seni cennete gönderirim. Eğer ölürsen meleklerimi gönderir seni cennete aldırırım.”derdi. Böylece cennet aşkı ile yanıp tutuşan bu gençler, şeyhin bu emrini mutlak bir teslimiyetle yerine getirir, istenen adamı ne pahasına olursa olsun öldürürlerdi.
Hasan Sabbah, tam 33 yıl Alamut Kalesi’nde, bu kanlı faaliyetlerini sürdürdü. İran Şiîlerinin bu anarşist şebekesi, yüzlerce, binlerce Müslüman’ın kanına girdiler. Sosyal huzuru kaçırdılar, terör estirdiler. Dirayetli bir devlet adamı olan, Selçukluların dünyaca meşhur veziri, Nizâmülmülk’ü şehit ettiler. Şiîlerin yayılmasına mani gördükleri âlim ve fakihler, Hasan Sabbah’ın fedaileri tarafından katledildiler.
Bâtınîler bütün görüşleri itibarı ile olmasa da zaman zaman çeşitli kolları ile tarikatları da etkileyerek tasavvufa da sirayet etmiştir. Özellikle şiir yoluyla davalarını gündeme getirmeleri, edebiyattaki yansımaları açısından önemlidir. Seyyid Nesîmî bu anlayışın tipik bir örneği olarak karşımızdadır.
BÂTINİLERİN YAZDIĞI ESERLER
Literatür. Mezhep tarihçileri Bâtınî yazarlarca kaleme alınan bazı eserlerin mevcudiyetinden söz ederse de bunlardan çok azı günümüze kadar gelebilmiştir. Bâtınî te’villeri ihtiva eden erken devir kaynaklarının ilki, Farsça olarak yazılan ve müellifi bilinmeyen Ümmü’l-kitâb’dır. Eser W. Ivanow tarafından Der Islam’da yayımlanmıştır. (Berlin 1936, XXIII, 1-132).
Bir diğer kaynak da Mufaddal b. Ömer el-Cu‘fî’nin Kitâbü’l-Hefti’ş-şerîf’i olup Mustafa Gālib’in tahkikiyle neşredilmiştir (Beyrut 1964, 1980). İbn Havşeb’in Kitâbü’r-Rüşd ve’l-hidâye’si (Kahire 1948) ile Ca‘fer b. Mansûr’un Kitâbü’l-Keşf’i de (Beyrut 1404/1984) ilk devir Bâtıniyye-İsmâiliyye kaynakları arasında yer alır (EIr., III, 862).
Kaynaklarda Bâtınî-İsmâilî müelliflerce yazıldığı belirtilen birçok eser sıralanmaktaysa da bunların günümüze ulaştığı bilinmemektedir. Bu eserlerin bir kısmı şunlardır: Meymûn el-Kaddâh, el-Mîzân; Abdân, el-Lâmiʿ, en-Nîrân, el-Melâḥim, el-Belâġatü’s-sebʿa; Muhammed b. Ahmed en-Nesefî, el-Maḥṣûl; Ebü’l-Kāsım el-Kayrevânî, el-Belâġu’l-ekber (bk. İbnü’n-Nedîm, s. 240; Bağdâdî, el-Farḳ, s. 170; Deylemî, s. 43).
BATINİYYEYE YAPILAN REDDİYELER
Bâtıniyye literatürüyle ilgili olarak kaydedilen ve bir kısmı günümüze kadar ulaşan eserlerin çoğu bu mezhebin görüşlerini tenkit etmek maksadıyla yazılan reddiyelerdir. Makdisî’nin belirttiğine göre Bâtıniyye’ye karşı ilk reddiyeyi en-Naḳż ʿale’l-Bâṭıniyye adlı eseriyle İbn Rizâm yazmıştır (Kitâbü’l-Bedʾ ve’t-târîḫ, I, 137). Daha sonra onu Keşfü esrâri’l-Bâṭıniyye adını taşıyan eserleriyle İbn Fûrek ve Bâkıllânî gibi ilk Eş‘ariyye kelâmcıları takip etmiştir. Ebü’l-Muzaffer el-İsferâyînî de bu konuda el-Evsaṭ adlı bir kitap yazdığını kendisi söyler (et-Tebṣîr, s. 14).
Etiketler: Batınilik Nedir? Batınilik Hareketi, Felsefesi, Kurucusu, Yüce İmam Kimdir? Batıniler Neye İnanırlar? Hasan Sabbah Kimdir? Alamut Kalesi | Mekteb-i Derviş