HASAN SABBAH KİMDİR? HAYATI, ÖLÜMÜ VE SUİKASTLERİ
HAŞHAŞİLER KİMLERDİR? ALAMUT KALESİ VE BATINİLİK
SELÇUKLU DEVLETİ BATINİ MÜCADELESİ
el-Hasen b. Alî b. Muhammed b. Ca‘fer b. el-Hüseyn b. Muhammed b. es-Sabbâh el-Himyerî er-Râzî (ö. 518/1124).İran’da hem Nizârî-İsmâilî Devleti’nin hem de "suikastçılar" olarak anılan Haşhaşîlere bağlı fidā'iler askerî grubunun kurucusu.
Doğduğu Yer ve Ailesi
İran’da bulunan Alamut Kalesi’nde yaşayan, çevresindeki insanlara cennet vaadinde bulunup onları kendisine mürit yaparak koşulsuz şartsız kendisine bağlayan ve Şii-Bâtıni-İsmaili mezhebine bağlı olan Haşhaşiler isimli tarikatını kuran Hasan Sabbah, İsmaililik mezhebi inancına dayalı olarak oluşturduğu Haşhaşiler tarikatı ile tanınmış, Büyük Selçuklu ve Abbasi Devleti zamanında,Orta Çağ’ın en ilginç,suikastçı Batıni liderlerinden birisidir. Hasan Sabbah, otoriter bir lider olmasının yanı sıra, dini bilgisi ile hem farklı, hem de derinlikli bir karaktere sahip olmuştur. Sabbah’ı tarih sahnesinde farklı yapan etkenler ise, yetiştirdiği amansız suikastçileri ve 34 yıl boyunca hiç dışına çıkmadan yaşamını sürdürdüğü ünlü Alamut Kalesi’dir.
438 (1046-47) veya 445 (1053-54) yılında İran’da İmâmiyye Şîası’nın önemli merkezlerinden biri olan Kum şehrinde doğduğu rivayet edilir. Kendisi, hayatını anlattığı ve adamlarının Sergüzeşt-i Seyyidinâ adını verdikleri eserinde aslen Güney Yemen’de hüküm süren Himyerî krallarının soyuna mensup olduğunu, babasının Yemen’den Kûfe’ye göç ettiğini, oradan da Kum’a ve nihayet Rey şehrine geldiğini ve kendisinin de burada doğduğunu yazmaktadır. (Cüveynî, III, 113).
Ancak Mîrhând, Nizâmülmülk’e dayanarak Tuslular’ın onun Himyerî asıllı olduğu iddiasını reddettiklerini ve atalarının Tûs’a bağlı bir köyde oturduğunu söylediklerini (İA, V/1, s. 311), İbnü’l-Esîr de Reyli (Râzî) olduğunu belirtmektedir. (el-Kâmil, X, 527).
Âlim kişiliğiyle tanınan babası Ali b. Muhammed İmâmiyye Şîası’nın önde gelen simalarından biriydi. Oğlunun eğitimiyle yakından ilgilendi; özellikle felsefî ilimler, kelâm, mantık, fıkıh ve riyâziyyât sahasında köklü bilgi kazanmasını sağladı. Hasan Sabbâh’ın Selçuklu Veziri Nizâmülmülk ile Ömer Hayyâm’ın arkadaşı olduğu ve birlikte Muvaffak-Lidînillâh en-Nîsâbûrî’nin derslerine devam ettikleri, aralarından kim daha önce ikbal ve servete ulaşırsa onun diğerlerine yardım edeceğine dair yeminleştikleri, Nizâmülmülk’ün vezir olunca Hasan Sabbâh’a valilik teklif ettiği, ancak onun merkezden uzaklaşmamak için sarayda bir görev istediği, bu isteği kabul edilince Nizâmülmülk’ün görevine göz diktiği, bunu farkeden Nizâmülmülk’ün onu Sultan Melikşah’ın gözünden düşürüp saraydan uzaklaştırdığı ve Hasan Sabbâh’ın da Mısır’a kaçtığı rivayet edilmektedir. Bu hikâye, Reşîdüddin Fazlullāh-ı Hemedânî tarafından da kabul edilmekle beraber 408’de (1017-18) doğan Nizâmülmülk’ün 438 veya 445’te doğan Hasan Sabbâh ile birlikte aynı hocanın öğrencisi olması uzak bir ihtimaldir.
Eğitimi ve Hocaları
Henüz yedi yaşında iken ilme istidadı görülen Hasan Sabbâh özellikle din âlimi olmak istiyordu. Bunun için III. (IX.) yüzyıldan itibaren dâîlerin önemli faaliyet merkezi haline gelen Rey şehrine yerleşerek tahsiline burada devam etti ve on yedi yaşına kadar ailesinin mensup olduğu İmâmiyye Şîası’na bağlı kaldı. Bir gün Emîre Zarrâb adlı bir Fâtımî dâîsiyle karşılaştı ve onun konuşmalarından etkilenerek İsmâiliyye mezhebine intisap etti. 464’te (1072) Rey’e gelen Irak bölgesi başdâîsi İbn Attâş, Hasan Sabbâh’ın kabiliyetli bir kimse olduğunu anladı ve ona Fâtımî Halifesi Müstansır-Billâh’ın yanına gitmesini, Dârülhikme’de İsmâilî mezhebi hakkında bilgi edinmesini ve esrâr-ı ilâhiyyeyi öğrenmesini tavsiye etti. Hasan Sabbâh, bu tavsiyeye uyarak 464 (1072) veya 467’de (1075) İsfahan yöresinde İbn Attâş’ın vekili sıfatıyla iki yıl davette bulunduktan sonra Azerbaycan, Meyyâfârıkīn, Musul, Sincar, Rahbe, Dımaşk, Sayda ve Sûr üzerinden Akkâ’ya varıp deniz yoluyla Mısır’a geçti. 471’de (1078) Kahire’ye ulaştı ve başdâî Ebû Dâvûd tarafından karşılandı. Halife Müstansır-Billâh ile görüştü ve yakın ilgisine mazhar oldu(İbnü’l-Esîr, IX, 448; X, 237) (bazı rivayetlerde onun halife ile görüşmediği ifade edilir; Cüveynî, III, 114). Müstansır-Billâh onu hüccet (vekil) seçti ve ileride Horasan’da kendisi adına davette bulunmasını istedi.
Hasan Sabbâh, Müstansır-Billâh’tan sonra hilâfet makamına veliaht tayin ettiği Nizâr’ın, vezir ve başkumandan Bedr el-Cemâlî ise küçük oğlu Ahmed el-Müsta‘lî’nin geçmesini istiyordu. Bedr el-Cemâlî, bu konuda kendisine muhalefet eden Hasan Sabbâh’ı önce hapse attı, sonra da ülkeden sürdü. Başka bir rivayete göre ise Hasan bir yolunu bulup hapishaneden kaçtı, İskenderiye’den bindiği bir gemiyle Mısır’ı terketti ve 10 Haziran 1081’de İsfahan’a ulaştı. Dokuz yıl boyunca bütün İran’ı dolaşarak Bâtınîliğin propagandasını yaptı. Kirman, Yezd ve Hûzistan’dan sonra dikkatini İran’ın kuzeyine Hazar denizi sahillerine, Gîlân, Mâzenderan ve Deylem’in dağlık bölgelerine çevirdi. Burada başına buyruk yaşayan savaşçı bir kavim oturuyordu; İran’ın eski hükümdarları bu insanları hiçbir zaman itaat altına alamamışlardı. Hasan Sabbâh, üç yıl süreyle çalışarak en büyük gayretini Şiî-İsmâilî propagandasından çok etkilenen bu bölgede harcadı ve dağlardaki muharipleri kendi saflarına çekerken gönderdiği dâîlerle yöre halkını da kazandı.
Bu sıralarda faaliyetlerini dikkatle izleyen Selçuklu Veziri Nizâmülmülk Rey’deki görevlilere onu yakalamaları için emir verdi; fakat Hasan buradan kaçıp Kazvin’e gitmeyi başardı. Sonunda Rûdbâr vadisinde kendisine karargâh seçtiği ve “beldetü’l-ikbâl” dediği müstahkem Alamut Kalesi’ne yerleşerek Nizârî-İsmâilî Devleti’ni kurdu (6 Receb 483/4 Eylül 1090). Yaptırdığı yeni tahkimat ve yiyeceklerin uzun süre bozulmadan saklanabileceği depolarla kaleyi kuşatmalara dayanıklı, ele geçirilemez bir hale getirdi. Böylece askerî karargâh ve idarî merkez olarak kullandığı Alamut’tan düzenlediği operasyonları idare etmeye başladı.
Müstansır’ın ölümü üzerine yerine Efdal b. Bedr el-Cemâlî ve diğer devlet adamlarının desteklediği Müsta‘lî-Billâh geçti (487/1094). O güne kadar Müstansır’ın adına davette bulunan Hasan Sabbâh bu haberi duyunca isyan edip şer‘an imam olan Nizâr’ı destekledi ve onun adına hutbe okuttu; hatta “fidâî” denilen müridlerinden birkaçını Nizâr’ı veya çocuklarından birini Alamut’a getirmek üzere Mısır’a gönderdi.
İsmâilîler, Müstansır-Billâh’ın ölümünden sonra Nizâriyye ve Müsta‘liyye olmak üzere iki gruba ayrıldılar. Hasan Sabbâh, doğuda Nizârî-İsmâilîler’in (el-İsmâîliyyetü’l-cedîde) lideri olarak Alamut’taki karargâhından faaliyetlerini yürüttü ve Fâtımîler’le ilişkilerini tamamen kesti.
İnanç ve Felsefesi
Tasavvufî İslâmî ekole dayalı Alevîlerin Câferîlik diye bilinen meşhur mektebinden biraz farklı olarak On İki İmamlar'dan olan İmam Cafer Sâdık'ın küçük oğludur ve büyük oğlu olan İmam Musa Kâzım'ın küçük kardeşi olan İsmâil'e ithafen adlanan İsmâîlik mektebine dayanan üst düzey dini bilgi birikimine ve otoriter bir liderlik karakterine sahip olduğu bilinen Hasan Sabbah kurduğu tarikatın suikaste dayanan farklı askeri taktikleri ve 35 yıl boyunca dışına çıkmadan yaşadığı Alamut Kalesi ile tanınmaktadır.
Şehristânî’nin “ed-da‘vetü’l-cedîde” adını verdiği (el-Milel, I, 192) Nizârî akîdesini Fâtımîler’in akîdesinden, yani “ed-da‘vetü’l-kadîme”den ayıran belirgin özellik, fırka düşmanlarının sadık fidâîler tarafından öldürülmesi usulünün dinî bir vazife ve bir prensip olarak kabul edilmesidir. Ayrıca Hasan Sabbâh eğitim ve öğretimi yasaklamış ve müridlerini cahil bırakmıştır.
Ona göre Allah akıl ve düşünceyle değil imamın rehberliğiyle tanınabilir; zira akıl Allah’ı tanımak için yeterli olsaydı herkes aynı fikre sahip olurdu. Hâlbuki akıl din için yeterli değildir ve bundan dolayı insanların her devirde dini bir imâm-ı ma‘sûmun nezaretinde öğrenmeleri gerekir. Etrafındaki insanlar, Hasan Sabbâh’ın bu düşüncelerinde derin hikmetler gizli olduğuna inanıp peşinden gittiler.
Ona kalpten inanan dâîler telkinde bulunurken davetlerini rastgele ve açıkça değil duruma göre yapıyor, önce alışılmış olan telakkilerle işe başlıyorlardı. Bundan dolayı Şehristânî, “Bâtınîler’in her zamanda başka bir şekilde davetleri ve her lisan ile yeni bir itikad ve mezhepleri vardır” der. (a.g.e., I, 192).
Bâtınîlik Hasan Sabbâh ile yeni bir hüviyet kazandı ve mâsum imam adına davette bulunan dâîlerin yerini, devamlı haşîş (esrar) kullanmaya alıştırıldıkları için “haşşâş” (çoğulu haşşâşûn/haşşâşîn) veya “haşîşî” (çoğulu haşîşiyye, haşîşiyyûn) denilen eli hançerli caniler aldı (haşşâşîn kelimesi Batı dillerine “assassin” şeklinde ve “suikastçı, gizli katil” anlamıyla geçmiştir).
Hasan Sabbâh adamlarına cennet vaad ediyor ve kendilerini bekleyen mutluluğu dünyada iken tatmaları için esrar içiriyordu; böylece onları her türlü emrini yerine getirmeye hazır hale getirmişti.
Nizârî-İsmâilîler’in gayesi dinî olmaktan çok siyasî idi ve kendi görüşlerini halka zorla benimseterek mevcut sosyal ve siyasal düzeni çökertmeyi hedefliyordu. Bu gayelerine ulaşmak için kurdukları teşkilât ve eğittikleri fidâîlerden yararlanarak birçok din ve devlet adamını kendilerine has metotlarla ortadan kaldırdılar. Bazı insanları da propaganda veya tehditle kendi mezheplerine çektiler. Hasan Sabbâh adamlarını dinî ve siyasî unsurlarla motive ettiği için kurduğu teşkilât dinamik ve uzun ömürlü olmuştur.
Selçuklu Bâtıni Mücadelesi
Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, İslâm dünyası için ciddi bir tehlike oluşturan Hasan Sabbâh ve adamlarıyla mücadeleyi bir devlet politikası haline getirdi. Bir yandan Nizâmiye medreseleriyle Sünnîliği takviye ederek onlarla ilmî sahada mücadele verirken öte yandan Alamut ve Rûdbâr bölgesindeki komutanlarından Yoruntaş’a Hasan Sabbâh ve adamlarını şiddetle tenkil etmesi için emir verdi. Yoruntaş’ın Alamut’u kuşattığı bir sırada ölmesi (484/1091) harekâtın sonuçsuz kalmasına sebep oldu. Ancak Bâtınîler’le mücadeleyi sürdürmek kararında olan Sultan Melikşah, Emîr Arslantaş ile Emîr Koltaş’ı büyük bir orduyla Hasan Sabbâh ve başdâî Hüseyin Kâinî üzerine sevketti. Amîr Kızıl Sarığ’ı da Arslantaş’a yardım etmek üzere Alamut’a gönderdi. Fakat önce Vezir Nizâmülmülk’ün Ebû Tâhir Arrânî adında bir fidâî tarafından öldürülmesi, arkasından Sultan Melikşah’ın henüz otuz sekiz yaşında iken şüpheli bir biçimde ölümü (485/1092) harekâtın başarıya ulaşmasını engelledi.
Cüveynî kendi eserinde Nizâmülmülk, 16 Ekim 1092 (485 h.) Cuma gecesinde, Nihavend bölgesinde bulunan Şahne denilen bir yerde sufi kılığına giren Arranî ismindeki Bâtıni fedaisi tarafından, iftardan sonra haremine gittiği esnada sırtından hançerlenerek öldürüldüğünden bahseder.
Bazı eserlerde Sultan Melikşah ile Hasan Sabbâh arasında mektup teâtisinden bahsedilmektedir. Buna göre Sultan Melikşah, Hasan Sabbâh’ı yeni bir din icat etmekle ve bazı cahilleri aldatmakla suçluyor ve eğer hatasında ısrar ederse kalelerini yerle bir edeceğini ifade ediyordu. Hasan Sabbâh ise verdiği cevapta müslüman olduğunu, Abbâsîler’in hilâfeti gasbettiğini, hilâfetin gerçek sahibinin Fâtımîler olduğunu söylüyor, sultanı Nizâmülmülk’ün entrikalarına karşı uyarıyor ve Selçuklu Devleti’ni tehdit ediyordu. Ancak İbrahim Kafesoğlu, böyle bir mektuplaşmanın olmadığını ve bunun daha sonraki dönemde propaganda amacıyla uydurulduğunu söylemektedir. (Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 134-135).
Bâtınîler, Sultan Melikşah’ın ölümünden sonra hânedan mensupları arasında başlayan taht kavgaları ve Haçlılar’ın bazı müslüman topraklarını işgal etmeleriyle oluşan ortamdan faydalanarak nüfuz sahalarını genişletip faaliyet ve cinayetlerini arttırdılar. 1096 veya 1102’de Lemeser’in bir baskınla ele geçirilmesi Hasan Sabbâh için önemli bir başarı oldu ve bu sayede Rûdbâr’daki hâkimiyetini daha da pekiştirdi. Aynı tarihlerde Girdkûh, Şahdiz ve Hâlincân kalelerini de zaptetmeleri Bâtınîler’in stratejik konumunu büyük ölçüde kuvvetlendirdi. Böylece Hasan Sabbâh bir yandan önemli yeni mevziler kazanırken bir yandan da Ehl-i sünnet’in ve Selçuklu Devleti’nin başlıca merkezlerini propaganda ile baskı altında tutuyordu. Bu karışık ortamdan faydalanarak hemen her gün beş on müslümanı öldüren fidâîler, Bâtınîler’e düşman birini vezir tayin ettiği için Sultan Berkyaruk’a da saldırıp yaraladılar.
Sultan Berkyaruk döneminde; Sultan Melikşah’ın önde gelen emirlerinden Emir Üner (492 h./1098-1099), Sultan Berkyaruk’un veziri El-Eazz Ebû’l-Mehâsin Abdülcelîl b. Muhammed ed-Dihistânî (495 h./1101), Sultan Berkyaruk’un annesi Zübeyde Hanım’ın veziri Abdurrahman Sümeyremi, Isfahan şıhnesi Emir Bilge Beg Sermez (493 h./1100), Nişâbûr hatibi Ebu’l-Kasım b. İmamü’l-Haremeyn (492 h./1098-1099), Ebû’l-Muzaffer b. el-Hucendî (496 h./1102-1103), Ebû Ca’fer b. el-Meşşât (498 h./1104) gibi dönemin önemli isimleri Bâtıni fedaileri tarafından yapılan suikastlar sonucunda öldürüldü.
Daha sonra Berkyaruk ile Muhammed Tapar arasındaki mücadele sırasında Berkyaruk’un ordusuna sızarak ordu içinde nüfuzlarını arttırmaya başladılar. Hasan Sabbâh’ın siyasî, dinî ve askerî şahsiyetleri öldürtmesi bir terör havası oluşturdu; ona muhalif emîr ve kumandanlar elbiselerinin altına zırh giymeden evlerinden dışarı çıkamaz oldular. Hasan Sabbâh’ın faaliyetlerine ve tertip ettiği cinayetlere şahit olan Enûşirvân b. Hâlid, o devirde müslümanların içinde bulunduğu durumu tam bir felâket şeklinde nitelendirir ve yollarda emniyetin kalmadığını, fidâîlerin hiç çekinmeden cinayet işlediklerini, sultanların onlara karşı bir çare bulamadığını, halkın sürekli korku içinde yaşadığını ve Sultan Berkyaruk’un Bâtınîler’i ortadan kaldırmaya karar verdiğini görenlerin kendi düşmanlarını Bâtınîlik’le itham edip haksız yere adam öldürülmesine sebep olduklarını söyler. (Bündârî, s. 67-68).
Hasan Sabbâh’ın fidâîlerinin estirdiği bu terör havasından endişeye kapılan devlet adamları, Sultan Berkyaruk’u uyararak vakit geçirmeden tedbir alınmadığı takdirde telâfi edilemeyecek zararlara uğrayacaklarını söylediler. Bunun üzerine Sultan Berkyaruk Şâban 494’te (Haziran 1101) Bâtınîler’e karşı harekete geçti ve 300 kişiyi öldürttü. Halife Müstazhir-Billâh’a da haber gönderip Bağdat’ta Bâtınî oldukları bilinenlerin yakalanmasını istedi. Aynı yıl Emîr Bozkuş’un sevk ve idaresindeki büyük bir ordu Kuhistan üzerine gönderildi; ancak Bâtınîler Emîr Bozkuş’u rüşvet karşılığında muhasaradan vazgeçirdiler. Emîr Çavlı da bu yıl içinde Fars ve Hûzistan’daki Bâtınîler’e karşı bir sefer düzenledi ve 300 kişiyi öldürtüp mallarına el koydu. Emîr Bozkuş 497’de (1104), Horasan askerleriyle gönüllülerden oluşan bir ordu ile Tabes Kalesi’ne saldırdı; kale ve civarındaki köyler tahrip edilerek Bâtınîler’in bir kısmı öldürüldü, bir kısmı da esir alındı. Hasan Sabbâh’ın fidâîleri, Berkyaruk’tan sonra tahta geçen Sultan Muhammed Tapar devrinde de cinayetlerini sürdürdüler.
Sultan Muhammed Tapar Haçlılara ve Bâtınîlere karşı tertip ettiği cihad harekâtıyla Sünnî İslam dünyasında kalplere taht kurmuş, haklı bir övgüye mazhar olmuştur. En önemli özelliklerinden biri âlimlere çok saygı göstermesiydi. Bu yüzdendir ki dönemin ünlü İslam âlimi Huccetü’l-İslâm Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî (ö. 1111) Nasîhatü’l-mülûk (et-Tibru’l-mesbûk fî nasîhati’l-mülûk) adlı eserini, İbnü’l-Belhî de Farsnâme adlı kitabını ona ithaf etmiştir. Ayrıca meşhur müfessir Zemahşerî’nin ve İslam tarihçilerinin çeşitli vesilelerle ona övgüler düzdüğünü biliyoruz. Şüphesiz bu durum onun İslam uğrunda cihada verdiği ihtimamdan kaynaklanıyordu. Bu Selçuklu sultanına hayran bazı tarihçiler, işi daha da ileri vardırarak, Gazneli Sultan Mahmud’un Hindistan’daki fütuhatını bile ona atfetmişlerdir.
Hasan Sabbâh’la uğraşmayı kâfirler üzerine yapılacak gazâdan daha üstün tutan Muhammed Tapar onunla ciddi bir şekilde mücadele etmek üzere harekete geçti. Sultan ilk seferini Şahdiz Kalesi üzerine düzenledi ve burayı kısa bir kuşatmadan sonra zaptetti; kale hâkimi Ahmed b. Abdülmelik b. Attâş öldürüldü. Bu zafer müslümanlar arasında büyük bir sevinçle karşılandı ve her tarafa fetihnâmeler gönderildi. Sultan 503 (1109) yılında veziri Ahmed b. Nizâmülmülk’ü büyük bir ordu ile Alamut’a sevketti, ancak kış yüzünden sonuç alınamadı. 505’te (1111) Emîr Anuştegin Şîrgîr Bâtınîler’e ait Bire Kalesi’ni ele geçirdi. Muhammed Tapar, ayrıca Halep Meliki Alparslan el-Ahras ile Reîsülahdâs Saîd b. Bedî‘den şehirdeki Bâtınîler’in öldürülmelerini istedi. Bunun üzerine Ebû Tâhir es-Sâiğ, İsmâil ed-Dâî ve Hakîm el-Müneccim’in kardeşi gibi Hasan Sabbâh’ın Suriye’deki vekilleriyle çok sayıda Bâtınî öldürüldü (507/1113).
Muhammed Tapar Alamut’u ve Hasan Sabbâh’ı ele geçirmek üzere yine Emîr Anuştegin Şîrgîr’i görevlendirerek Karaca, Gündoğdu, İlkavşut ve Bozan gibi birçok kumandanı onun emrine verdi. 11 Rebîülevvel 511’de (13 Temmuz 1117) başlayan Alamut kuşatması Zilhicce ayına (Nisan 1118) kadar sürdü. Hasan Sabbâh ve adamları açlıktan perişan bir duruma düşmüşlerdi. Kale alınarak fitne fesat yuvası temizlenmek üzere iken Sultan Muhammed Tapar’ın ölüm haberi geldi ve askerler kuşatmayı kaldırıp İsfahan’a döndüler.
Muhammed Tapar’ın yerine geçen Sencer, Horasan meliki olduğu sırada Bâtınîler’e karşı yürüttüğü mücadeleyi devam ettirmek istedi. Ancak Hasan Sabbâh onun hizmetindeki bir câriyeyi kandırarak bir gece yatağının başucuna bir hançer saplattı ve onu öldürtebileceğine dair haber gönderdi. Böylece gözü korkutulan Sultan Sencer Hasan Sabbâh ve Bâtınîler’le uğraşmadı ve onlara belli şartlarda eman verdi. Atâ Melik Cüveynî, Alamut’un Moğollar tarafından zaptı (1256) sırasında kütüphanede Sencer’in birkaç fermanını gördüğünü ve bu fermanlarda sultanın onları dostluk ve barışa çağırdığını, kendileriyle iyi geçinmek istediğini söyler. (Târîh-i Cihângüşâ, III, 127).
Bu dönemde yine birçok önemli devlet adamlarına suikastlar düzenlemiştir.
Musul hâkimi Kasimüddevle Aksungur el-Porsukî 520/1126 senesinde Cuma günü namaz esnasında Bâtıniler tarafından öldürülmüştür. Yine Sultan Sancar’ın vezirlerinden olan Ebu Nasr Ahmed Kaşanî de Bâtınilere karşı faaliyet gösterdiği için onlar tarafından yapılan bir suikast sonucu ölmüştür. Aynı şekilde Dımaşk hâkimi Tâcü’l-Mülûk Börü de Bâtınilere karşı mücadele gösterdiği için, Alamut’tan gönderilen iki fedai tarafından öldürülmüştür. 1140 senesinde ise Sultan Sancar’ın yakın adamlarından biri olan el- Mukarreb Cevher, Bâtıniler tarafından öldürülmüştür. Sultan Sancar döneminin ileri gelen şahıslarından Mansûr el-Herevî de vezir Dergüzînî ve birkaç Bâtıninin yapmış oldukları suikast neticesinde öldürülmüştü. Yine bu dönemde Bâtıniler tarafından ilmiye ve yönetici sınıfından da olan birçok kişi öldürülmüştür. Bunlardan biri Şafiî reisi Abdüllâtif b. el- Hucendî, bir diğeri ise Mâzenderân hâkiminin oğlu Girdbazu’dur.
Sultan Sancar, Büyük Selçuklu Devleti’ni yeniden toparlamaya çalışmış gerek kumandanlar arası mücadeleler gerekse Bâtınilerin yıkıcı faaliyetleri sonucunda başarılı olamamıştır. Onun ölümüyle Büyük Selçuklu Devleti tarih sahnesinden çekilmiştir. Sonuç olarak Hasan Sabbah döneminde yoğun bir şekilde Selçuklular ile mücadeleler yaşanmış, zaman zaman iki tarafta başarılar elde etmişler. Nitekim bu zamanda Alamut üzerine yapılan seferler hiçbir zaman sonuçlanamamış ve Bâtınilerin asıl merkezi Moğollar tarafından yerle bir edilinceye kadar önemini korumuştur. Hasan Sabbah’ın ölümünden sonra halefleri hem davalarını korumuşlar hem de merkezleri olan Alamut Kalesi’ni yıkıcı Moğol istilalarına kadar korumayı başarabilmişlerdi.
ALAMUT KALESİ
Hasan Sabbah’ın Rey şehrinden ayrılıp Mısır’a ulaşması; İsfahan, Azerbaycan, Silvan, Mezopotamya, Suriye ve Filistin kıyılarından geçtiği seyahat üzerinden anlatılmaktadır. Yaklaşık 3 sene boyunca Mısır’'da kalan Sabbah, daha sonra ise Kuzey Afrika'ya sürülmüştür. Buradan da Suriye’ye gitmiştir. 10 Haziran 1081 tarihinde İsfahan’a tekrar ulaşmış Hasan Sabbah, dokuz yıl süresince hizmet için İran’ı dolaşmıştır.
Hasan Sabbah, İran’ın kuzey taraflarında yer alan Deylem bölgesi ile oldukça fazla ilgilenmiştir. Çünkü bu bölge, İslam Dinini kılıç zoru ile kabul etmemiş, sahip olduğu toprakları çok zor fethedilen, savaşçı insanlara sahip ve köklü geleneklerini sürdürebilen yerli halkın kontrolü altındaydı. Hasan Sabbah, aradan geçen bir süre sonra, dikkatini çeken Deylem bölgesinde faaliyetlerde bulunabilmek adına Kazvin’e göçmüştür. Yerleştiği bölgede, yerli halkın arasından çok sayıda mürit bulan Hasan Sabbah, Elbruz Dağları’nda bulunan Alamut Kalesi’ne uzun süreli yerleşmeye karar vermiştir.
Alamut Kalesi, çok geniş bir vadiyi gören, üstün ve egemen konumdaki büyük bir kayalık alan üzerine yapılmıştı. Yüksekliği iki bin metreyi bulan Alamut Kalesi, oldukça sert, sarp ve dolambaçlı bir yola sahipti. Bu özelliği ile de erişilmesi ve ulaşılması çok zor bir yapıyı andırmaktaydı. Kale ile ilgili ilginç rivayetlerden biri ise, Deylem hükümdarlarından biri için bu kalenin inşa edilmesiydi. Rivayete göre, kalenin inşa edilmesinden önce kral, kartalını havaya bıraktı. Kartal, kalenin olduğu kayalıkta durdu. Bu nedenle de kale, bu noktaya yapıldı. İsmi ise, kartalın öğretisi anlamını taşıyan Aluh Amut adından gelmekteydi. Sabbah kaleye vardığında, Alevi Mehdi isimli hükümdar, kalenin hâkimiydi. Halkı kendi tarafına çekmeyi başaran Hasan Sabbah, kaleyi almak için çalışmalara başladı. 4 Eylül 1090 tarihine, gizli bir çalışmayla kale ele geçirildi. Kaleye hükmeden Alevi Mehdi, kaleyi terk etmek zorunda kaldı. Bir kısım İranlı tarihçilere göre Sabbah, Mehdi’ye büyük bir meblağ değerinde altın vermiştir. Ancak bu noktada önemli olan, Sabbah'ın bu tarihten itibaren Haşhaşin tarikatını kurmuş olmasıdır.
Alamut Kalesine yerleştiğinden itibaren toplam 34 sene boyunca kaleden neredeyse hiç çıkmadığı, hatta kale içindeki odasını bile çok az terk ettiği rivayet edilmektedir. Alamut Kalesini aldıktan sonra, Büyük Selçuklu Devleti ve Abbasilere karşı planlar yapan Sabbah, yetiştirdiği haşhaşlı suikastçiler ile, sadece kendi döneminde neredeyse 50 ye yakın suikast gerçekleştirmiştir. Bu suikastlerin en önemli olarak anlatılanı ve bazı kaynaklara göre de ilk olanı, Nizamülmülk’ün öldürülmesi olayıdır. Diğer suikastler ise, Büyük Selçuklu Devletinin üst kademedeki yöneticileri ve Abbasilerin önemli din adamlarına yönelik olarak gerçekleştirilen suikastlerdir. Nizamülmülk’ün öldürülmesinin ardından, Melikşah’ın da ölümü üzerine Sencer, Berkyaruk ve Muhammed Tapar arasında yaşanan taht kavgaları nedeniyle Büyük Selçuklu Devleti çöküşün içine girmiş gerilemeye başlamıştır. Hasan Sabbah, yaşanan bu olumsuzlukları kendi lehine çevirmiş ve döneminde başka kalelerin de alınmasını sağlamıştır.
HAŞHAŞİLER KİMDİR?
Hasan Sabbah’ın kurduğu ölüm fedaileri askeri gurup. Haşhaşiler (Arapça:Hashīshīya ya da Hashīshūn), Haşişin ya da Haşhaşiyyin de denir.
8. yüzyılda İsmaililiğin Nizarî kolundan çıkan bu topluluğun 15. yüzyıla dek faaliyetlerini sürdürdükleri sanılmaktadır. Kapalı bir topluluk olan haşhaşiler (suikastçiler) radikal bir din akımının takipçileri olarak ortaya çıktılar. Suikasti, Eyyubilere, Selçuklulara ve Abbasilere Tapınak Şövalyelerine Haçlılara karşı siyasi yaptırım aracı olarak kullandılar. Ayrıca üçüncü haçlı seferi sırasında haçlılara ve tapınak şövalyelerine de suikast yapmışlardır. Avrupa dillerine Haçlı Frankları tarafından taşınan assassin sözcüğünün kökeni haşhaşindir.
Kendilerine ed-da’va-t-ul-cedide (yeni dava, yeni öğreti) ya da fedaayiin (Arapça fedailer –bir amaç uğruna kendini feda etmeye hazır olan) derlerdi.
Haşhaşiler, Hasan Sabbah'ın 1090 yılında Alamut Kalesi'ni almasıyla kurulmuştur. Hasan Sabbah'ın amacı Selçuklu Devleti'nden intikam almaktı. Bunun için Nizamülmülk ve Sultan Melikşah'ı öldürmek istiyordu.(Devlet sarayında kovulma mevzusundan dolayı).
Hasan Sabbah, Alamut kalesini aldıktan sonra kalede bazı düzenlemeler yaptı; kalenin asma bahçelerini yeniledi, surlarını güçlendirdi. Hasan’ın gençlik yıllarında bir şeyhin ona haşhaş içirmesiyle haşhaşın büyük etkisinde kalmıştı. Haşhaşla birçok kişiyi kandırabileceğini o zaman anlamıştı. Alamut Kalesi’ni aldıktan sonra Hindistan'dan haşhaş meyvesini getirdi. Dünyanın dört bir yanından köle pazarlarında satılan güzel kadınları aldı. Başlarına bir hanım ağası koyarak onların yetişmesini sağladı. Hasan Sabbah çok geçmeden Alamut'a yakın küçük kaleleri de ele geçirdi. Hazar Denizi’ne yakın büyük bir kale almıştır. Hasan Sabbah’ın bu başarılarına duyan diğer İsmaili tarikatına mensup erkekler, Alamut kalesine akın etmeye başladı
Haşhaşiler kısa sürede güçlenirken Melikşah Nizamülmülk’ü büyük vezirlikten almış, sıradan bir vezir yapmıştır. Melikşah varis kim olacağına karar verirken, tarih 1092 yılına gelmiştir. O zamana kadar eğitilen fedailerden birisi olan İbn-i(Ebu) Tahir, Nizamülmülk savaş hazırlığı yaparken çadırına öğrenci kılığında girip onu öldürmüştür.
Haşhaşiler’e (suikastçiler'e) yapılacak büyük sefer böylece başlamadan bitmiş olacaktır. Çok geçmeden yine Haşhaşiler tarafından Melikşah da öldürülmüş, Selçuklular’ın çöküşü hızlanmıştır. Daha sonra Sultan Sencer, Haşhaşiler’e (suikastçiler'e) bir saldırı yapmayı planladıysa da uyandığında yastığına saplanmış hançeri ve mektubu görünce vazgeçmiştir. Mektupta "İster bizimle ilgili planlarını gerçekleştir, ister bizi rahat bırak, yatak odana kendi evimmiş gibi girebiliyorsam arkanı sağlam tut. İbn-i(Ebu) Tahir".
Selçuklular çöküşe geçtikten sonra Haşhaşiler İran’ın kuzeyi, Güney Asya, Orta Asya, Doğu Anadolu, Güney Anadolu ve Irak’ın kuzey bölgelerinde hâkimiyet kurmuştur. İran kökenli bu örgüt, bölgeyi hâkimiyetlerinde bulunduran ve İsmailileri baskı altına almaya çalışan Selçuklular’a karşı mücadele etmek amacıyla cinayeti sistemli bir saldırı aracı olarak kullanılmaya başladılar. Hedef aldıkları kişiyi öldürme konusunda çok titiz ve başarılıydılar. Eylemlerinin başka kayıplara yol açmama, masum olarak gördükleri diğer bireylere zarar vermemesi konusunda çok dikkatli davranırken, etrafa saldıkları korkuyla elde ettikleri etkin nüfuzu koruyabilmek için cinayetleri genelde halka açık mekânlarda, bilhassa camilerde işlemeyi tercih ediyorlardı. Hedeflerine kılık değiştirerek yaklaşan Haşhaşiler, kurbanlarına kurtulma olasılığı tanımamak için zehir, ok ve yay gibi araçlardan kaçınıp, hançer kullanmayı tercih ediyorlardı. Hiçbir koşul altında intihara girişmeyip hep yakalandıkları kişiler tarafından öldürülmeyi yeğlediler.
Hasan Sabbah müritlerine “Biz sadece bir kişiyi öldürmekle kalmayıp, bin kişinin kalbine de korku tohumları ekeceğiz” demiş ve Haşhaşiler’e kurbanı öldürdükten sonra kaçmamalarını, durup beklemelerini tembihlemiştir. Cinayeti de hemen işlememelerini söyleyip kurbanı en iyi biçimde tanıyıp alışkanlıklarını en ince şekilde öğreninceye kadar beklemelerini de söylemiştir.
Bir rivayete göre bir Haşhaşin kurbanını öldürmek için birkaç sene kilisenin birinde keşişlik yapmıştır. Selçuklular, Haşhaşiler’in Alamut Dağı’ndaki kalesini defalarca kuşatmış fakat alamamışlardır. Haşhaşiler; Moğol istilasından nasiplerini almış, 1256 yılında Alamut Kalesi’ni, 1260 yılında Masyaf Kalesi’ni kaybetmiştir ama Haşhaşiler yine de durdurulamamıştır. 1277 yılında birçok komutana suikast yapmışlar, yine aynı yıl Alamut Kalesi’ni kuşatmışlar fakat alamamışlardır. Ardından 1281, 1292 ve en son 1389 yıllarında Alamut tekrar kuşatılmış ama alınamamıştır.
Mengü Han'ın emriyle her on Moğol erkeğinden ikisi, emrindeki orduya alınan Hülagü, belki de o zamana kadarki en büyük Moğol ordusunun başında sefere çıktı. Surlar kolayca ele geçirildi. 245 yıl ayakta kalan devlet, Hasan El Sabah tarafından 1011′de kurulmuştu. Cengiz Han'ın Torunu Moğol hükümdarı Hülagü tarafından 1256 yılında yıkılarak ortadan kaldırıldı .
Haşhaşilerden alınması imkânsız Alamut Kalesini normal koşullarda asla ele geçiremeyince Hülagü, bazı bilim adamlarınında katkısıyla kalenin altı; tüneller açılarak oyuldu ve petrol ile doldurularak kalenin bulunduğu tepe, o zamana kadar görülmemiş gerçek bir bombaya dönüştürülerek belki de moğolların ele geçirmeyi rüyalarında bile göremeyecekleri bir kaleyi petrol doldurulan tüneller ateşlenerek patlatılmak suretiyle imha edip ele geçirdiler.
Bu, o tarihe kadar asla kimsenin aklına bile getiremediği bir yöntemdi. Bu tarihe kadar da pek çok ordu bu kaleyi çok dik ve yalçın kayalar üzerinde kurulduğundan, ayrıca çok müthiş ve sert savunulduğundan ele geçirememişti.
HASAN SABBAH'IN ÖLÜMÜ
Parlak bir zekâya, teşkilâtçılık vasıflarına sahip, basiretli, kabiliyetli, cebir, geometri, astronomi, sihir ve dinî ilimlere vâkıf bir kişi olan ve düzenli örgütüyle, etrafa dehşet saçan fidâîleriyle insanların düşünce ve inanç dünyasına hâkim olmak isteyen, 1124 yılının Mayıs ayında hastalanarak yatağa düşen Hasan Sabbah, öleceğini hesap ederek kendinden sonra kuvvetlerini yönetmesi için Lemeser Kalesi komutanı Kiya Buzrug Ummidi halefi olarak seçti. Ebu Ali’yi de misyonerlik faaliyetlerinin başına geçirdi. Kasranlı Âdem’in Oğlu Hasan’ı ve Kiya Ebu Cafer’i de yanına alarak, halefi konusundaki buyruğunu verdi. 6 Rebîülâhir 518 (23 Mayıs 1124) tarihinde, aralıksız otuz beş yıl faaliyet gösterdiği Alamut Kalesi’nde öldü.
Hasan Sabbah'ın ölümü, liderliğinin de doğal olarak sonuydu. "Suikast"in atası olan Hasan Sabbah, tarihin ilk teröristlerini yetiştiren kişi olarak da bilinir.
İsmâilî kaynakları onu çilekeş, kanaatkâr, ciddi bir insan olarak tanıtır ve oğullarından birini şarap içtiği, diğerini de Hüseyin Kâinî cinayetinden sorumlu tuttuğu için öldürttüğünü kaydeder. Tarihçi Bernard Lewis Hasan Sabbâh’ın hüccet (imamın temsilcisi) ve dâî olduğunu, asla imamlık iddiasında bulunmadığını söyler. Hasan Sabbâh’a göre otoritenin temel kaynağı Allah tarafından tayin edilen imâm-ı ma‘sûmdur; şeriat ve ilâhiyat ancak hakikatin temsilcisi olan imamın tâlimiyle öğrenilebilir. Sadakat ve itaati esas alan bu öğreti Hasan Sabbâh’ın elinde güçlü bir silâha dönüştü ve mevcut düzen için siyasî, içtimaî ve dinî bakımdan büyük bir tehlike haline geldi.
Onun çağdaşı olan Gazzâlî, Bâtınîliğin bu görüşlerini reddetmek amacıyla Feḍâʾiḥu’l-Bâṭıniyye adlı bir eser yazmıştır. (nşr. Abdurrahman Bedevî, Kahire 1383/1964; T trc. Avni İlhan, Bâtınîliğin İç Yüzü, Ankara 1993).
Daha sonra Gazzâlî eserin, bilginin kaynağını mâsum imamın oluşturduğu ve elde edilmesinin onun tâlimine bağlı olduğu yolundaki Bâtınî iddialarını çürüten altıncı babını Ḳavâṣımü’l-Bâṭıniyye adıyla yeniden kaleme almıştır. (bu risâle Ahmet Ateş tarafından Türkçe tercümesiyle birlikte neşredilmiştir; AÜİFD, III/2 [1954], s. 33-57).
Hasan Sabbâh taraftarlarının belirsiz arzularını, bozuk inançlarını, gayri memnunların hedefsiz öfkelerini düzene koyup bunları daha önce benzeri görülmemiş derecede disiplinli ve planlı bir teşkilât içerisinde yönlendirmeyi başardı. Ancak kendi adına nisbetle Sabbâhiyye de denilen bu teşkilât kurulu düzeni değiştirme hedefine ulaşamadı. (bk. BÂTINİYYE; İSMÂİLİYYE).
Hasan Sabbâh aynı zamanda bir mütefekkir ve yazardı. Eserleri Alamut’un Moğollar tarafından zaptı sırasında büyük ölçüde tahribata mâruz kalmıştır.
Eserleri
1. Sergüzeşt-i Seyyidinâ. Hasan Sabbâh’ın otobiyografisidir. Bugün yazma nüshası Tahran Merkez Kütüphanesi’nde (nr. F 2835) ve mikrofilmi Vezîrî Koleksiyonu’nda (Mic. cat. 735) bulunan kitabı, Atâ Melik Cüveynî Alamut Kalesi’nin düştüğü gün ele geçirmiş ve bazı bölümlerini Târîḫ-i Cihângüşâ’ya almıştır. Aynı şekilde Reşîdüddin Fazlullāh-ı Hemedânî de eseri inceleme imkânını bulmuş ve Hasan Sabbâh’ın hayatını yazarken ondan büyük ölçüde istifade etmiştir.
2. el-Fuṣûlü’l-erbaʿa. Aslı Farsça olan bu eserin küçük bir bölümü günümüze ulaşmış ve Şehristânî tarafından Arapça’ya (el-Milel, I, 195-196), Hodgson tarafından da İngilizce’ye (The Order of Assassins, s. 325-328) çevrilmiştir.
3. Cevâb-ı Ḥasan Ṣabbâḥ be-Riḳʿa-i Sulṭân Celâleddîn Melikşâh-ı Selcûḳī. Hasan Sabbâh’ın Sultan Melikşah’a yazdığı söylenen cevabî mektuptur. Sultan Melikşah ile Hasan Sabbâh’a izâfe edilen mektuplarla Nizâmülmülk’ün Melikşah’a sunduğu arîza ve sultanın ona cevabı, Nasrullah Felsefî tarafından Mehdî Beyânî ve Müeyyed Sâbitî koleksiyonları karşılaştırılarak “Çehâr Nâme-i Târîḫî” adıyla yayımlanmış (Çend Maḳāle-i Târîḫî vü Edebî, s. 405-433) ve “Erbaʿa resâʾil târîḫiyye” adıyla Arapça’ya çevrilmiştir (ed-Dirâsâtü’l-edebiyye, VII/3-4 [Beyrut 1965], s. 270-302).
4. Münâcât. Yazma nüshası Duşanbe Kütüphanesi’nde bulunmaktadır (nr. 225).Ayrıca onun Fuṣûl-i Mübâreke adlı bir eserinden daha bahsedilir. (Ismail K. Poonawala, s. 254).
BİBLİYOGRAFYA
Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar (trc. Ethem Ruhi Fığlalı), İstanbul 1979, s. 258.Nâsır-ı Hüsrev, Sefernâme (trc. Abdülvehhâb Tarzî), İstanbul 1950, s. XIV.Gazzâlî, Fedâihu’l-Bâtıniyye: Bâtınîliğin İç Yüzü (trc. Avni İlhan), Ankara 1993.a.mlf., Ḳavâṣımü’l-Bâṭıniyye (nşr. ve trc. Ahmed Ateş, AÜİFD, III/2 [1954], içinde), s. 23-53.Şehristânî, el-Milel (Kîlânî), I, 192, 195-196.İbnü’l-Cevzî, el-Muntaẓam, IX, 121, 148.a.mlf., Telbîsü İblîs, s. 105-112.Râvendî, Râhatü’s-sudûr (Ateş), I, 151.Fahreddin er-Râzî, İʿtiḳādât (Neşşâr), s. 76-78.a.mlf., Münâẓarât (nşr. Fethullah Huleyf), Beyrut, ts. (Dârü’l-meşrik), s. 40-41.İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IX, 448; X, 237, 316, 431, 433, 477, 527-528, 625.Ahbârü’d-devleti’s-Selcûkıyye (Lugal), s. 45.Bündârî, Zübdetü’n-Nusra (Burslan), s. 67-68, 114 vd., 119.Cûzcânî, Ṭabaḳāt-ı Nâṣırî, II, 180-182.Cüveynî, Târîh-i Cihângüşâ (Öztürk), III, 112-128.Reşîdüddin, Câmiʿu’t-tevârîḫ (nşr. Ahmed Ateş), Ankara 1960, s. 69; a.e.: Ḳısmet-i İsmâʿiliyye (nşr. M. Takī Dânişpejûh – M. Müderris-i Zencânî), Tahran 1338 hş., tür.yer.Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, XXVI, 351-355.Müstevfî, Târîḫ-i Güzîde (Nevâî), s. 74, 356, 358, 431, 446, 514, 518, 521.İbn Haldûn, el-ʿİber, IV, 22, 201-202.Zahîrüddîn-i Mar‘aşî, Târîḫ-i Ṭaberistân ve Rûyân ve Mâzenderân, Tahran 1361, s. 89.Mîrhând, Ravżatü’ṣ-ṣafâʾ, IV, 199-215.Hândmîr, Ḥabîbü’s-siyer, II, 460-468.a.mlf., Düstûrü’l-vüzerâʾ (trc. Harbî Emîn Süleyman), Kahire 1980, s. 260-267.Müneccimbaşı, Sahâifü’l-ahbâr, II, 545-546.Ebüzziyâ Mehmed Tevfik, Hasan b. Sabbâh, İstanbul 1300.R. Dozy, Târîh-i İslâmiyyet (trc. Abdullah Cevdet), İstanbul 1908, s. 399-401.Browne, LHP, II, 112, 169, 187, 189, 190-193, 201, 204, 206, 209-211.M. F. Sanaullah, The Decline of the Saljuqid Empire, Calcutta 1938, tür.yer.B. Lewis, The Origins of Ismailism, Cambridge 1940, s. 93 vd.a.mlf., Haşîşîler (trc. Ali Aktan), İstanbul 1995, tür.yer.a.mlf., “İsmâilîler”, İA, V/2, s. 1122.a.mlf., “Ḥas̲h̲īs̲h̲iyya”, EI2 (İng.), III, 267-268.a.mlf., “Ibn ʿAttās̲h̲”, a.e., III, 725.Ömer Rıza Doğrul, Cennet Fedâileri: İslâm Tarihinde Gizli ve Yıkıcı Teşekküller, İstanbul 1945, tür.yer.İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul 1953, s. 128-131, 133-135, 140, 196, 204, 205.a.mlf., “Melikşah”, İA, VII, 672.Ziriklî, el-Aʿlâm, II, 208.M. G. S. Hodgson, The Order of Assassins, The Hague 1955, s. 325-328, ayrıca bk. İndeks.a.mlf., “The Ismailī State”, CHIr., V, 429-449, 453-454.a.mlf., “Ḥasan-ı Ṣabbāḥ”, EI2 (İng.), III, 253-254.M. Kâmil Hüseyin, Ṭâʾifetü’l-İsmâʿiliyye, Kahire 1959.Nasrullah Felsefî, Çend Maḳāle-i Târîḫî vü Edebî, Tahran 1342 hş., s. 405-433.Kerîm Kişâverz, Ḥasan-ı Ṣabbâḥ, Tahran 1344 hş.Ismail K. Poonawala, Biobibliography of Ismā‘īlī Literature (nşr. T. Joseph), Malibu-California 1977, s. 251-256.Mustafa Gālib, es̱-S̱âʾirü’l-Ḥimyerî el-Ḥasan b. eṣ-Ṣabbâḥ, Beyrut 1979.Abdülmecîd Ebü’l-Fütûh Bedevî, et-Târîḫu’s-siyâsî ve’l-fikrî, Cidde 1403/1983, s. 151-171.Mehdî Muhakkık, Bist Güftâr der Mebâḥis̱-i ʿİlmî ve Felsefî ve Kelâmî ve Fıraḳ-ı İslâmî, Tahran 1363 hş., s. 39-41.M. Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi: İkinci İmparatorluk Devri, Ankara 1984, II, 150, 154-156.Farhad Daftary, The Ismāʿīlīs: Their History and Doctrines, Cambridge 1990, s. 261 vd., 324.a.mlf., “Hasan-i Sabbāh and the Origins of the Nizārī Ismaʿīlī Movement”, Mediaeval Ismaʿili History and Thought (ed. Farhad Daftary), Cambridge 1996, s. 181-194.Abdülkerim Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (495-511/1105-1118), Ankara 1990, s. 75-86.a.mlf., “Sultan Berkyaruk Devrinde (1092-1104) Bâtınîlerle Yapılan Mücadeleler”, Prof.Dr. Fikret Işıltan’a 80. Doğum Yılı Armağanı, İstanbul 1995, s. 177-185.a.mlf., “Alamut”, DİA, II, 336-337.Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda Îtikādî İslâm Mezhepleri, Ankara 1991, s. 131-133.Eymen Fuâd Seyyid, ed-Devletü’l-Fâṭımiyye fî Mıṣr, Kahire 1413/1992, s. 156-157.M. Cemâleddin Sürûr, Târîḫu’d-devleti’l-Fâṭımiyye, Kahire 1994, s. 96, 98-99, 208, 211-212.P. Wiley, Ḳılâʿ-ı Ḥaşşâşîn (trc. Ali M. Sâkî), Tahran 1374 hş., s. 19-21, 30, 309, 362, 366.M. Şerefeddin, “Fatımîler ve Hasan Sabbâh”, DİFM, I/4 (1926), s. 1-44.a.mlf., “Bâtınîlik Tarihi”, a.e., II/8 (1928), s. 12-24.L. Lachart, “Hasan-ı Sabbāh and the Assassins”, BSOAS, V (1928-30), s. 689-696.W. Ivanow, “Alamut”, GJ, LXXVII (1931), s. 38-45.a.mlf., “Some Ismaīlī Strongholds in Persia”, IC, XII (1938), s. 383-392.Harold Bowen, “The Sargudhasht-i Sayyidna, the ‘Tale of the Three Schoolfellows’ and the wasaya of the Nizam al-Mulk”, JRAS, sy. 4 (1931), s. 771-782.a.mlf. – [C. E. Bosworth], “Niẓām al-Mulk”, EI2 (İng.), VIII, 72.Menûçihr-i Sütûde, “Ḳalʿa-i Alamût”, Ferheng-i Îrân-zemîn, Tahran 1334 hş., III, 5-21.Dihhudâ, Luġatnâme, XI, 596-597.“Hasan”, İA, V/1, s. 311-312.H. A. R. Gibb, “Nizār b. al-Mustanṣır”, EI2 (İng.), VIII, 83.Azim Nanji, “Nizāriyya”, a.e., VIII, 84.B. Hourcade, “Alamūt”, EIr., I, 797-801.Tahsin Yazıcı, “Fidâî”, DİA, XIII, 53.
Etiketler: Hasan Sabbah Kimdir? Hayatı, Ölümü Haşhaşiler Kimlerdir? Alamut Kalesi ve Batınilik, Batınilik Nedir? Batınilik Hareketi, Felsefesi, Kurucusu, Yüce İmam Kimdir? Batıniler Neye İnanırlar? Hasan Sabbah Kimdir? Alamut Kalesi | Mekteb-i Derviş