Mekteb-i Derviş | İslam

    İMAM-I GAZALİ KİMDİR? HAYATI, ESERLERİ, SÖZLERİ, VEFATI

    (D.H.450-M.1058.Tus - V.H.505.M.1111.Tus-İran)

    Huccet-ül İslam. Büyük İslam Âlimi, Müceddid, Müderris.

    İmam Gazali'nin asıl adı Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Ahmed Tûsî, Gazâlî'dir. Batı dillerinde ismi Algazel'dir. Lâkabları, Hüccet-ül-İslam ve Zeyüddin'dir. Genel olarak El Gazali ve İmam Gazali isimleriyle tanınmıştır. Büyük Selçuklu Devleti devrinin İslâm âlimi, filozofu, mutasavvıfı ve müderrisi.  İmam-ı Gazalî, bugün bir kısmı İran toprakları içinde kalan Horasan'ın Tûs şehrinde, gazal köyünde hicri 450, M. 1058 tarihinde, doğmuştur. Gazzâlî.M.19 Aralık 1111. Hicri 505 yılında doğum yeri olan İran'ın Tus şehrinde vefat etti.(Bugünkü Meşhed şehri-İran)Ahmed el-Gazzâlî adlı kendinden küçük bir erkek kardeşi, birkaç da kız kardeşi vardır. 

İLİM TAHSİLİ VE HOCALARI

    İlköğrenimini Tus şehrinde Ahmed b. Muhammed er-Razikâni'den, daha sonra Cürcan şehrine giderek Ebû Nasr el-İsmaili'den eğitim görmüş daha sonra 28 yaşına kadar Nişabur Nizamiye Medresesi'nde ilim öğrenimi görmüştür. Babası iplik işiyle geçimini sağlayan âlim olmayan ama âlimleri çok seven, fakih evlatları olması için çokça dua eden ilim meclisine daim olan salih bir zat idi. Mevla duasını kabul etmiş diğer oğlu Ahmed de âlim olmuş şihabuddin lakabını almıştır. Elinden geldiği kadar, onlara yardım ve iyilik eder ve hizmetlerinde bulunurdu.

    Âlimlerin nasihatini dinleyince ağlar ve Allah’u teâlâdan kendisine âlim olacak bir evlât vermesini yalvararak isterdi. Yün eğirip, Tûs şehrinde bir dükkânda satardı. Vefatının yaklaştığını anlayınca, oğlu Muhammed Gazali'yi ve diğer oğlu Ahmed'i hayır sahibi ve zamanın salihlerinden bir arkadaşına, bir miktar mal vererek vasiyet etti ve ona dedi ki:"Ben kendim, âlim bir kimse olamadım. Bu yolla kemale gelemedim. Maksadım, benim kaçırdığım kemal mertebelerinin, bu oğullarımda hâsıl olması için yardım etmenizdir. Bıraktığım bütün para ve erzakı, onların tahsiline sarf edersin!"Arkadaşı vasiyeti aynen yerine getirdi. Babasının bıraktığı para ve mal bitinceye kadar, onların yetişme ve olgunlaşmaları için çalıştı.

    İmam-ı Gazali, çocukluğunda fıkıhtan bir miktarını kendi memleketinde okudu. Sonra Cürcan’a gitti. İmam Ebu Nasr İsmaili’den bir müddet ders aldı. Sonra Tus’a döndü. Cürcan’dan Tus’a dönerken başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır:“Bir grup yol kesici karşımıza çıktı. Yanımda olan her şeyimi alıp gittiler. Arkalarından gidip kendilerine yalvardım. Ne olur işinize yaramayan ders notlarımı bana verin. Reisleri; “Onlar nedir? Nasıl şeylerdir?” diye sorunca; “Onları öğrenmek için memleketimi terk ettim, gurbetlere gittim. Filan yerdeki birkaç tomar kâğıtlardır” dedim. Eşkıyaların reisi güldü; “Sen o şeyi bildiğini nasıl iddia ediyorsun, biz onları senden alınca ilimsiz kalıyorsun” dedi ve onları bana geri verdi. Sonra düşündüm, Allah’u teâlâ, yol kesiciyi beni ikaz için o şekilde söyletti, dedim. Tus’a gelince üç yıl bütün gayretimle çalışarak, Cürcan’da tuttuğum notların hepsini ezberledim. O hâle gelmiştim ki, yol kesici önüme çıksa, hepsini alsa, bana zararı dokunmazdı.”Memleketinde geçirdiği bu üç seneden sonra, tahsiline devam etmek için o zamanın büyük bir ilim ve kültür merkezi olan Nişabur’a gitti. 

    1069 yılında Nişâbûr’daki Nizâmiye Medresesi’ne giderek meşhur Şâfiî fakihi ve Eşʻarî kelamcısı İmâmü’l-Harameyn Ebu’l-Meʻâlî el-Cüveynî’nin talebesi oldu. Cüveynî’den fıkıh tahsil ettiği gibi hocasının kelam alanındaki büyük birikiminden de istifade etti.Üstün zekâsını ve çalışkanlığını gören hocası ona yakın alaka gösterdi. Burada usul-i hadis, usul-i fıkıh, kelam, mantık, hukuk ve münazara ilimlerini öğrendi. Ebu Hâmid er-Rezekani, Ebu’l- Hüseyin el-Mervezi, Ebu Nasr el-İsmaili, Ebu Sehl el-Mervezi, Ebu Yusuf en-Nessâc gibi devrin büyük âlimleri belli başlı hocalarıdır.

    Nizâmiye Medresesi’ndeki başarılı öğrenim hayatı, Nizâmülmülk’ün ve bu yolla Büyük Selçuklu Sultanı Melikşâh’ın yakın çevresinde yer almasını sağladı. Selçukluların başkenti İsfahan’da geçirdiği bu dönemin ardından 1091 yılında Nizâmülmülk tarafından başkent Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi’ne hoca olarak atandı. Hocası İmam-ı Harameyn lakaplı Abdülmelik el-Cüveynî 1085 yılında ölünce Nişabur'dan Büyük Selçuklu Devleti'nin veziri Nizamülmülk'ün yanına gider. Nizamülmülk'ün huzurunda olan bir toplantıda verdiği cevaplarla diğer bilginlerden üstünlüğünü kanıtlayarak 1091 yılında Bağdat'taki Nizamiye Medresesi'nin Baş Müderrisliği'ne tayin edilir. Burada bilgisi ve edindiği öğrenci topluluğuyla kısa sürede ün ve saygınlık kazandı.Bu üniversitenin başına geçen imam-ı Gazali hazretleri, üç yüz seçkin talebeye lüzumlu olan bütün ilimleri öğretti. Yetiştirdiği talebelerin had ve hesabı yoktu. Ebu Mansur Muhammed, Muhammed bin Esad et-Tusi, Ebu’l-Hasan el-Belensi, Ebu Abdullah Cümert el-Hüseyni talebelerinin meşhurlarındandır.  İçine girdiği ruhsal bunalımın da etkisiyle Sûfizm'e yöneldi ve Ebu Ali Farmedi'nin etkisiyle bu alanda yoğunlaştı. Bu ilgi ve hac arzusuyla medresedeki görevini bırakarak 1095 yılında Bağdat'tan ayrıldı ve Şam'a gitti. Şam da iki yıl kaldıktan sonra 1097 yılında Hac'a gitti.

    Hac sonrası Şam'a döndü ve buradan Bağdat yoluyla Tus'a geçti. Şam ve Tus'ta bulunduğu sürede uzlet yaşamı sürdü ve tasavvuf alanında ilerledi. Bağdat'tan ayrılışından on bir yıl sonra 1106 yılında Nizamülmülk'ün oğlu Fahrülmülk'ün ricası üzerine Nişabur Nizamiye Medresesinde tekrar eğitim vermeye başladı. Buradan kısa süre sonra Tus'a dönerek yaptırdığı Tekke'de müritleriyle birlikte Sûfi yaşamı sürdü. 

    Öğrenme merakı onun çok sayıda dini ve fikri akımları araştırmasına sebep oldu. Yaşadığı dönemde hakikati bulmak isteyen insanların dört kısıma ayrıldığını ve her birinin hakikati kendi yolunda aradığını gördü. Bunlar; felsefeciler, kelâmcılar, sûfiler, bâtınîlerdi. Hepsinin görüşlerini inceleyerek; kelâm, felsefe ve Bâtınîlik yolunu kitaplarında ayrıntılarıyla anlattı ve sufilerin yolu olan tasavvufa yönelerek hakikati bu yolda aradı. Gazzali geçirdiği bu süreci El-Münkız Mine'd Dalal adlı kitabında şöyle anlatır;''Gençliğimden itibaren 50 yaşımı aştığım bu ana gelinceye kadar, bu engin denizlerin derinliklerine dalmaktan hiç geri durmadım. Coşkulu denizlere çekingen korkaklar gibi değil, cesur kimselerin dalışı gibi daldım, gördüğüm her meselenin üzerine atladım. Her zorluğun içine apansız girdim. Her fırkanın inanış ve fikirlerini inceliyor, her grubun tuttuğu yolun inceliklerini ortaya çıkarmaya çalışıyordum. Araştırdığım fırkaların hak veya batıl, sünnete uygun veya bidat sahibi olmaları konusunda ayrım yapmıyordum. Bâtınîlik yolunu tutmuş her fırkanın, bu düşünceyle ne hedeflediklerini öğrenmeye çalıştım. Zâhirîlik yolunu tutmuş olanların, bununla neler elde ettiklerini ortaya çıkarmaya gayret ettim. Felsefe yolunu tutmuş olanların, sahip oldukları felsefeyi bütün esaslarıyla öğrenmeye özen gösterdim. Hiçbir kelâm âlimini dışarıda bırakmadan kelamdaki yöntemini ve mücadelesini öğrenmeye çaba gösterdim. Bütün gücümle ne kadar sufi var ise onun sufiliğindeki sırları öğrenmeye, ne kadar abid var ise bu ibadetleriyle neler kazandığını araştırmaya çalıştım. Bütün zındıkların, Allah’ın varlığını ve sıfatlarını kabul etmeyenlerin, bu inanış veya inkârlarının arkasında yatan sebepleri titizlikle araştırdım. Her şeyin hakikatini öğrenmeye karşı duyduğum susamışlık; baştan ve gençliğimden beri tuttuğum yol ve benim bir hasletim olmuştur. Bu hasletler, Allah tarafından benim yaratılışıma ve hamuruma katılmış özelliklerdir; benim seçimim ve tercihim değildir. Bunun sonucunda çocukluğumun coşkulu çağlarından itibaren taklit bağlarından sıyrıldım ve büyüklerimizden miras kalan sırf taklide dayalı inanç esaslarından koptum. Çünkü Hristiyan çocuklarının hepsi bu din üzere yetiştiklerini, Yahudi çocuklarının sürekli bu dinin esaslarına göre büyüdüklerini, Müslüman çocuklarında istisnasız İslam dini üzere yetişmekte olduklarını görmekteydim. Yaratılıştan gelen asli hakikati ve ana baba ile hocalar aracılığıyla kazanılan sonraki inanç esasları ve taklit unsurlarının hakikatini öğrenme konusunda içimde büyük bir istek oluştu. Taklit, başlangıçta birtakım telkinlere dayanmaktaydı. Bunların da hangilerinin hak ve batıl olduğu konusunda görüş ayrılıkları bulunmaktaydı. Kendime şöyle dedim: Benim istediğim, her şeyin gerçek yüzünü öğrenmektir. Öyleyse önce bilginin gerçek yüzünün ne olduğunu öğrenmekle işe başlamam gerekir.''

    İmam Gazali'ye göre o dönemde İslamiyet'in birliğine kötü anlamda doğrudan etki edecek fikirler hızla yayılıyor, bir taraftan Yunan felsefesi ile İslam inancını yeniden yazmaya çalışan filozoflar, diğer yandan Kuran'ın apaçık ayetlerini karanlık ve gizemli tefsirlere konu yapan Bâtıniler, İslam dinine ve Ehl-i sünnet itikadının bütünlüğüne büyük zarar veriyordu. Bâtınilik, Gazzali’nin döneminde ortaya çıkmış ve Büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk bu görüşün üyeleri tarafından öldürülmüştür. Gazzali bu dönemde Ehl-i Sünnet dışı grupların görüşlerine karşı reddiyeler yazarak mücadele etmiş, Mu'tezile ve Batınilik'e karşı altı tane eser yazmıştır.

    Felsefeye karşı verdiği mücadele ile İslam dünyasında felsefi düşüncenin gelişmesini önlediği düşünülmektedir. Yunan felsefesine karşı yazdığı reddiyeler sonucunda İbn-i Rüşd, İbn-i Tufeyl ve İbn-i Bacce gibi düşünürler felsefeyi ona karşı savunma ihtiyacı duydular. Gazzali felsefecilerle tartışmış, sert eleştirilerini reddiyeler şeklinde yazarak Aristoteles, İbni Sina ve Farabi’nin üzerine yöneltmiştir.

    Gazzali'nin felsefeye yönelik olumsuz tutumuna karşın mantığın birçok yanını İslam din bilimlerine sokmada önemli katkısı olmuştur. Gazzali İslam inanç felsefesi olan Kelam'ın daha çok akaid kısmına önem vermiş ve akıl yerine sezgiyi ön planda tutmuştur. Mantık ve münazara ilkelerini kullanmıştır. Bunun yanında tasavvufa yönelerek akılın yerine mükaşefeyi koymuştur. Sûfizm ve Şeriat alanında büyük rol oynamış, Sufizm kavramını şeriat yasaları ile birleştirmiş, eserlerinde tasavvufu ilk olarak teorik anlamda açıklamıştır. Çalışmalarında Ehl-i Sünnet görüşünü benimsediği ve diğer görüşlere karşıt olduğu da söylenebilir.

    Gazzali Ortaçağ Müslüman ve Hristiyan filozoflarını büyük ölçüde etkilemiş, çalışmaları İslam dünyasında Avrupalı bilginlerin dikkatini çeken ilk şey olmuştur. Aziz Thomas Aquinas bunlardan biridir. Gazzali'nin etkisi Aquinas’ın Hristiyan teolojisi ile ilgili çalışmalarıyla karşılaştırılsa da ikisi arasında metot ve inanç bakımından bazı büyük farklılıklar vardır. Gazzali Müslüman inancına sahip olmayan düşünürleri ve onların fikirlerini reddeder. Aquinas ise Yunan-Latin etkilerini çalışmalarında göstermiş ve bütün herkesi kucaklamıştır. Gazzali’nin kitapları birçok Batı diline çevrilmiştir. Eyyühe'l Veled adlı kitabı UNESCO tarafından 1951 yılında Fransızca'ya, İngilizce'ye ve İspanyolca'ya tercüme edilmiştir.

GAZZALİ VE TASAVVUF

    İmam-ı Gazali hazretlerinin tasavvufta mürşidi, Silsile-i aliyyenin büyüklerinden olan Ebu Ali Farmedi hazretleridir. Onun huzurunda kemale geldi. Zahir ilimlerinde eşsiz âlim olduğu gibi, tasavvuf ilimlerinde (evliyalık ilimlerinde) de mürşid (yol gösterici) oldu. Her iki ilimde, Peygamberimizin vârisi oldu. Kısa bir müddet daha Nizamiye Üniversitesinde ders verdikten sonra doğduğu yer olan Tus’a döndü. Elli beş sene gibi kısa bir ömür süren imam-ı Gazali hazretleri, ömrünün son yıllarını Tus’ta geçirdi. Burada evinin yakınına bir medrese ve bir de tekke yaptırdı. Günleri insanları irşâd etmekle geçti. Elli yaşını aştığı bu sıralarda El-Munkızu Aniddalâl, fıkhın kaynaklarına (Usul-i fıkha) dâir El-Mustesfâ ve selef-i salihine (Ehli Sünnet itikadına) tâbi olmayı anlatan İlcâmü’l-Avâm an İlm-il-Kelam adlı eserlerini yazdı.

    İmam-ı Gazali hazretlerinin yaşadığı devirde İslam âleminde siyasi ve fikri bakımdan büyük bir kargaşalık hüküm sürüyordu. Bağdat’ta Abbasi halifelerinin hâkimiyeti zayıflamaya yüz tutmuştu. Bunun yanında Büyük Selçuklu Devletinin sınırları genişliyor ve nüfuzu artıyordu. İmam-ı Gazali hazretleri, bu devletin büyük hükümdarları Tuğrul Beyin, Alparslan’ın ve Melik Şahın devirlerini yaşadı. Melik Şahın kıymetli veziri Nizamülmülk, hem savaş meydanlarında zaferler kazanıyor, hem de o zamanın parlak ilim ocakları olan İslam üniversitelerini açıyordu. İmam-ı Gazali hazretleri 23 yaşındayken doğuda Hasan Sabbah ve adamları, sapık yollardan olan İsmailiyye fırkasını yaymaya çalışıyorlardı. Mısır’da Şii Fatımi Hanedanı çökmeye başlamış, Avrupa’da ise Endülüs İslam Devleti gerilemeye yüz tutmuştu. Mukaddes toprakları Müslümanlardan almak için ilk Haçlı seferleri de imam-ı Gazali hazretleri zamanında başlamıştı. İlk Haçlı Seferi de Gazzali döneminde yapılmıştır. Haçlı seferine katılan Haçlılar, Anadolu Selçuklu Hükümdarı Birinci Kılıç Arslan’ın üstün gayret ve kahramanlıklarına rağmen 600 binden 40-50 bine düşmek pahasına da olsa, Anadolu’yu geçmiş, Torosları aşmış, Antakya’yı ve bir yıl sonra da Kudüs’ü ele geçirmişlerdi (1096).

    İslam âlemindeki bu siyasi karışıklıkların yanında bir de fikir ve düşünce ayrılıkları vardı. Bütün bunlar; Müslümanların birliğini doğrudan doğruya askeri kuvvetle ve ilim yoluyla yıkamayan iç ve dış düşmanların, halk arasında bozuk ve sapık fikirleri yayabilmeleri için çok uygun bir zemin teşkil ediyordu. Müslümanlar arasında itikad birliği sarsılmış, düşünce ve fikirlerde ayrılıklar meydana gelmişti. Bir taraftan eski Yunan felsefesini anlatan kitapları okuyarak yazılanları İslam inançlarına karıştıranlar, diğer taraftan Kur’an-ı kerimin âyetlerinin manasını değiştirerek ve kendi bozuk düşüncelerini katarak açıklamaya kalkışan Bâtıniler ve Mutezile ile diğer fırkalar İslam itikadını bozmaya çalışıyorlardı. Bunlara karşı Ehl-i sünnetin müdafaasını üstlenmiş olan İslam âlimlerinin başında akli ve nakli ilimlerde zamanın en büyük âlimi, müctehid ve asrın müceddidi olan imam-ı Gazali hazretleri geliyordu.

    O, bir taraftan kıymetli talebeler yetiştirdi, bir taraftan da sapık fırkaların bozuk inançlarını çürütmek ve Müslümanların bunlara aldanmamaları için okuyacakları kıymetli kitaplar yazdı. Üç yüz binden fazla hadis-i şerifi ravileriyle ezbere bilen ve Hüccetül-İslam adıyla meşhur olan imam-ı Gazali hazretleri, İslamın yirmi temel ilmi ile bunların yardımcıları olan müsbet ilimlerde de söz sahibiydi. Hadis ve Usul-i Hadis ilimlerinde ilim deryası olan bu büyük âlimin kitaplarında mevdu hadis var diyerek, imam-ı Gazali hazretlerinde eksiklik aramak, ilmin hakikatini, İslam âliminin derecesini bilmemektir. Zamanında yaşayan ve sonra gelen âlimler onun kitaplarını senet kabul etmişler ve neticede imam-ı Gazali hazretlerinin kitaplarını ancak mezhepleri kabul etmeyenlerin, dinde reform yapmak için uğraşanların beğenmediklerini bildirmişlerdir.

    Gazzâlî’nin tasavvufî kişiliğinin oluşma döneminin başlangıcını tesbit bakımından önemli bir nokta da onun Nîşâbur’daki öğrenimi sırasında, Kuşeyrî’nin öğrencilerinden olup Tûs ve Nîşâbur sûfîlerinin meşhurlarından biri haline gelen Ebû Ali el-Fârmedî’den öğrenim görmesidir. Nîşâbur’da bulunduğu dönem onun için bilhassa Mevlânâ Ebû Ali Fâremedî (Kuddise Sirruhû) Hazretleriyle tanışması ve istifadesi açısından daha büyük bir önem taşır. O, Mevlânâ Ebû Ali Fâremedî (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nden istifadesini, sâdık rüyaların ehemmiyetine ve konunun mükâşefe ile alakasına dair bir hatırası üzerinden şöyle anlatmıştır:“Hatta ben şeyh Ebû Ali el-Fâremedî’den dinledim. Bana müridin şeyhine karşı edebli olmasının vâcib (şer‘î vâcib değil de tarîkat âdâbı açısından vâcib) olduğunu ve müridin kalbinde şeyhin bütün söylediklerine karşı bir inkârın olmaması, diliyle şeyh ile mücadele etmemesi gerektiğini anlatıyordu. Bu esnada dedi ki:‘Ben şeyhim Ebû Kasım el-Kirmânî’ye bir rüyamı hikâye ederek dedim ki: ‘Seni rüyamda gördüm. Bana bir şey için ‘şöyledir’ dedin. Ben de ‘Neden öyle olsun!’ diye sordum.’

    “Bunun üzerine şeyh Ebû Kasım, beni bir ay bırakıp benimle konuşmadı ve dedi ki: ‘Eğer senin içinde (şeyhinden) delil istemenin câiz olma fikri ve sana söylediğimi inkâr etme düşüncesi caiz olmasaydı uyku halinde senin dilinden bu çıkmazdı.”( İmâm-ı Ğazâlî, İhyâ-i Ulûmiddîn, Bedir Yayınevi (Trc. Ali Arslan), İstanbul, 1979, c.1, s.593)

    İmâm-ı Ğazâlî Hazretleri (Kuddise Sirruhû) Hazretleri, Mevlânâ Ebû Ali Fâremedî (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nden başka sûfîlerden de istifade etmiştir. Yûsuf en-Nessâc (Kuddise Sirruhû) bu zâtlardan biridir. İmâm-ı Ğazâlî Hazretleri (Kuddise Sirruhû)nun hâl tercemesini kaydeden eserlerdeki zabıtlara göre babası, o ve kardeşi henüz küçük yaşlardayken vefât etmiş ve onları, sûfî bir dostunun himayesine bırakmıştı. Bu sûfî zâtın kim olduğu kaynaklarda tam olarak belirtilmemişse de Yûsuf en-Nessâc (Kuddise Sirruhû) olduğu yönündeki anlatımlar güçlü görünmektedir.

    İmâm-ı Ğazâlî (Kuddise Sirruhû) Hazretleri yaşadığı buhranlı dönemleri tasavvuf vesilesiyle atlattığını, o tür bunalımlardan korunmanın yolunun da rûhu terbiye eden tasavvuf yolu olduğu gerçeğini “el-Münkizu min ed-Dalâl” adlı eserinde detaylarıyla anlatmıştır. O, Nîşâbur’a gitme kararında görmüş olduğu rüyaların ve İslâm büyüklerinin hâl tercemelerinde kayıtlı bulunan tecrübelerin ne derece etkili olduğunu şöyle anlatmıştır:“Bu mesele hakkında kalb ve müşâhede erbabından, yani mutasavvıflardan bir cemaatle istişarede bulundum. Hepsi artık halk içine karışmak, köşeyi terk etmek lâzım geldiğini ittifakla söylediler. Allah (Celle Celâluhû) yolunda yürüyen bazı iyi kimseler tarafından görülüp tevâtür derecelerine varan birçok rüyalar da bu fikre kuvvet verdi. Bu rüyalar bu hareketin, Cenâb-ı Hakk’ın bu asrın başında takdir ettiği bir hayrın, doğruluğa dönmenin başlangıcı olduğunu gösteriyordu…”( İmâm-ı Ğazâlî, el-Münkizu min ed-Dalâl Tercemesi, Maarif Vekâleti Yayınevi, Ankara, 1960, s.81-82)

    İmâm-ı Ğazâlî (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin, sözünü ettiğimiz çalkantılı dönemi atlatmasında en büyük payın, Yûsuf en-Nessâc Hazretleri ve  Mevlânâ Ebû Ali Fâremedî (Kuddise Sirruhumâ)ya ait olduğu ve bu başarısının, yetiştiği çevredeki sûfîlerden edindiği tasavvufî tecrübeye dayalı olduğu ifade edilir. Tasavvufla ilgili birtakım mülâhaza ve hâllerini de yine Yûsuf en-Nessâc (Kuddise Sirruhû)ya aktardığı ve müşküllerini, onun îzâhlarıyla izâle ettiği anlatılır. İmâm-ı Ğazâlî (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin işbu yönü de bizler için tasavvufun önemi konusunda mühim bir ders niteliğindedir. Mevlâ Te‘alâ hissedâr eylesin.

"İSLAM'IN KESİN DELİLİ" UNVANIYLA TANINDI

    “Hüccetü’l-İslam” (İslam’ın kesin delili) unvanıyla tanınmaya başlandığı Bağdat’taki görevi sayesinde buradaki Abbâsî halifesiyle ve idarî zümreyle de yakın ilişkiler kurdu. Döneminin en etkili âlimi iken yaşadığı manevî ve entelektüel kriz neticesinde 1095 yılında Bağdat’taki görevlerini ani bir kararla bırakıp şehri terk etti. Bağdat’tan ayrılıp Dımaşk ve Kudüs’e gitti, Halil şehrinde Hz. İbrâhim’in kabrinde bir daha siyasî otoritelere hizmet etmeyeceği ve devlet tarafından kurulan okullarda hocalık yapmayacağına dair yemin etti.

    1096 yılında hacca gittikten sonra Dımaşk ve Bağdat üzerinden memleketi Tûs’a döndü ve orada küçük bir medrese ve dergâh (hankâh) inşa etti. Halk arasında yaygınlaşan itikadî yozlaşmayı gerekçe göstererek tekrar resmî görev alması yönünde Selçuklu yönetiminden gelen baskılara dayanamayıp 1106 yılında bir zamanlar öğrencisi olduğu Nişâbûr’daki Nizâmiye Medresesi’nde hoca olma teklifini kabul etti. Tûs’taki medrese ve dergâhında da ders vermeye devam eden Gazali, 1111 yılında Tûs’ta vefat etti.

HER ŞEYİN HAKİKATİNİ ARADIĞI ESERİ

    Hayatının sonlarında kaleme aldığı el-Munkız mine’d-dalâl adlı otobiyografik eserinde Gazali, neredeyse ergenlik döneminden beri her şeyin hakikatini anlayıp kavramaya çalışan bir karaktere sahip olduğunu belirtmektedir. Bu özelliği sayesinde çocuk denecek yaşta anne babasından, hocalarından ve çevresinden taklit yoluyla öğrenip benimsediği inançların değerini sorgulayan Gazali, gerçek ve kesin bilginin ne olduğunu araştırmaya koyulmuştur.

    Kesinlik arayışında öncelikle duyuları inceleyen Gazali, yanıltıcı bilgiler vermeleri sebebiyle duyulara güvenilemeyeceği sonucuna varmıştır. Gazali şüpheci tavrını aklı da kapsayacak şekilde genişletmiş ve duyuların güvenilmezliği karşısında aklın yargılarına güvenilip güvenilemeyeceğini sorgulamıştır. Aklın öncelikli ve zorunlu ilkelerinin (mesela bir şeyin aynı anda hem var hem de yok olmasının imkânsız oluşu) güvenilirliğine dair de tatmin edici bir sonuca ulaşamayan Gazali, iki ay kadar süren bu şüpheci dönemin üstesinden, Allah’ın akla tekrar güvenmesini sağlayan ilahî bir aydınlanmaya gelebilmiştir.

    Gazzâlî ile ilgili eski ve yeni hemen bütün kaynaklar ve araştırmalar onun fıkıh, kelâm, tasavvuf, felsefe, eğitim, siyaset, ahlâk gibi dinî ve aklî ilimlerde söz sahibi, İslâm bilim ve düşünce tarihinde eşine az rastlanır bir âlim ve düşünür olduğu hususunda birleşirler. Gazzâlî’nin bu çok yönlülüğü ve yetişmişliği, üstün yetenekleri, kolay ikna olmayan mizacı, ilmî ve fikrî bağımsızlığa düşkünlüğü yanında gerçeğe ve kesin bilgiye derin iştiyakının bir sonucudur. Bizzat kendisi, gerçeği bulma ve kavrama arzusunun fıtratından gelen bir özelliği olduğunu, bundan dolayı daha çocuk denecek yaşta iken taklit bağından ve göreneğe dayalı inançlardan sıyrıldığını ifade eder. (el-Münḳıẕ, s. 2-3) 

EHL-İ SÜNNET İNANCINI BİDATLERE KARŞI SAVUNDU

    Yüce Allah’ın lütfuyla şüphecilikten kurtulan Gazali, kendi döneminde hakikate ulaşma iddiasında bulunan dört grup olduğunu belirterek araştırmalarını bunlar üzerinde yoğunlaştırmıştır: Kelamcılar, filozoflar, Bâtınîler ve sûfîler. Gazali, bu gruplara dair değerlendirmelerde bulunurken, öncelikle onların iddialarını bütün yönleriyle öğrenmeyi kendisine ilke olarak koymuş ve eleştirilerini bu öğrenim sürecinin ardından sağlam temeller üzerine inşa etmiştir.

    El-İktisâd fi’l-iʻtikâd adlı eseriyle Eşʻarî kelam geleneği içinde önemli bir yeri olan Gazali, kelamın görevini Ehl-i Sünnet inancını, sonradan ortaya çıkan aykırı yorumlara (bidʻat) karşı savunmak şeklinde belirlemektedir. Ancak ona göre kelamcılar zamanla bu savunma göreviyle yetinmeyip özellikle filozofların yöntem ve öğretilerinden etkilenerek bir tür varlık öğretisi ortaya koymaya çalışmışlardır.

    Gazali’ye göre kelamcılar bu çabalarında başarısız oldukları gibi inanç konusundaki görüş ayrılıklarını çözüme kavuşturacak yöntemlere de sahip değildir. Gazzâlî, kelamın bir savunmacı bir disiplin olarak kalması konusundaki ısrarını hayatı boyunca sürdürmüş ve kelamî konulardaki tartışmalardan halkın özellikle uzak tutulması gerektiğini vurgulamıştır.

FİLOZOFLARIN EN ÇOK HATAYA DÜŞTÜĞÜ YER: METAFİZİK

    Gazali, Bağdat Nizâmiye Medresesi’ne hoca olarak atandığı dönemde bir yandan talebelerine dinî ilimleri okuturken vaktinin bir kısmını da filozofların öğretilerini incelemeye ayırmıştır. Kendi ifadesine göre iki yıldan az bir sürede hiçbir hocadan yardım almadan felsefe kitapları okuyan Gazali, bir yılı da okumaları neticesinde elde ettiği sonuçları değerlendirmeye ayırmıştır.

    Gazali’nin felsefeyle bu kadar yakından ilgilenmesinin başlıca sebebi, İbn Sînâ’nın kuşatıcı ve etkili felsefî sisteminin ardından İslam dünyasında felsefenin ve filozofların etkisinin hızla atmış olmasıdır. Filozofların özellikle de İbn Sînâ’nın eserlerine dair araştırmaları neticesinde ilk olarak onların mantık, metafizik ve fizik alanındaki öğretilerini nesnel bir şekilde özetleyen Makâsıdü’l-felâsife adlı bir eser kaleme alan Gazali, filozoflara yönelttiği eleştirileri ise Tehâfütü’l-felâsife’de yirmi mesele çerçevesinde ortaya koymuştur.

    Felsefî ilimler kapsamında yer alan matematik, mantık, fizik, ahlak ve siyasete karşı genel olarak olumlu bir yaklaşım sergileyen Gazali, eleştirilerini, filozofların en çok hataya düştüğü alan olarak gördüğü metafizik üzerinde yoğunlaştırmıştır. Filozofları, mantık ilminde belirledikleri kanıtlama şartlarına metafizik meselelerde uymamakla suçlayan Gazali’ye göre filozofları şu üç iddiaları sebebiyle tekfir etmek, yani İslam’dan çıktıklarına hükmetmek gerekmektedir:

    1. Âlem ezelîdir. 

    2. Allah tümelleri bilir, tikelleri bilmez.

    3. Ahiret hayatı maddî değil, ruhanîdir. Filozofların matematik, mantık ve fizik gibi alanlarda ortaya koydukları bilimsel sonuçların, onların her söylediklerinin, özellikle de metafizik meselelere dair değerlendirmelerinin kesinlik derecesinde olduğu anlamına gelmediğine dikkat çeken Gazali, metafizik konulardaki hatalarından dolayı filozofların her sözünün yanlış olduğu sonucuna varmanın da bir başka hata olacağını, bunun İslam’a büyük zararlar vereceğini ısrarla ifade etmiştir.

BATINİLERİN “MASUM İMAM” ÖĞRETİSİNİ ÇÜRÜTTÜ

    Gazali’nin hakikat iddiasındaki üçüncü grup olarak Bâtınîleri ele alması, dönemin siyasî şartlarıyla yakından ilgilidir. Fâtımî Devleti’nin siyasî ve ideolojik saldırılarına karşı Abbâsî hilafetinin ve Büyük Selçuklu Devleti’nin desteğiyle mücadele eden Gazali, Bâtınîlerin masum imam öğretisini çürütmek üzere pek çok eser kaleme almıştır.

    Bu eserler içinde en önemlisi, Abbâsî halifesi Mustazhir-Billâh’ın isteği doğrultusunda yazdığı ve bu sebeple el-Mustazhirî olarak da bilinen Fedâihu’l-Bâtıniyye’dir. Gazali’ye göre Bâtınîlerin iddia ettiği gibi hakikate ulaşmak için masum bir imamın rehberliğine ihtiyaç olsa da söz konusu masum imam, tarihin bir döneminde kaybolan ve ahir zamanda geleceği düşünülen “kayıp imam” değildir.

    Gazzâlî, Allah’ın dinini eksiksiz bir şekilde inananlara tebliğ eden Hz. Muhammed’in gerçek masum imam olduğunu vurgulayarak âlimlerin Kur’ân ve sünnetin rehberliğinde İslam ümmetinin problemlerine çözüm getirebileceğini belirtmiştir.

    Gazali, Bağdat’taki görevi sırasında bir yandan fıkıh ve kelam alanında eserler kaleme alıp filozoflar ve Bâtınîlere karşı reddiyeler yazarken bir yandan da kendi hayatı üzerinde düşünmeye başlayarak bir muhasebe sürecine girmiştir. Bu dönemde tasavvuf eserleriyle tanışan Gazali, bu kitapların sunduğu ahiret odaklı hayat anlatısından ciddi bir şekilde etkilenmiştir.

İMAM GAZALİ’NİN MANEVİ ARAYIŞI

    Otobiyografisinde anlattığına göre tasavvufun sadece kitaplardan öğrenilecek bir ilim olmadığının farkına varan Gazali, tasavvufun öngördüğü manevî tecrübeyi (zevk) bizzat yaşamak için makam-mevki, mal-mülk, aile gibi dünyevî bağlardan kurtulup nefsin isteklerinin önüne geçerek tüm kalbiyle ahirete yönelmesi gerektiği sonucuna varmıştır. Ancak ulaştığı bu sonucu hayata geçirmekte zorlanan Gazali, altı aya yakın süren bir kararsızlık ve manevî rahatsızlık döneminin ardından bütün görevlerini bırakıp ailesini, güvendiği dostlarına emanet ederek Bağdat’tan ayrılmayı başarmıştır. Bağdat’tan uzakta geçirdiği iki yıl boyunca dünyevî arzularını dizginleyip ilahî hakikatleri keşif ve müşahede için kalbini kötü huy ve düşüncelerden temizlemeye odaklanan Gazali, yaşadığı manevî tecrübeler neticesinde tasavvuf yönteminin hakikate ulaştıran en sağlam ve doğru yöntem olduğu sonucuna varmıştır.

    Gazali’ye göre Hz. Peygamber’in vahiy tecrübesiyle sûfîlerin manevî hâlleri arasındaki benzerlik, aklın bütün hakikatleri anlayıp açıklamadaki yetersizliğini ve hakikate ulaşmada peygamberin rehberliğine duyulan zorunlu ihtiyacı gözler önüne sermektedir. Gazali’nin Bağdat’tan ayrıldıktan sonra kaleme aldığı ve İslam düşünce tarihinin en etkili eserlerinden birisi olan İhyâü ulûmi’d-dîn’in de esas gayesi aklın sınırlılıklarını göstererek teorik tartışmalara boğulan dinî ilimlere tasavvuf yoluyla ruh üflemek ve onları canlandırmaktır.



Etiketler: İmam-ı Gazzali Kimdir Hayatı Eserleri Sözleri Vefatı, Huccet-ül İslam, imam gazali hayatı, imam gazali vefatı, imam gazzali İslam'ın delili, İmam Gazali eserleri, İmam Gazali nasihatları, sözleri, imam gazali tasavvuf, imamı gazali metafizik filozof | Mekteb-i Derviş

Not: HTML'e dönüştürülmez!
    Kötü           İyi
Benzer Konular