Mekteb-i Derviş | İslam

    ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI (K.S.) KİMDİR? HAYATI, ESERLERİ, SÖZLERİ, TÜRBESİ

   (Doğumu: H.2 Muharrem 1115,18 Mayıs 1703 ERZURUM - Hasankale-Vefatı: SİİRT - Tillo - H.19 Cemâziyelâhir 1194-M.22 Haziran 1780)
    İbrahim Hakkı Hazretleri, III. Ahmed'in tahta çıktığı yıl H.2 Muharrem 1115-M. 18 Mayıs 1703’te Erzurum'un Hasankale ilçesinde doğmuştur. Kadiri ve Nakşi tarikatından icazetli, âlim, veli, şair bir Mürşidi Kâmildir. Annesi, Hasankale’nin ileri gelenlerinden Dede Mahmud’un kızı Şerîfe Hanîfe Hanım, Babası, Derviş Osman adında, gönül sahibi, hoş sohbet, okumuş ehli tarik bir kişidir.
    İLK DERS BABASINDAN
    Küçük oğlu İbrahim Hakkı'ya daha beş yaşındayken okuma yazma öğretmiş, ondaki üstün yetenekleri ve öğrenme askını görünce, okutmak üzere önce Erzurum'a, daha sonra da Siirt'in Tillo köyüne götürmüştür. İbrahim Hakkı ilk eğitimini ve tasavvuf zevkini babasından almış, bu eğitim, aralıklarla otuz yıl kadar sürmüş , “Hakîrullah” diye andığı ve “hilm ü hayâ madeni” olarak tanıttığı babası, bazı maddi ve ruhi problemler sebebiyle sıkıntılı bir dönem yaşamış, İbrahim Hakkı’nın doğumuyla bir ferahlık hissetmekle birlikte sıkıntısı devam etmişti. 1707’de Erzurum’a yerleşen Osman Efendi burada yörenin ileri gelen ilim ve tasavvuf erbabıyla tanışmış ve 1710’da hac niyetiyle yola çıkmışken Siirt’e yaklaşık 7 km. uzaklıkta bulunan Tillo’ya (bugünkü Aydınlı) uğramış, yörenin tanınmış mürşitlerinden Kadiri şeyhi İsmâil Fakîrullah’a intisap ederek buraya yerleşmiş, böylece yıllardır aradığı huzura burada kavuşmuştur.
    Babasının isteği üzerine dokuz yaşında iken amcası Ali tarafından Tillo’ya götürülen İbrâhim Hakkı babasıyla karşılaştığında şeyhi İsmâil Fakîrullah’ı da orada gördüğünü, içinde ona karşı derin bir sevgi ve hayranlık duygusu uyandığını ifade eder. Bundan sonra İsmâil Fakîrullah’ın babası için yaptırdığı, günümüze kadar ayakta kalan hücrede yaşamaya başlamış, İsmâil Fakîrullah’ın ilim ve irfanından istifade etmesi yanında Mârifetnâme’deki ifadesiyle “peder-i azîzi kendisini hücredaş edip hilm ü rıfk ile ilim öğretip lutufla terbiye kılmıştır.”
    Tillo köyünde tanınmış âlim ve mutasavvıf Şeyh İsmail Fakirullah oturmakta ve ders vermektedir. İbrahim Hakkı, dokuz yaşındayken bu büyük zatın önünde diz çökmüş ve ondan başta tasavvuf bilgileri olmak üzere çeşitli bilgiler elde etmiştir. On yedi yaşına geldiğinde babasını kaybeden İbrahim Hakkı, bir süre daha Siirt'te kaldıktan sonra aynı yıl Erzurum’a dönerek büyük amcası Molla Muhammed’in evine yerleşmiş, burada, özellikle Arapça ve Farsça konusunda kendisinden faydalandığı söylenen Erzurum müftüsü şair Hâzık Mehmet Efendi ders okumuş, Marifetname’deki bir beyitten (beyit 514) bu ikinci tahsil döneminin sekiz yıl sürdüğü, kısa zamanda bilgisi ve hitabetiyle ün yapmıştır.
    TİLLO’YA GÖÇ
    İbrâhim Hakkı, öğrenimini tamamladıktan sonra İsmâil Fakîrullah’ı ziyaret etmek üzere H.1141’de (M.1728-29) Tillo’ya gitti, babasının hücresine yerleşerek tasavvufî hayata yöneldi. Şeyhine hizmet edip onun feyzinden istifade etmeyi sürdürdü. H.1147’de (M.1734) İsmâil Fakîrullah’ın vefatı üzerine Erzurum’a döndü. Daha önce babasının imamlık yaptığı Yukarı Habib Efendi Camii’ne imam oldu. Bu arada ilk evliliğini yaptı. H.1150’de (M.1738) hacca gitti. Dönüşte Ömer Hayyâm, Ferîdüddin Attâr, Sa‘dî-yi Şîrâzî, Nizâmî-yi Arûzî gibi şairlerin şiirlerini topladığı, ayrıca kendisinin de iki manzumesinin yer aldığı Lübbü’l-kütüb adlı geniş hacimli bir eser hazırladı. 1735 senesinde Erzurum'a geri döndü. Üç kez hacca gitti. Arabistan ve Mısır'ı dolaştı.
    İSTANBUL YILLAR
    1747 yılında İstanbul’a giden İbrahim Hakkı Hazretleri, şeyhi Fakîrullah’ın Sultan I. Mahmut nezdindeki saygınlığından faydalanarak padişahla görüşüp ilgi ve takdirini kazandı, saray kütüphanesinde çalışmasına izin verildi. Özellikle yeni astronomiye ilgisinin bu kütüphanedeki çalışmalarıyla başladığı söylenebilir. İbrahim Hakkı İstanbul’da iken kendisine müderrislik pâyesi verildi ve ders okutması şartıyla Erzurum’daki Abdurrahman Gazi Dede Tekkesi’nin zâviyedârlığı tevcih edildi. Erzurum’a döndükten sonra Habib Efendi Camisi’ndeki imamlık görevini sürdüren İbrâhim Hakkı, bir müddet sonra aynı zamanda iyi bir mûsikişinas olan oğlu İsmail Fehim’in tahsilini tamamlaması üzerine bu görevi ona bırakarak ilmî faaliyetlere daha fazla zaman ayırabilmek için günlerinin çoğunu Hasankale’de geçirmeye başladı.
    MARİFETNAME'Yİ YAZIYOR
    1752 yılına doğru şöhreti Doğu ve Orta Anadolu'ya yayılmış, İstanbul'a kadar uzanmıştır.
    Sultan Birinci Mahmud özel olarak İbrahim Hakkı Hazretlerini Saray'ına davet etmiş. Bu sebeple İstanbul'a gelen İbrahim Hakkı Hazretleri bilginler ve şairlerle, medrese ve tasavvuf çevreleri ile tanışmış, İstanbul'un zengin kitaplıklarında incelemelerde bulunmuştur.
    İbrahim Hakkı 1755’te resmİ bir hizmet için İstanbul’a çağırılan Erzurum gümrükçüsü Mehmet Sun‘ullah ile birlikte ikinci defa İstanbul’a gitmiş, ilkinden daha uzun süren bu ikinci ziyaret sırasında kütüphane çalışmalarına ağırlık vermiş, Nitekim Marifetnâme’yi İstanbul dönüşünden kısa bir süre sonra Ağustos 1757’de tamamlamış, Hasankale’ye dönünce bir yandan Marifetnâme’nin telifiyle meşgul olurmuş bir yandan da öğrenci yetiştirmeye devam etmiştir.. Abdurrahman Gazi Dede Tekkesinin zâviyedârlığı III. Mustafa tarafından 1760 yılında yenilenmiş,. İbrahim Hakkı hazretlerine tevdi edilmiştir. Tekkenin oldukça kısıtlı olan gelirini oğulları ile amcasının oğlu Yûsuf Nedim arasında paylaştırmış, bu arada önemli eserlerinden İrfâniyye’yi (Mecmûatü’l-irfâniyye) tamamladı.
    İbrâhim Hakkı, ilmî ve tasavvufî birikimini maddî menfaat temini için kullanmamıştır. İstanbul’da iken kendisine tevcih edilen Abdurrahman Gazi Dede zâviyedârlığının geliri son derece azdı. Ailesi kendi el emeği ve babadan kalma birkaç parça arazinin geliriyle geçinmeye çalışmış, kendisi de oldukça kısıtlı imkânlar içinde yaşamıştır.
    Oğullarından birine ithaf ettiği sanılan İrfâniyye adlı eserinin sonunda yer alan, “Tekkelerde eğlenmeyip ilim meclisine gelesin; herkese şefkat nazarıyla bakıp hiçbir ferdi hakir görmeyesin ve kimseden hiçbir nesne istemeyip kimseye bir hizmet buyurmayasın; tezyîn-i zâhiri koyup gökçek ahlâk ile tezyîn-i bâtına gidesin” şeklindeki nasihatleri onun ilme, güzel ahlâka ve insana verdiği değer yanında kanaatkâr ve tok gözlü olmayı, minnetsiz yaşamayı ne kadar önemsediğini de göstermektedir.
    ŞEYHİNİN KIZIYLA EVLENİYOR
    1177’de (1763) üçüncü defa Tillo’ya giden İbrâhim Hakkı, İsmâil Fakîrullah’ın oğulları Hamza Ganiyyullah ve Mustafa Fânî tarafından babalarının halifesi olarak büyük bir ilgiyle karşılandı; muhtemelen Tillo’ya yerleşmesini sağlamak üzere onu kız kardeşleriyle evlendirdiler. Bu sırada İnsâniyye adlı eserinin telifini tamamlayan İbrâhim Hakkı, 1177 Şevvalinde (Nisan 1764) Mustafa Fânî ile birlikte ikinci defa hacca gitti ve dönüşte yine Tillo’da kaldı, burada öğrenci okutmaya ve eser yazmaya devam etti. Bu arada geniş hacimli eserlerinden Mecmûatü’l-meânî’yi bitirdi. Bir süre sonra da Erzurum’a gitti. 1181’de (1768) Erzurum müftüsü Şeyh Mustafa Efendi ile beraber üçüncü defa çıktığı hac yolculuğu sırasında amcasının oğlu Yûsuf Nesîm’e Şam’dan yazdığı mektupta eserlerinin oralarda bile arandığını ve ilgiyle okunduğunu bildiriyor, kendisinden bazı kitaplarını temin edip göndermesini rica ediyordu. Yolculuğun ardından Erzurum’a döndü.
    YENİDEN TİLLO’YA GİDİYOR
    Yaklaşık üç yıl sonra oğlu İsmâil Fehim ile birlikte tekrar Tillo’ya giderek buraya yerleşti. 1189’da (1775) altı ay kadar süren ağır bir hastalığa yakalandı. Hasankale’deki öğrencilerinden Derviş Halil kendisini ziyarete gelmiş, ancak İbrâhim Hakkı onun ölçüsüz davranışlarından rahatsız olmuştu. Bir süre Tillo’da kalan Halil hocasının yeni yazdığı bazı eserleri de okumuştu. Daha sonra Erzurum’a dönünce hocasının bir sır kitabını okuduğu yolunda sözler sarfederek güya onun itibarını arttırmak istemiş, ancak bu açıklama herkeste bir merak uyandırmıştı. Muhtemelen bu haberin, kendisi hakkında bâtınî fikirler taşıdığı yolunda dedikoduların çıkmasına yol açacağından kaygılanan İbrâhim Hakkı, Sünnî akîdeye bağlılığını ispat etmek amacıyla âyet ve hadislerden başka şeylerle meşgul olmayı bıraktığı mesajını veren Urvetü’l-İslâm ve Hey’etü’l-İslâm adlı iki eser yazarak değişik kişilere gönderme gereğini duydu. Erzurum’daki Yûsuf Nesîm’e de Urvetü’l-İslâm ile birlikte gizli işaretli bir mektup göndererek “Avnikli kezzâb” diye andığı Halil’in anlattıklarına inanmamalarını ve onun söylediklerinin iftira olduğunu bildirdi.
    VEFATI
    ÖNCE EŞİ ARDINDAN KENDİSİ VEFAT EDİYOR
    Bu arada şeyhinin kızı olan son eşinin genç yaşta vefatı, kısa bir süre sonra şeyhinin büyük oğlu Hamza Ganiyyullah’ın ölümü, İbrahim Hakkı’yı derinden etkilemiş,  Onların vefatından sonra yazdığı bir mektupta teessürünü duygulu ifadelerle dile getirmiş, Bu dünyanın yalan olduğunu Baki olanın yalnız Allah(c.c) olduğunu, biran evvel Rabbine kavuşmak, sevgililer sevgilisi Peygamberine kavuşmak istediğini dile getirmiş, mübarek bir gecede çok arzu ettiğine Kelime-i Şahadet getirerek kavuşmuştu. H.19 Cemâziyelâhir 1194-M.22 Haziran 1780 . Rabbim şefaatlerini nasip eylesin. Âmin. 
    ŞEYHİNİN TÜRBESİNE DEFNEDİLİYOR
    Ölümünden iki yıl önce yazdığı vasiyetnamesinde şeyhinin kubbesi altına defnedilmemesini, oraya şeyhin evlatlarının gömülmesi gerektiğini belirtmesine rağmen bunu bir fedakârlık olarak telakki eden İsmail Fakîrullah’ın oğlu Mustafa Fânî’nin isteği üzerine şeyhinin türbesine defnedildi.
    Bizzat İbrâhim Hakkı tarafından yaptırılan, planı da kendisine ait olan bu kubbeli türbe yaklaşık 40 m2 olup sekizgen bir kaide üzerine oturtulmuştur. Erzurumlu  İbrahim Hakkı Hazretleri hocası İsmail Fakirullah’ın vefatı üzerine "Hocamın başucuna doğmayan güneşi neyleyim" diyerek 254 yıl önce astronomi ve mimari açıdan büyük bir bilim harikasına imza atmış, Türbede 8 köşeli, 10 metre yüksekliğinde bir kule yapmış, türbenin 3 kilometre doğusuna harçsız taşlarla inşa ettiği küçük pencereli duvar ile vadiden yükselen güneş ışınlarının, Gece ve gündüzün eşit olduğu ekinoks günlerinde (21 Mart ve 23 Eylül) kalenin arkasındaki vadiden yükselen güneş bu duvara çarpmaktadır. Işık sadece duvarda bulunan pencereden geçmektedir. İleride bulunan tepeden kırılan ışık, türbenin penceresinden içeri girerek, İsmail Fakirullah Hazretleri’nin mezarının başını aydınlatmaktadır."Güneşin ilk ışıkları hala hocasının doğum ve ölüm günlerinde başucunu aydınlatmaktadır. Bu sistemi ilk görenler hayretler içinde kalıyor
    HANGİ MAHLASI KULLANDI?
    "Marifetname" başta olmak üzere, büyüklü küçüklü 45 eserini bu köyde yazmıştır. Eserlerinin bir kısmını manzum olarak kaleme alan İbrâhim Hakkı genellikle Hakkı, bazan da Fakîrî mahlasını kullanmış, Türkçe’den başka Arap ve Fars dillerinde de manzumeler yazmış, kaside, gazel, musannef, rubai ve kıtalarında ilmî, dinî-tasavvufî fikirlerini ustalıkla dile getirmiştir.
    İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Batı dünyasında da tanınan büyük eseri Marifetname'nin ilk bölümleri, dinî bir açıklamadan sonra, evren ve eşyanın oluşumundan, dünyanın yuvarlaklığından, güneş ve ay tutulmalarından bahseder. Kitabın diğer bölümlerinde ise Aritmetik, geometri, astronomi, coğrafya, tıp, ruhbilim, eğitim, ahlak ve töre konulan, çağına göre çok ileri bir anlayışla yer alır.  Mesnevi tarzında kaleme aldığı manzumelerde daha ziyade didaktik bir amaç güden İbrahim Hakkı’nın divanındaki şiirler tamamen tasavvuf neşvesiyle yazılmıştır.
    Marifetnâme başta olmak üzere hemen bütün mensur eserlerinde yer alan manzumeler konunun okuyucu tarafından daha fazla ilgi görmesine yardımcı bir nitelik taşır. Bu tür şiirleri ya konunun özeti mahiyetinde veya örneklendirmeler şeklinde kullanmış, yer yer başka şairlerin manzumelerini de iktibas etmiştir. İbrahim Hakkı’nın şiiri eğitici, öğretici ve irşad edici bir araç olarak kullanma gayreti, ilim adamı ve mürşid kimliğinin şair kimliğinden önde bulunmasına yol açmıştır.
    İbrâhim Hakkı’nın iyi bir tahsil gördüğü eserlerinden anlaşılmaktadır. “Bu zamanda en dürüst dost, en uygun meclis arkadaşı, en seçkin yoldaş, yârların en hayırlısı ve sevgililerin en sevgilisi kitaplar olduğu için bunların sohbetlerine meylimi salmışımdır” (İnsâniyye, vr. 341b) şeklindeki sözleri, onun düzenli öğrenim yanında kendi kendini yetiştirmeye de büyük önem verdiğini göstermektedir.
    Geniş tasavvuf bilgisi, konuları iyi bir düzen içinde ve anlaşılır bir üslûpla ifade etmesi, özellikle eğitimde Arapça’nın hâkim olduğu, Türkçe eserlerde ise ağdalı bir dilin kullanıldığı dönemde eserlerinin büyük bölümünü nisbeten sade bir Türkçe ile yazması İbrâhim Hakkı’nın takdire değer yönlerindendir. Ayrıca geleneksel astronomi yanında yeni astronomiyle tıp, anatomi, fizyoloji, aritmetik, geometri, trigonometri, felsefe, psikoloji, ahlâk gibi alanlarda oldukça geniş bir birikime sahip olduğu görülmektedir.
    Yeni astronominin verilerinden söz ederken hiçbir ilmî gelişmenin Allah’ın evreni yaratıp yönettiği gerçeğine aykırı olamayacağını belirten İbrâhim Hakkı, bütün gelişmelerin bu inanç çerçevesinde yorumlanması gerektiğini sık sık vurgular. Ona göre din bakımından önemli olan, âlemin Allah tarafından yaratıldığının kabul edilmiş olmasıdır; bunun ötesinde yaratılışın ve oluşun keyfiyetine dair ortaya konan teorileri ve ilmî tesbitleri benimsemenin bir sakıncası yoktur.
    Mârifetnâme’de (s. 266) Ebû Hanîfe’den “sermezhebimiz” diye söz eden İbrâhim Hakkı(k.s)hazretleri Nakşî ve Kādirî Tarikatından icazet almıştır. Bursalı Mehmed Tâhir’e göre ise Üveysî’dir,der. (Osmanlı Müellifleri, I, 35).
    İbrâhim Hakkı’nın tasavvufi görüşleri Osmanlı tasavvufunun tipik ve canlı bir örneğidir. Mârifetnâme’de mârifet, fenâ, bekā, muhabbet ve aşk, velâyet, keramet, tevekkül, tefvîz ve teslim, sabır, şükür, rızâ, seyrüsülûk, sâlik, mürşid, nefis ve nefis mertebeleri gibi tasavvufun hemen bütün konularına yer vermiştir. Dünyanın anlamı, makbul olan ve olmayan dünya,kalbin mânası, mahiyeti, mârifetullahla ilgisi gibi konulara ilişkin görüş ve açıklamaları önemli ölçüde Gazzâlî’nin İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn’indeki fikirleriyle paralellik arzeder.
    İbrâhim Hakkı, fizik âlemin kavranmasında akıl ve duyu tecrübelerinin önemini kabul etmekle birlikte dinî ve tasavvufî konularda aşkı felsefeden üstün tutar; hatta “Katında fülse değmez felsefînin aklı vicdanı” mısraında görüldüğü gibi. (Divan, s. 174)
    Genel telakkiye uyarak felsefe ve filozof kavramlarından olumsuz bir tavırla söz ettiği de olur. Bu sebeple diğer mutasavvıflar gibi İbrâhim Hakkı da ilham yoluyla elde edilmiş bilgiyi kitâbî bilgiden üstün tutar (Mârifetnâme, s. 388).
    Bu arada, vahdet-i vücûdun bir bilgi konusu sanılmasının ilhâd ve zındıklığa kadar varan tehlikeler içerdiği uyarısında bulunur. Çünkü vahdet-i vücûd bilgi konusu değil şühûd konusudur; şühûd ise mücahede ile varılabilen bir haldir. İbrâhim Hakkı, evliyâ-yı kirâmın yazdığı bütün kitapların şeriatla uyuştuğunu, özellikle Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin kitaplarının “usul ve fürûa mutâbık” olduğunu, fakat okuyucunun anlama kabiliyetinin yetersizliği yüzünden bu konuda avam arasında şüphe doğduğunu belirtme ihtiyacı duyar. (a.g.e., s. 595).
    Klasik felsefe ve tasavvuf düşüncesindeki, insanı küçük âlem kabul eden anlayışa İbrâhim Hakkı da büyük önem verir. Bütün mutasavvıflar gibi onun için de hayatın en yüksek gayesi mârifet, mârifetin en yüce derecesi mârifetullahtır. Mârifetullahın anahtarı kendini bilmek, kendini bilmenin anahtarı da âlemi bilmektir. Allah bütün âlemi insanın buyruğuna vermiş, insanın bedenini de ruhuna itaat ettirmiştir ki insan kendi bedenine, organlarının oluşumuna, güçlerinin tertibine bakarak aşağı ve yukarı âlemde bunun benzerlerini bulup aynı düzenin orada da sürdüğünü görsün; özellikle kendi ruhunun bedenini yönetmesi gibi Allah’ın da evren üzerinde tasarrufta bulunup onu yönettiğini anlasın, buradan hareketle Allah’ın fiillerine ve sıfatlarına vâkıf olarak sevgisini ve kulluğunu O’na yöneltsin ve böylece irfan ehline katılsın. (a.g.e., s. 216-217, 385-386).
    İbrâhim Hakkı bu gayelere ulaşmak için sahih bir itikad ve düzenli ibadete ihtiyaç bulunduğunu önemle belirtmiştir. Ona göre ebedî kurtuluşu kazanmanın tek şartı Kitap ve Sünnet’le amel etmektir. Allah dostlarının hallerine ve kemallerine ulaşmanın yolu onların yolunu izlemekten geçer. Her türlü ferdî ve içtimaî problemi aşmanın Kur’an’a uymakla mümkün olduğuna işaret eden ve bununla ilgili âyet ve hadisleri sıralayan İbrâhim Hakkı aynı şekilde Hz. Peygamber’e uyup onun yolundan gitmenin gerekliliğine dair âyet ve hadisleri kaydettikten sonra, “Hudâ rabbim nebim hakkā Muhammed’dir resûlullah / Hem İslâm dînidir dînim kitâbımdır kelâmullah” beytiyle başlayan 116 beyitlik manzumesinde Ehl-i sünnet akaidini özetlemiştir (a.g.e., s. 258-259),  263-266).
    Mârifetnâme’de büyük ölçüde Gazzâlî’nin İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn’inden istifade ile yazıldığı anlaşılan, ayrıca Gazzâlî’den sonraki dönemlerde ortaya çıkmış gayri Sünnî tasavvuf akımlarına da yer veren bir bölümde (s. 451-454; krş. İḥyâʾ, III, 404-407), tasavvuf ehlini on iki fırkaya ayırarak sadece birinin kurtuluş fırkası kabul edildiğini, bunların da, “Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerif dinimize ve dünyamıza kâfidir ve şeriat bize vâfidir” diyen fırka olduğunu ifade etmektedir (Mârifetnâme, s. 453).

İbrâhim Hakkı irfanın dört aslı kabul ettiği tevekkül, tefvîz ve teslim, sabır, rızâ konularına büyük önem vermiştir. Özellikle “Tefvîznâme” adını verdiği, “Hak şerleri hayr eyler / Zannetme ki gayr eyler / Ârif anı seyr eyler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler” mısralarıyla başlayan manzumesi çok meşhurdur. (Marifetname.sh. 385).

    İbrâhim Hakkı, Allah’ın varlığını ispat için imkân delilini esas almış, bu çerçevede âyetlerden de faydalanarak bazı kozmolojik deliller sıraladıktan sonra âlemin hâdis olduğuna selim aklın kesin bir burhanla şehâdette bulunduğunu, irfan ehlinin, o yüce yaratıcının icat ve yaratma sırlarını zâhir ve bâtın âleminde güneşli günden daha aydın ve açık olarak müşahede ettiğini söylemiştir. (Marifetname sh. 24). 

    Aynı yerde hukemâya nisbetle de olsa, “Mümkün değildir ki bir mevcut ma‘dum ola; belki mevcut hemîşe mevcut ve ma‘dum hemîşe ma‘dumdur” diyen İbrâhim Hakkı mevcudun ancak bir mertebeden bir mertebeye, bir halden bir hale intikal edip değişime uğrayabileceğini ifade etmiş, ardından avâmın bu değişimi seyrederken ma‘dumun mevcut veya mevcudun ma‘dum olduğunu zannettiği görüşünü ileri sürmüştür. Bu açıklama Lavoisier’nin, “Var olan yok olmaz, yok olan da var olmaz” şeklindeki sakınım yasasından başka bir şey değildir.

    Cevher, araz, hal, mahal, madde, sûret, mevzû, cism-i tabîî, nefs-i insâniyye, nefs-i felekiyye gibi felsefî terimleri Meşşâî gelenek çerçevesinde açıklayan İbrâhim Hakkı’nın, tedbir ve tasarrufu ile cisimlere etkide bulunmayan akıl (kozmolojik akıl) için “lisân-ı ehl-i şer‘ ile melektir” demesi de (a.g.e., s. 24) Fârâbî’den beri gelen felsefî anlayışın bir devamıdır. Yine Fârâbî’nin başlattığı sudûr teorisini de ehl-i hikmete nisbet ederek anlaşılır bir üslûpla tanıtmaktadır. Şu farkla ki, “Vâhidden vâhid sudûr edegelmiştir” demekle birlikte (a.g.e., s. 26) belki bir ihtiyat tedbiri olarak varlığın doğuş (zuhûr) düzeninde küllî aklın (akl-ı evvel) Allah tarafından icat ve mevcut edildiğini söylemiş, ancak burada bir yoktan yaratmadan söz etmemiştir. İbrâhim Hakkı, zuhûrun sonundaki onuncu aklın akl-ı fa‘‘âl yanında akl-ı feyyâz, vâhibü’s-suver ve tabîat-ı mutlaka diye adlandırıldığını ifade eder.

     Mârifetnâme’nin, geleneksel astronomi hakkında bilgi verdiği bölümünde ise, “Allah kendi nurundan bir latif ve azîm cevher var edip ondan bütün kâinatı vücuda getirdiğini tedrîc ve tertip ile izhar etmiştir ve ona cevher-i evvel ve nûr-ı Muhammedî ve levh-i mahfûz ve akl-ı kül ve akl-ı izâfî tesmiye olunur” demektedir. 

    İnsana ait akıl nefse has bir gelişme sürecinin son noktasıdır. Nefis mürekkep cisme büyüme, duyu ve hareket yanında düşünme kabiliyeti de kazandıran düzeye ulaşırsa bu nefse sahip olan varlık insan adını alır. İnsan varlığın özü, her mevcudun özeti, cihan ağacının meyvesi, devranın son noktasıdır (a.g.e., s. 26-27). Buradaki “devran”dan maksat, İslâm dünyasında Câbir b. Hayyân’dan beri daha çok tasavvufta ve tasavvuf etkisindeki felsefede ilgi toplayan yükseliş ve iniş sürecidir.

     İbrâhim Hakkı, “Hak Teâlâ’nın tesiriyle” dört unsurdan madene, madenden bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan insana uzanan gelişim (istihâle) sürecini özetlerken insanı bu sürecin gaye noktasına yerleştirmektedir. Bu teoride her bir varlık basamağından diğerine geçilirken birer ara varlık da gösterilmekte olup hayvanla insan arasındaki varlığın maymun olduğu belirtilir. “Zira kılları ve kuyruğu dışında cümle âzası ... insana benzer” (a.g.e., s. 28). 

    İhvân-ı Safâ, İbn Miskeveyh gibi ilk İslâm düşünürlerinden başlayıp Kınalızâde Ali Efendi, Muhyî-yi Gülşenî gibi Osmanlı âlimlerine kadar gelen bu teorinin, İbrâhim Hakkı’dan yarım asır kadar sonra Lamarck ve Darwin tarafından ortaya atılan evrim teorisiyle aynı olup olmadığı tartışılmaktadır. İbrâhim Hakkı’da en güzel ifadesini bulan İslâm dünyasındaki evrim anlayışı, Darwinizm’in aksine yalnızca biyolojik bir evrim değil madde ve ruh bütünlüğü içinde bütün ontik gerçekliği kapsayan bir gelişmedir; ayrıca burada gelişim Darwinizm’deki doğal seleksiyon yerine ilâhî iradeye bağlanmıştır.

    İbrâhim Hakkı Mârifetnâme’de tabiat bilimlerine çok geniş yer vermiştir. Fitneye sebep olmamak düşüncesiyle yeni astronomiye ve diğer ilimlere dair bilgi verilmeden önce eski astronomiye uygun geleneksel yaratılış senaryosunu tanıtma gereği duyulmuştur. Onun yeni astronomideki kaynağı, İstanbul ziyaretleri sırasında tanıma ve inceleme fırsatı bulduğu Kâtib Çelebi’ye ait Cihannümâ adlı eserdir. Fakat mutaassıp ulemâdan tepki görme endişesi taşıdığı için yeni astronomi konularına ve bu arada yerin yuvarlaklığını kanıtlamaya girişirken bu görüşün şeriata aykırı olabileceği tereddüdünü ortadan kaldırmak amacıyla Gazzâlî’nin Osmanlı ulemâsı nezdindeki saygınlığından yararlanma yoluna gitmiştir. İbrâhim Hakkı, bu hususta oldukça tedbirli davranarak Tehâfütü’l-felâsife’nin giriş kısmındaki konuyla ilgili bir pasajı aynen Türkçe’ye çevirdiğini ifade eder. Gazzâlî burada, ay ve güneş tutulması olaylarını örnek gösterip bunların astronomi bilimine göre nasıl vuku bulduğunu açıkladıktan sonra bu gibi ilmî konularda filozoflarla tartışmaya kalkışmanın dinî bir zaruret olmadığını, ilmî sonuçlarla çatışır gibi görünen hadisler bulunduğu takdirde kesin sonuçlara karşı direnmektense bu hadislerin te’vilinin “ehven” olduğunu ifade eder. İbrâhim Hakkı’nın, belki de buradan aldığı cesaretle arzın yapısını ve tabakalarını ilmî yöntemlere göre anlatırken, İbn Abbas’tan nakledilen öküz ve balık kıssasının sahih olduğu tesbit edildiği takdirde bunun öküz burcu ve balık burcu olarak yorumlanması gerektiğini belirttikten sonra Hz. Peygamber(s.a.v)’in, “Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz” hadisini hatırlatarak umûr-i dîniyyeden olmayan şeylerin din âlimlerinden sorulmaması gerektiğini söylemek suretiyle (a.g.e., s. 118) dinî ilimlerle pozitif bilimlerin metotlarının ayrı olduğuna dikkat çekmesi oldukça önemlidir

    Gazzâlî’nin, din bakımından önemli olanın âlemin yapısı ve nasıl işlediği değil yaratıcının fiiliyle vücuda geldiği görüşü İbrâhim Hakkı için yol gösterici bir önem taşıyordu. Nitekim kendisi de, “Pes âlem ne hey’ette olursa olsun ve ne cihetle hareket kılarsa kılsın cümlesi ol bedî‘... hazretlerinin kemâl-i kudret ve azametine dâldir ve bizlere lâzım olan ancak bu nazar-ı ibretle kesb-i kemâldir” (a.g.e., s. 117) diyerek dinle bilim arasında doğru bir ilişki kurmanın yolunu göstermiştir. Aynı şekilde onun o dönemlerde ortaya çıkan, gittikçe daha çok taraftar toplamaya başladığını belirttiği yeni astronomi fikrine dayalı bilgiler vermeden önce bu konularda ilmî bir kanaate varmanın dinle bir ilgisi olmadığı uyarısında bulunması anlamlıdır. Çünkü din açısından mühim olan, âlemin Allah tarafından yaratılmış olduğu inancının benimsenmesidir (a.g.e., s. 144).

    Esas itibariyle Copernicus astronomisini yansıtan bu bilgilere yeni aklî deliller ekleyen İbrâhim Hakkı sistem hakkındaki bilgileri basite indirgeyerek anlatmaya çalışmıştır Buna karşılık kelâmcılara dayanarak müneccimlerle tabiatçı filozofların yüce yaratıcının bilgisinden mahrum olduklarını, bütün olup bitenleri yıldızlara ve tabiata bağlayarak sapıklığa düştüklerini söyler (Mârifetnâme, s. 85). İbrâhim Hakkı bu arada dehrîleri de eleştirmiştir. (Divan, s. 11).

    Onun, dünyayı çevreleyen hava tabakasının çeşitli katlarında cereyan eden klimatolojik değişmelerin güneş ısısının yerden yansımasından ileri geldiği ve bu yansımaya en yakın olan bölgelerde havanın daha sıcak olacağı, yükseklere çıkıldıkça sıcaklığın düşeceği gibi tesbitleriyle bugünkü bilim seviyesine yaklaştığı kabul edilmektedir. 

    Yıldırım ve gök gürültüsünün mahiyeti, ışık dalgalarıyla ses dalgalarının yayılışındaki zaman farkı, gök kuşağı, ay hâlesi, sis, kırağı, çise ve bulutların oluşumu, hava hareketleri gibi meteorolojik olayları, İbn Sînâ’nın eş-Şifâʾ adlı eserinden de yararlanmakla birlikte (meselâ bk. Mârifetnâme, s. 101) çoğunlukla kendi gözlemlerine dayanarak oldukça isabetli bir şekilde kaydetmiştir (Irmak, XXXVI [1973], s. 156-157). İbrâhim Hakkı, dünyanın yuvarlak olduğuna dair yeni deliller ortaya koyarken (Mârifetnâme, s. 117) dünyanın güneşin etrafında ve kendi çevresinde dönüşünü, gece ve gündüzün meydana gelişini de ilmî olarak anlatmakta, bu arada Macellan’ın dünyayı dolaşması ve Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını keşfi hakkında mâlûmat vermektedir. (a.g.e., s. 114-120)

    İbrâhim Hakkı, insanın anatomisi ve fizyolojisiyle ilgili hemen her konuda dönemine göre yeni sayılacak ayrıntılı bilgiler vermektedir. Meselâ on iki kaburganın yönleri ve fonksiyonel özellikleri, bel kemiği ve bunun bölümleri, bilek ve el kemiklerinin görevleri gibi konulara dair açıklamalar bugünkü bilgilerle paralellik arzetmektedir. Bu bilgileri esas itibariyle İbn Sînâ’dan alan İbrâhim Hakkı, ayrıntıda kendi gözlemlerine dayalı birçok yenilik ortaya koymuştur. (Irmak, XXXVI [1973], s. 164-165).

    Psikolojide büyük ölçüde İbn Sînâcı geleneği tekrar eden İbrâhim Hakkı’nın Mârifetnâme’de kişinin saç, göz, kulak, el, baş gibi organlarından ve dış görünüşünden hareketle onun ahlâk ve karakter yapısı hakkında sonuç çıkarma yollarını gösteren bilgilerden oluşan kıyafet ilmi (physiognomy) konusuna ayırdığı bölüm (s. 208-216), İslâm ilimler tarihinde bu alanda yapılmış çalışmalar içinde özel bir yere sahiptir. (geniş bilgi için bk. Revnakoğlu, s. 168-196; Çelebioğlu, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Araştırma Dergisi, XI [1979], s. 305-347). 

    İnsanın ahlâk yapısına temel oluşturan güçleri de geleneksel Meşşâî anlayışı çerçevesinde gazap gücü, şehvet gücü ve nefs-i nâtıka olarak gösterir. (Mârifetnâme, s. 206 vd.)

    Bunların ifrat ve tefritlerinden erdemsizlikler (ahlâk-ı zemîme), itidal derecelerinden erdemler (ahlâk-ı hamîde) meydana gelir. İbrâhim Hakkı, nefs-i nâtıkayı İsrâ sûresi,85.ayetinde, emr-i rabbânî olarak gösterilen rûh-ı insânî olarak da adlandırır ve buna gönül dendiğini belirtir. 

    Felsefî gelenekteki meşhur Eflâtuncu iradî ölüme atıfta bulunarak iradesiyle nefsini öldüren kişinin gönül yüzünden benlik perdesi kalkıp kendini ve rabbini bilme mertebesine ulaşacağını, gönlünün huzur ve sevinç aydınlığı ile dolacağını, nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilip ölmeden önce ebedî hayatı kazanmış olacağını ifade eder. Ayrıca felsefî mahiyetteki ahlâk kitaplarının vazgeçilmez konularından olan ölümün anlamı, mahiyeti, ölüm korkusunun sebepleri gibi konuları âyet, hadis ve tasavvufî görüşlerle daha da zenginleştirerek işlemeye çalışmıştır. (a.g.e., s. 246-254).

    1163’te (1750) yazdığı tecvid risâlesinin girişinde yer alan, “Erzurum şehrinde şöhret bulup nef‘i âm olsun için Türkçe söylemişiz” (İbrahimhakkıoğlu, s. 61-62) şeklindeki ifadesinde dönemin eğitim ve öğretim anlayışına gizli bir tenkit sezilmektedir. 1165 (1752) yılında kaleme aldığı Tertîbü’l-ulûm başlıklı ilk Türkçe manzum eserinde de aynı amaçla yeni bir ders programı önerisinde bulunmuştur. Programda geleneksel din ilimlerinin yanında felsefe, matematik, coğrafya, astronomi, anatomi, tıp gibi alanlar da yer alıyordu. İbrâhim Hakkı, daha sonra kaleme aldığı Mârifetnâme’de bu alanların her birine büyük değer verecek ve çok geniş yer ayıracaktır. 1168’de (1755) tertip ettiği divanında da (s. 196-197) yirmi beş beyitlik bir “Tertîbü’l-ulûm” bölümü bulunmaktadır. 1166’da (1753) hazırladığı rûznâmesi, zamanına göre takvim tekniği hususunda oldukça ilginç yenilikler taşımaktadır (geniş bilgi için bk. İbrahimhakkıoğlu, s. 67-68). 

    Ancak bu yenilikçi tavrına rağmen öğrencinin hocasına kayıtsız teslimiyetini öngören otoriter ve dogmatik eğitim anlayışını savunmuştur. İbrâhim Hakkı, geleneksel eğitim ilkeleri arasında daha çok hocanın öğrencisine şefkatli ve anlayışlı davranması, öğrencinin de hocasına karşı edepli ve saygılı olmasıyla ilgili olanları sıralar. Gazzâlî gibi kendisi de öğrencinin sorgulamaya kalkışmadan hocasının bilgisine mutlak olarak güvenmesini öğütler. (Mârifetnâme, s. 540; krş. İḥyâʾ, I, 50).

    İbrahim Hakkı yetmişten fazla eser yazdı. Eserleri arasında en meşhuru olan Marifetname, yaşadığı dönemin önemli bilgilerini kapsayan ansiklopedik özellikte bir eserdi.

    Aynı zamanda On sekizinci yüzyıl, Osmanlı Devleti'nde batılılaşma çabalarının başlangıç devresidir. Osmanlı Padişahı Üçüncü Ahmed'in tahta geçmesiyle, Paris'e gönderilen ilk Osmanlı Elçisi Yirmi sekiz Çelebi Mehmed'in gördüklerini saraya duyurması ile ilk pencere açılmış, İstanbul'un parlak bir sanat doruğuna yükseldiği "Lâle Devri" başlamıştır. 

    İlk basımevinin açılması, tarih, coğrafya, sözlük gibi eserlerin basılması, bilimde, düşüncede ve sanatta Batı tesirinde eserler meydana getirilmesi, Osmanlı Türkiyesi’nde Batı’ya dönük bir devrin başladığını gösterir. Türk eğitim, bilim ve kültür tarihinde Batılı anlamda ilk ansiklopedik önemli bir eser olan “Marifetname"de bu devirde yazılmıştır. Özellikte Doğu ve Orta Anadolu'da çok okunan, çok tanınan "Marifetnâme" Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri'nin eseridir. Bu zat, o devirde ünlü bilginler arasında yerini almıştır.

    İbrahim Hakkı Hazretleri Marifetname'sinde ileri, uyanık bir eğitimcidir. Okuyup yazmanın önemi üzerinde durur ve "kocanın eşine olan görevlerini sayıp dökerken: "Biri de eşine okuyup yazmayı öğretmektir" der. Eğitimin yüksek gücüne inanır. Bu inancını Mevlana Hazretleri'nin şu sözleri ile dile getirir: "Sen taş, kaya, mermer dahi olsan, eğer iyi bir terbiyecinin eline düşersen cevher olursun." Yine eserinin bir yerinde şöyle der: "Eğer insansak benliğimizi işletmek, kalbimizi avutmak, kafamızı aydınlatmak için uğraşmalıyız. Şu bilinmelidir ki, herkes kendisinin kuyumcusudur."

     Marifetname, aydınlanma şuuruyla yazılmış, Anadolu'yu aydınlatma çabası içinde olan bir bilgi dağarcığı, bir ansiklopedidir. Bu yüzden çok okunmuş, çok tanınmıştır. Eserlerinden yalnız Marifetname ve "Divan-ı İlahiyyat" basılmış, diğerleri basılmamıştır. Eserlerinden bir kısmı Türkçe, geri kalan kısmı Arapça ve Farsçadır. Eserler arasında katıksız bir Türkçe ile tasavvuf şiirlerini bir arada toplayan Divan-ı İlahiyyat'ın yeri müstesnadır.

    ESERLERİ: İbrâhim Hakkı’nın çoğu Türkçe olan eserlerinin sayısı hakkında değişik rakamlar verilmiştir. İbrahim Hakkı yetmişten fazla eser yazdı. Eserleri arasında en meşhuru olan Marifetname, yaşadığı dönemin önemli bilgilerini kapsayan ansiklopedik özellikte bir eserdi.

    Meselâ Bağdatlı İsmâil Paşa otuz iki eser adı sıralamış (Hediyyetü’l-ʿârifîn, I, 39-40), Bursalı Mehmed Tâhir bu sayıyı otuz dokuza çıkarmıştır. (Osmanlı Müellifleri, I, 33-36). 

    Kendisi çalışmalarından söz ederken çoğunu büyük kitaplarının içine aldığı küçük risâlelerini müstakil eser olarak saymamıştır. İlâhînâme’nin sonuna eklediği bir notta onu “ana eser”, beşi de “evlât eser” olmak üzere on beş kitabını dili ve telif tarihleriyle birlikte kaydetmiştir. İnsâniyye adlı eserinde de (vr. 341b) Tillo’ya yerleştikten sonra kaleme aldığı on eserden en beğendiği beşinin adını sıralamaktadır. 

    1. Divan. 1168 (1755) yılında oğlu İsmâil Fehîm için tertip edilmiştir. (yazma nüshaları için bk. Çelebioğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 42). 

    H.1263’te (1847) basılan eserde kasidelerin ardından dinî-tasavvufî mahiyette 366 gazelden oluşan “İlâhînâme” başlıklı bölüm yer almaktadır. Divandaki birçok manzume, başta Mârifetnâme olmak üzere müellifin daha sonra yazılan çeşitli kitaplarında da geçmektedir. “Müfredât” (yazmalarda “Ma‘niyyât”), “Rubâiyyât”, “Vâsılnâme”, “Pendnâme”, “Şükürnâme” gibi bölümlere ayrılan eserin, Numan Külekçi ile Turgut Karabey tarafından klasik tarzda mürettep bir divan haline getirilerek tenkitli neşri yapılmıştır.Divanda Arapça ve Farsça şiirler dahil 500 kadar manzume yer almaktadır. 

    2. Mârifetnâme.H. 1170’te (1757) tamamlanan eser İbrâhim Hakkı’nın ismini ölümsüzleştiren en önemli çalışmasıdır. Dinî ve din dışı ilimlere dair ansiklopedik bir eser olan Mârifetnâme müellifin ilmî ve fikrî kişiliğini, yetişmişliğini, din ve ilim anlayışını yansıtması yanında dönemin skolastik zihniyetinden kurtulma çabasını yansıtan nâdir örneklerden biri olması bakımından da özel bir değer taşımaktadır. Pek çok yazması bulunan Mârifetnâme’nin (Külekçi – Karabey, s. 42-45) birçok baskısı yapılmış (Bulak 1251, 1280; Kazan 1261; İstanbul 1284), ayrıca Turgut Ulusoy (İstanbul, ts.) ve Faruk Meyan (İstanbul 1980) tarafından sadeleştirilmiştir.

    3. Mecmûatü’l-irfâniyye. Tam adı Mecmûatü’l-vahdâniyye fî ma‘rifeti’n-nefsi’r-rabbâniyye olan eseri müellifin kısaca İrfâniyye diye andığı da görülmektedir. Bu sebeple Bağdatlı İsmâil Paşa ve Bursalı Mehmed Tâhir, Mecmûatü’l-vahdâniyye ile İrfâniyye’yi iki ayrı eser olarak kaydetmişlerdir. İbrâhim Hakkı’nın torunlarından Celalettin Toprak da eser sayısını elli dörde çıkardığı listede aynı hatayı tekrarlamıştır (Ceviz, sy. 23 [1996], s. 85-97). Müellifin 1174’te (1761) derlediğini belirttiği eserin bir kısmı Arapça, bir kısmı Farsça ve daha uzun bölümü Türkçe yazılmış olup dört yazma nüshası bilinmektedir (a.g.e., sy. 23 [1996], s. 87-88). Kitapta hadis olduğu rivayet edilen, “Kendini bilen Allah’ı da bilir” sözünün tasavvufî açıklaması yapılmış, bu arada âyet ve hadislerle Müslüman düşünür ve âlimlerin konuyla ilgili fikirlerine de yer verilmiştir (eserin kaynakları hakkında bk. a.g.e., sy. 23 [1996], s. 89-92). 

    4. İnsâniyye. Tam adı Mecmûatü’l-insâniyye fî ma‘rifeti’l-vahdâniyye olan bu geniş hacimli eseri müellif yüz kırk kitaptan üç lisan üzerine topladığını söyler. (İbrahimhakkıoğlu, s. 72; Arapça, Farsça ve Türkçe kaynakları hakkında bk. Çelebioğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 33-35).

    Bu kaynaklardan seçilen parçaların daha çok tasavvuf ve eğitim ağırlıklı olduğu görülmektedir. Eserin bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde kayıtlıdır. (Düğümlü Baba, nr. 352; diğer nüshaları için bk. İbrahimhakkıoğlu, s. 100). 

    5. Mecmûatü’l-meânî (Mecmûatü’l-Hakkī).

    Müellif bu eserini H.1178’de (1765) üç lisan üzerine nazmettiğini belirtmektedir (İbrahimhakkıoğlu, s. 72). Kitapta dinî ve tasavvufî şiirler yanında astronomiyle ilgili cep tahtasının kullanımı hakkında Türkçe bir bölüm, Kur’an tecvidine dair yine Türkçe bilgiler, Arapça, Farsça ve Türkçe küçük bir sözlükle “Kavâid-i Fürsiyye” başlıklı diğer bir bölüm bulunmaktadır. (Arkeoloji Müzesi Ktp., Said Paşa, nr. 576). 

    6. Meşâriku’l-yûh. Müellifin 1185 (1771) yılında, kendisine ait olanlarla birlikte bazı eserlerden derlediği tasavvuf başta olmak üzere çeşitli konulara dair Farsça, Türkçe ve az sayıda Arapça manzumeden oluşan bir antolojidir. (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3381). 

    7. Sefînetü’r-rûh min vâridâti’l-fütûh. H.1187’de (1773) müellifin diğer bazı eserlerindeki Türkçe, Farsça ve Arapça şiirlerin kırk bölüm (vâridât) halinde derlenmesiyle meydana gelmiştir (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3413, 3812). 

    8. Kenzü’l-fütûh. H.1188’de (1774) düzenlenen eser tasavvufî ve didaktik mahiyetteki 1021 beyitten oluşmaktadır. (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3316). 

    Bazı şiirler Arapça’dan Farsça’ya ve Türkçe’ye çevrilmiştir. Müellif, eserin sonunda dua mahiyetindeki iki manzumede eser hakkında bilgi vermektedir.

    9. Defînetü’r-rûh. H.1189’da (1775) derlenen eserde müellifin Mecmûatü’l-meânî’sinden seçilmiş Arapça, Farsça ve Türkçe 400 beytin yanında daha önce yazdığı Cilâü’l-kulûb ve İnsân-ı Kâmil başlıklı risâleleriyle üç mektubu bir araya getirilmiştir. Mesih İbrahimhakkıoğlu eserin bir nüshasının kendisinde bulunduğunu belirtmektedir. (Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 140).

    10. Rûhu’ş-şürûh. H.1189’da (1775) hazırlanmış olup müellifin divanında yer alan “İlâhînâme”den seçilmiş manzumelerden oluşmaktadır. (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3381/3). 

    11. Urvetü’l-İslâm. İbrâhim Hakkı, Mârifetnâme’den istifade ile H.1191’de (1777) hazırladığını bildirdiği, ağırlıklı olarak Türkçe yazılmış eserini oğlu Muhammed Şâkir için kaleme aldığını ifade etmektedir. Kitap Kur’an’ın büyüklüğü, tecvid kuralları, sünnete uyma, esmâ-i hüsnâ, Hz. Peygamber’in isimleri ve hilyesi, itikad, İslâm’ın şartları, namazın şartları gibi konuların işlendiği on beş bölümden oluşmaktadır. (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 1462). 

    12. Hey’etü’l-İslâm. Urvetü’l-İslâm ile aynı tarihte yazılan eserin önsözünde müellif, filozofların astronomiyle ilgili eserlerini okumanın inancı bozacağını söyleyerek bunları terkettiğini belirtmektedir. (a.g.e., s. 154). Mesih İbrahimhakkıoğlu, eserin 180 sayfa hacmindeki bir nüshasının kendisinde bulunduğunu bildirmektedir. (a.g.e., s. 154). 

    13. Tuhfetü’l-kirâm. İbrâhim Hakkı’nın Tillo’ya gittikten sonra kaleme aldığını belirttiği “evlât eserler” serisinin ilkidir. (bk. İnsâniyye, vr. 341b). Müellifin Mecmûatü’l-meânî’den Arapça ve Farsça olarak aldığını ifade ettiği eser hakkında H.1180’de (1766) yazıldığı dışında bilgi yoktur. 

    14. Nuhbetü’l-kelâm. H.1182’de (1768) Mecmûatü’l-meânî ve Mârifetnâme’den yapılan alıntılarla oluşturulduğu müellifi tarafından bildirilen bu eser de halen elde bulunmamaktadır. 

    15. Ülfetü’l-enâm. Yine müellifin H.1189’da (1775) Mârifetnâme’den alıntı yaparak düzenlediğini belirttiği eser (İbrahimhakkıoğlu, s. 72) günümüze ulaşmamıştır.

    16.Müellifin listesinde görülmemekle birlikte Lübbü’l-kütüb, onun Farsça şiirlerden seçtiği 144 beyitlik iki manzumesinin de yer aldığı antoloji türü bir kitaptır. Mesih İbrahimhakkıoğlu, yedi cilt olduğu söylenen eserin iki cildinin kendisinde bulunduğunu söylemekte (a.g.e., s. 52), Atatürk Üniversitesi Kütüphanesi için beş cildinin satın alındığı kaydedilmektedir (Çelebioğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 40). 

    17.İbrâhim Hakkı’nın Tertîbü’l-ulûm başlığını taşıyan Türkçe manzum bir eseri daha vardır.Dört beş varaktan ibaret olan risâle (yazma nüshaları için bk. Özyılmaz, s. 10-14), çeşitli öğretim kademelerinde okunması gereken derslere ve öğretim kurallarına ilişkin muhtevası dolayısıyla önemli kabul edilmektedir.

    İbrâhim Hakkı’nın oğullarına, hanımlarına, dost ve yakınlarına yazdığı mektupların büyük bir kısmı halen torunlarının elinde olup bunların çoğunu Mesih İbrahimhakkıoğlu Erzurumlu İbrahim Hakkı adlı eseri içinde yayımlamıştır.(İsmet Binark ve Nejat Sefercioğlu tarafından İbrâhim Hakkı’ya nisbet edilen eserlerin listesiyle, hakkında yapılan yayınları ihtiva eden bir eser yayımlanmıştır (Erzurumlu İbrâhim Hakkı Bibliyografyası, Ankara 1977)


Etiketler: Erzurumlu İbrahim Hakkı (k.s.) Kimdir? Hayatı, Eserleri, Sözleri, Türbesi, Marifetname, İsmail Fakirullah, Tillo, Tasavvuf, Kadiri Tarikatı, | Mekteb-i Derviş

Not: HTML'e dönüştürülmez!
    Kötü           İyi