Mekteb-i Derviş | İslam

   İMAM-I GAZALİ'NİN (R.A.) SENCER'E YAZDIĞI MEKTUP

   İmâm-ı Gazâlî hazretleri, Selçuklu sultânı Sultan Sencer’in padişahlığı sırasında Sultan Sencer ile görüşmüş, ona mektûp yazmış ve bizzat nasîhatta bulunmuştur. Ayrıca, Sultan Sencer’e nasihat adlı bir risale yazmıştır. 

    Sultan Sencer; Ehl-i sünnet i’tikâdında, dînine bağlı ve bid’atleri reddeden bir pâdişâh idi. 60 sene kadar tahtta kalmış olup, ilme ve ulemâya karşı çok hürmet eder, kendisi de ilimle meşgûl olurdu. 

    O zamanın en meşhûr âlimi olan İmâm-ı Gazâlî hazretlerine hased edenler, İmâm-ı a’zamın aleyhinde bulunuyor diye iftira ederek, Sultan Sencer’e şikâyet etmişlerdi. Bunun üzerine Sultan Sencer, İmâm-ı Gazâlî’yi yanına da’vet edip, görüşmek istediğini bildirdi. Durum İmâm-ı Gazâlî’ye iletilince ba’zı mazeretlerini bildirerek gitmedi. Sultan Sencer’e mazeretini bildirmek ve nasihat etmek üzere bir mektûp gönderdi. Bu mektûbun tercümesi şöyledir: “Allahü teâlâ pâdişâh-ı İslâmı, İslâm beldesinde muvaffak eylesin, nasîbdar kılsın. Âhırette ona, yanında yeryüzü padişahlığının hiç kalacağı mülk-i azîm ve âhıret sultanlığı ihsân etsin.

    Dünyâ padişahlığı, nihâyet bütün dünyâya hâkim olmaktan ibârettir, insanın ömrü ise, en çok yüz sene kadardır.

    Cenâb-ı Hakkın, âhırette bir insana ihsân edeceği şeylerin yanında, bütün yeryüzü, bir kerpiç gibi kalır. Yeryüzünün bütün beldeleri, vilâyetleri, o kerpicin tozu toprağı gibidir. Kerpicin ve tozunun toprağının ne kıymeti olur? Ebedî sultanlık ve saadet yanında, yüz senelik ömrün ne kıymeti vardır ki, insan onunla sevinip, mağrur olsun? Yükseklikleri ara, Allahü teâlânın vereceği padişahlıktan başkasına aldanma.

    Bu ebedî padişahlığa (saadete) kavuşmak, herkes için güç birşey ise de, senin için kolaydır. Çünkü Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bir gün adâlet ile hükmetmek, altmış senelik ibâdetten efdaldir.” Mademki Allahü teâlâ sana başkalarının altmış senede kazanacağı, şeyi bir günde kazanma sebebini ihsan etmiştir, bundan daha çok muvaffakiyete fırsat olamaz! Zamanımızda ise iş o hâle gelmiştir ki, değil bir gün, bir saat adâletle iş yapmak, altmış yıl ibâdetten efdal olacak dereceye varmıştır.

    Dünyânın kıymetsizliği, açık ve ortadadır. Büyükler buyurdular ki: “Dünyâ kırılmaz altın bir testi, âhıret de kırılan toprak bir testi olsa, akıllı kimse, geçici olan ve yok olacak olan altın testiyi bırakır, ebedî olan toprak testiyi alır. Kaldı ki dünyâ, geçici ve kırılacak toprak bir testi gibidir. Âhıret ise hiç kırılmayan ebediyyen bakî kalacak, olan altın testi gibidir. Öyleyse, buna rağmen dünyâya sarılan kimseye nasıl akıllı denilebilir? Bu misâli iyi düşününüz ve dâima göz önünde tutunuz.

    Tûs ahâlisine merhamet et. Çok zulüm görmüşlerdir. Şimdi de sıkıntı içindedirler... Kadınlarıyla, çocuklarıyla, aç ve sefil olarak yaşıyorlar...

    Beni yanınıza da’vet etmiş bulunuyorsunuz. Benim hâlim şudur: Elliüç senelik bir ömür yaşamış bulunuyorum. Bunun kırk senesi, ilim öğrenmek ve öretmekle geçti. Yirmi senem, Sultan Şehîd’in (Melikşah’ın) saltanatı zamanında geçti. Sultan Melikşah’dan İsfehan’da ve Bağdad’da bulunduğum sıralarda pekçok iltifât ve ikram gördüm. Çok defa mühim işlerde, Emîr-ül-mü’minîn ile onun arasında elçilik vazîfesi yaptım. Din ilimlerinde, yediyüz kitap yazmaya muvaffak oldum. Ya’nî dünyânın her türlü saadetini gördüm. Fakat hepsini terkettim. Bir müddet Beyt-i Mukaddes’te (Kudüs’te) kaldım. Halîlullah İbrâhim aleyhisselâmın mübârek türbesinde ahdettim, bundan sonra Hiçbir sultânın yanına gitmeyeceğim ve hiç bir sultândan en ufak birşey kabûl etmeyeceğim. Münâzarayı terk edeceğim dedim. Oniki seneden beri bu ahdimde durdum. Bu bakımdan, sultanlar beni bu husûsta ma’zûr gördüler.

    Şimdi beni huzûrunuza çağırdığınıza dâir bir haber almış bulunuyorum. Emre itaat olsun diyerek, Mûsâ Rızâ hazretlerinin mübârek türbesine kadar geldim, İbrâhim aleyhisselâmın mübârek makamında yaptığım ahdi bozmamak için, ordugâha kadar da geldim. Bu türbede, kabrin başucunda diyorum ki: “Ey Resûlullahın torunu, sen şefaatçi ol ki, Allahü teâlâ pâdişâh-ı İslâm’ı (Sultan Sencer’i), dünyâ sultanlığında babalarından daha ileriye gitmeye muvaffak etsin. Âhıret sultanlığında, saadetinde ise, Süleymân aleyhisselâmın derecesine eriştirsin. Halîlullah İbrâhim aleyhisselâmın makamında yapılan ahde hürmet etmesi için muvaffakiyet versin. Gönlünü Hakka çevirip, halkı bırakan bir kimsenin (İmâm-ı Gazâlî’nin) kalbini perişan eylemesin.”

    İnanıyorum ki, hakkınızda böyle duâ etmem, Hak teâlânın dergâhına yüz tutmam, resmi olarak yanınıza gelmemden daha faydalıdır, Eğer bunu kabûl etmeyip, gelmem için bir fermanınız olursa, emre itaatin lâzım olduğunu bildiğim için, ahdimi bozarak, fermânınızı kabûl etme yolunu seçerim.

    Allah’u teâlâ dilinize ve gönlünüze öyle şeyler getirsin ki, bununla yarın âhırette utanmaktan muhafaza etsin... Vesselâm.”

    Bu mektûp Sultan, Sencer’e ulaşınca, mademki Meşhed’e gelmiş, ordugâhımıza az bir mesafe var. Oradan gelmek güç bir iş değildir diyerek, gelmesini istediğini bildirdi. Bunun üzerine İmâm-ı Gazâlî, Sultan Sencer’in yanına geldi. Huzûruna girince ayağa kalkıp, İmâm-ı Gazâlî’yi karşılayıp kucakladı. Sonra da kendi tahtına onu oturttu. Çok hürmet gösterdi, İmâm-ı Gazâlî oturduktan sonra, yanında bulunan bir talebesine, Kur’ân-ı kerîmden bir miktar oku buyurdu. Talebesi de meâlen; “Allah kuluna kâfi değil mi?” buyurulan, Zümer sûresi 36. âyetini okuyunca, İmâm-ı Gazâlî “Evet” dedi.

    Daha sonra söze başladı. Sultâna karşı şöyle konuştu: “Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun. Kurtuluş ancak müttekîler, takvâ sahibi olanlar içindir. Düşmanlık da ancak zalimleredir. Mülk-i İslâm bakî olsun, İslâm âlimlerinin âdeti şöyledir: İslâm meliklerinin huzûruna girdiklerinde; duâ, sena, nasihat ve bir ihtiyâcın giderilmesi husûsunda konuşma yaparlar.

    Duâ husûsunda evlâ olan, gece karanlıklarında Hak teâlâya gizlice münâcaat etmek, yalvarmaktır. Çünkü insanlar arasında yapılan duâlarda riya, gösteriş ihtimâli var. Hâlis olmayan böyle duâlar ise, Hak teâlâ indinde müstecâb değildir. Bu huzûrda medh ve övgüde bulunmak da riyakârlıktan uzak değildir. Yükseklik ve ışık bakımından, güneşin parmakla gösterilip, övülmeye ihtiyâcı yoktur. Güzellik kemâle ulaşınca, övenlerin pazarını bozar, bunların eli boş kalır.

    Medih ve senadan maksad ise bir işi yükseltmektir... Bu dört husûstan en mühim olan, nasihat ve ihtiyâcı gidermektir.

    Nasihat Öyle bir mertebedir ki, onun berâtı, izni, Risâlet kaynağından alınır. Resûlullah (s.a.v) buyurdu ki: “Size iki va’iz (nasihatçı) bıraktım, biri susar, biri konuşur. Susan nasihatçı ölümdür, konuşan ise Kur’ân’dır.” Dikkat et, susan nasihatçı ölüm, lisân-ı haliyle ne söylüyor ve konuşan nasîhatçı ne söylüyor? Susarak, haliyle nasihat eden ölüm diyor ki: Ben, her canlıyı pusuda beklemekteyim. Zamanı gelince aniden pusudan çıkıp yakalayıveririm. Eğer benim herkes için yapacağım muâmelenin bir benzerini görmek isteyen varsa; padişahlar, vefât etmiş olan pâdişâhlara, emirler de, vefât etmiş geçip gitmiş olan emirlere baksınlar. Melikşâh, Alparslan, Çağrıbey toprak altından halleriyle şöyle nidâ ediyorlar: “Ey Pâdişâh, ey gözümüzün nûru, sakın sakın unutma ki, biz nerelere sevkedildik ve ne korkunç işler gördük. Emrinde bulunanlardan biri aç iken, sen asla bir gece tok olarak uyuma! Biri çıplak iken, sen istediğin gibi giyinme! Şöyle vasıyyet ederler: Benden bir kelime kabûl et ki, bu; “Lâ ilahe illallah”dır. Bunu dâima dilinde tut, yalnız kaldığın zaman bunu söylemeyi asla unutma. Asıl imân, bunu söylemekle istikrâra kavuşur. Buyuruldu ki: “Îmân, suyunu tâatdan alır. Kökü adâlet ile, devamı Hakkı zikretmek ile kâimdir.” Bunların hepsini yapıp âhıret azâbından kurtulursan da, kıyâmette suâlden kurtulamazsın. Hadîs-i şerîfte; “Herbiriniz çobansınız ve herkes emri altında bulunanlardan mes’ûldür...” buyuruldu.

    Ey Pâdişâh! Hak teâlânın hak ni’metini eda eyle ki, ni’met; doğru îmân, doğru i’tikâd, güleryüz ve güzel ahlâktır ve iyi amellerdir. Bunlardan iyi amel işlemek senin elinde, diğerleri hediyye-i ilâhî’dir. Madem ki Allah’u teâlâ bu ni’metleri sana ihsân etmiş, sen de dördüncüden, iyi amel etmekten kendini mahrûm etme ki, küfrân-ı ni’met etmiş olmayasın ve ey ayakta duran emirler! (vezirler, kumandanlar!) Eğer devletinizin mübârek ve dâimi olmasını istiyorsanız, ni’metin kadrini biliniz. Ni’meti, felâket ve bedbahtlıktan ayırd ediniz. Biliniz ki; sizin bu Horasan melikinden başka, göklerin ve yerlerin mâliki olan başka bir pâdişâhınız vardır. Yarın kıyâmette, herkesi hesaba çekecek ve benim ni’metimin hakkını nasıl elde eylediniz, nasıl yerine getirdiniz? Buyuracak. Meliklerin kalbleri, Allahü teâlânın hazîneleridir. Rahmet, azâb ve cezaya dâir yeryüzünde her ne vukû’ bulsa, meliklerin gönülleri vasıtasıyla olur. Allahü teâlâ, kendi hazînemi size emânet ettim. Sizin dilinizi o hazînenin kilidi yaptım, korudunuz mu? Yoksa emânete ihânetmi ettiniz? Diye soracak. Hazîneye ihânette bulunan bir mazlûmun hâlini pâdişâhtan gizliyendir.

    Bir ihtiyâcın arzedilmesine gelince, benim bir umûmî, bir de husûsî olmak üzere iki hacetim vardır. Umûmî olan şudur: Tûs ahâlisi zulümden yanmış helak olmuştur. Soğuk ve susuzluktan mahsûller tamâmiyle mahvolmuştur. Onlara acı! Hak teâlâ da sana acısın. Açlık dert ve belasıyla mü’minlerin boynu ve belleri kırıldı...

    Husûsî hacetim ise şudur: Ben, oniki seneden beri halktan uzaklaşmış, bir köşeye çekilmiştim. Sonra Fahr-ül-mülk, Nişabûr Medrese’si müderrisliğini kabûl etmem için ısrar etti. Ben ona, “Bu zaman, benim sözlerimi kaldıramaz. Bu zamanda bir hak söz söyleyenin, kapı ve duvar bile aleyhine geçer” demiştim. Bugün ise iş o raddeye gelmiş ki, işitmiş olduğum sözleri rü’yâda görseydim, karışık rü’yâdır derdim. Bunların aklî ilimler ile alâkalı olanlarında eğer bir kimsenin i’tirâzı varsa, buna şaşılmaz. Çünkü benim sözlerimde, herkesin anlayamayacağı gibi ma’nâlar çoktur. Bununla beraber ben, kime olursa olsun söylemiş olduğum herhangi bir sözümü açıklayıp isbât edebilirim. Böylece mes’eleyi açıklığa kavuştururum. Bu gayet kolaydır. Fakat İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin aleyhinde bulunmuşum, diye söz söylüyorlarmış. İşte buna asla tahammül edemem. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ben, Ebû Hanîfe’nin ümmet-i Muhammed arasında, fıkıh ilminin inceliklerinde ve ma’nâsında en büyük âlim olduğunu kesin olarak kabûl etmekteyim. Her kim ki, bu söylediğimin tersine bir sözüm olduğunu veya birşey yazmış olduğumu söylerse o yalancıdır.

    Sizden şunu isterim ki; beni, Nişâbûr’da, Tûs’da ve diğer bütün şehirlerde ders verme işinden affediniz. Kendi hâlimde kalayım. Bu zaman, benim sözlerime tehammüllü değildir vesselâm.”

    Sultan Sencer, İmâm-ı Gazâlî hazretlerini dikkatle dinledikten sonra şu cevâbı verdi: “Söylediğin bu sözleri duymak ve İmâm-ı a’zam hakkındaki güzel kanâatlerini, Irak ve Horasan âlimlerinin hepsinin duyması için, onları burada toplamamız lâzımdır. Büyük İslâm âlimleri hakkındaki kanâatinizi ve onlara olan hürmet ve sevginizi herkese duyurmak üzere, her tarafa dağıtmak için bu ifâdeleri yazmanızı istiyorum. Tedristen, ders verme işinden muaf tutulma arzuna gelince, bu mümkün değil. Fahr-ül-mülk, seni Nişâbûr müderrisliğine celb edebilmiştir. Biz, senin nâmına medreseler yaptıracağız. Bütün âlimler gelsinler, kendilerine kapalı kalan mes’eleleri öğrensinler, müşkil mes’elelerini halletsinler.”

    Ancak İmâm-ı Gazâlî hazretleri, ömrünün bundan sonraki son iki yılını, kendi memleketi Tûs’ta kitap yazmak, insanları irşâd etmek ve talebelere ders vermekle geçirdi. 55 yaşında iken vefât etti.



Etiketler: İmam-ı Gazzali'nin (r.a.) Sencer'e Yazdığı Mektup, İmam-ı Gazzali (r.a.) - Huccet-ül İslam, imam gazali hayatı, imam gazali vefatı, imam gazzali İslam'ın delili, İmam Gazali eserleri, İmam Gazali nasihatları, sözleri, imam gazali tasavvuf, imamı gazali metafizik filozof | Mekteb-i Derviş

Not: HTML'e dönüştürülmez!
    Kötü           İyi
Benzer Konular