SEYR-U SÜLÜK NEDİR?
SEYR-U SÜLÜK (MANEVİ YOLCULUK) HAKKINDA BİLİNMESİ GEREKENLER
Seyr u sülük ne demektir?
Tasavvuf ve tarîkatlardaki eğitim ve terbiye işine verilen genel addır seyr u sülûk. Lügatte seyr gezmek, seyr etmek ve yürümek anlamınadır. Sülük ise gitmek ve yola girmek demektir. Tasavvuf ıstılahında seyr, cehaletten ilme, kötü huylardan güzel ahlâka, kulun fanî varlığından Hakk'ın varlığına yönelmektir. Sülük, tasavvuf yoluna girmiş kişiyi Hakk'a vuslata hazırlayan ahlâkî eğitimdir. Bir başka ifâdeyle seyr u sülük, tasavvuf ve tarikata giren kimsenin manevi makamlarını tamamlayıncaya kadar geçeceği sahaların adıdır. Seyrin başı sülük; yani yola girmek, sonu da vusul; yani Hakk'a vuslattır. Hakk'a vuslat Allah'ı görüyormuşçasına kulluk (ihsan) şuuruna ermek, dâima Hakk ile beraber bulunduğu (maiyyet-i ilâhiyye) bilincini yakalamak, O'na teslim olup O'ndan razı olmaktır. Her iş ve fiilin gerçek failinin Allah olduğunu kavramak ve varlık iddiasından kurtulup gerçek tevhîde ermektir. Can mülkünde ve cihan mülkünde Hakk'ı hâkim kılmaktır.
Tasavvuf erbabında mutlaka herkesin seyr u sülûke girmesi gerekli olduğu ve intisâb edenin kurtulacağı anlayışı var. Bu doğru mudur?
Tasavvuf erbabının herkesin seyr u sülûke girmesi konusundaki gayretlerinin muhtemel iki sebebi vardır. Birincisi insanda fıtrî olan gayret duygusudur. Çünkü herkes mensup olduğu sosyal çevreyi sever ve insanların orada yer almasını arzular. İkincisi kendilerinin tarikat ve tasavvufa girmekle elde ettikleri manevi hazzı başkalarının da tatmasını arzu etmeleridir. Çünkü tasavvuf ve seyr u sülük, dînî hayatı bir model şahsiyet etrafında, toplum atmosferi ve manevi kontrol mekanizması içinde gerçekleştirdiğinden bir birliktelik ve paylaşım ortamı doğurmaktadır. Tasavvufta seyr u sülükte süreklilik ve devamlılık esastır. Tarikata girmekle iş bitmez. Adam vardır tarikata girmiştir ama tarikatın ve dînin kendisine yüklediği sorumlulukları yerine getirmediği için manevi açıdan tarikata girmeyenlerden daha geride olabilir. Ancak cemâat arasında bulunan böyle birinin uyarılıp düzeltilme şansı daha fazladır. Kulluk görevleri gereği gün yerine getirilmeden hiçbir bağlılık tek başına yetmez. Bâyezid –i Veli(k.s)'in müridlerine:"Bâyezid'in derisine girseniz onun ahlakıyla ahlaklanmadıkça bir işe yaramaz?" sözü bu anlamadır.
Seyr u sülük ve intisâb, dünyevi ve uhrevi kurtuluşun tek reçetesi değildir. Çünkü manevi kurtuluş, son nefese bağlıdır. Son nefeste iman selâmeti elde etmenin yolu, bu dünyada istikamet üzere yaşamaktır. Takvaya ermektir. İbâdet ve muamelâtta ihsan ve ihlâsta devamlılıktır. İnsan bunları hangi surette gerçekleştirebiliyorsa ona sımsıkı sarılmalıdır. Sûfîler bu duyguları seyr u sülük ile gerçekleştirdiklerinden bu konuda ısrarlı davranıyorlar.
İntisâb edip seyr u sülûke girmeyenin durumu çok mu vahimdir? İntisâb eden kişi, zayıf da olsa, bu halka içinde olduğu müddetçe kurtulur mu?
- Gerek tasavvuf kaynaklarında, gerekse tarikat büyüklerimin söz ve sohbetlerinde intisâb edip seyr u sülûke girmeyen kişinin durumunun çok kötü olduğunu gösteren ifâdelere pek sık rastlanmaz. Ancak seyr u sülük ehlini istihfaf eden bazı kimselerin durumlarının vehametini gösteren rivayetlere rastlanabilir. Sadece intisâb etmiş olmak ve bunu bir varlık sebebi görmek doğru değildir. Allah'ın kullarını ve dostlarını sevmek, sevenlerle beraber olmak "Kişi sevdiğiyle beraberdir." ilkesine göre manevi kazançsağlar. Nitekim Buhârî'nin rivayet ettiği uzunca bir hadiste “Allah, kendisi için bir araya gelen ve zikreden kullarını bağışladığını; hattâ dünyevi bir amaçla o zikredenlerin arasında bulunan kimsenin de bu bağışlanmadan hissedar olduğunu belirtmektedir”. (Buhârî, Deavât, 66)
Bu hadis iyiler ve zikir ehli arasında bulunmanın kurtuluşa vesile olacağını belirtmekte; bir bakıma iyiler ve zikir ehliyle birlikteliğe teşvik etmektedir. Tasavvuf erbabının ümidi, belki bu hadisteki ehl-i zikir ile birlikte bulunanlara gelecek rahmet müjdesidir.
“Dervişler öldükten sonra kabirlerinde seyr u sülûklerini tamamlar” deniliyor. Hatta bu söz Bahâeddin Nakşbend'e atfediliyor. Ne dersiniz?
-Ölüm kişinin amel ve dünya ilişkisini kesen bir vakıadır. Ölümden sonra amelin sona erdiği kitap ve sünnetle sabittir. Ancak, nasıl müminlerin cennette, kâfirlerin cehennemde ebedî olarak kalmaları niyyetlerine göre verilmiş bir karşılık ise, sülûke girmiş olan kimsenin sağlam bir niyyetle girdiği yolun ve amellerindeki devamlılığın afvına medar olması da niyyetlerine mukabildir. Müminlerin birbirleri hakkında hüsn-i şehâdetlerinin afv-ı ilâhîye medar olduğu hadis-i şerifle sabittir. Nitekim hayırla yâd edilen ve hakkında hüsn-i şehâdette bulunulan bir cenazenin ardından Allah Rasûlü üç defa "vâcib oldu" buyurdu. Daha sonra şerle anılan bir kimse hakkında da aynı şeyleri söyleyince kendisinden bunun hikmeti soruldu. Allah Rasûlü (s.a.v): "Hayırla yâdettiğinize cennet, şerle yâd ettiğinize cehennem vâcib oldu." buyurdu. Ardından üç defa: "Sizler yeryüzünde Allah'ın şâhidlerisiniz."Dedi. (Müslim, Cenâiz, 60)
Sülûkün amacı kulluk, sonucu da Allah nasîb etmişse cennettir. Kabirde sülûkün tamamlanması ile ilgili bu söz, tasavvuf yolunda mürşid ile mürid arasındaki vefa ve sevgi duygusunun hüsn-i şehâdete medar olacağını,-bunun da âhırette işe yarayacağını göstermektedir. Bu hadis-i şeriften, vefatında müridin çevresinde toplanan mürşid ve ihvanın yapacağı bir tezkiyenin terfî-i derecât olacağı, seyr u sülûkünü tamamlamış olanların ecri derecesine ulaşacağı anlaşılmaktadır. Herhalde sözün söyleniş maksadı bu olmalıdır.
Şer'î açıdan yaşantısı düzgün olmayan, amelleri eksik bazı kimseler tarikata bağlanıyor ve Peygamberimiz'i gördüklerini iddia ediyorlar. Bu nasıl olur?
-Tarikat ve tasavvuf, şeriatı daha iyi yaşamaya yarayan bir eğitim sürecidir. Bu yüzden tarikata ilk giren herkesin her bakımdan mükemmel olmasını beklememek gerekir. Zaten bir mürşide intisâb eden kimselerden gerçek anlamda istifade ile kemale erip "velî" olabilenlerin sayısı mahduddur. Diğerleri o şemsiyenin altında hiç olmazsa "şakî" olmaktan kurtulmak için bulunurlar. Böyle bir mürşide intisâb etmemiş olsa çok dahakötü işler yapması muhtemel olan bu kişiler, bu sayede kendilerini korumuş olurlar.
Allah Rasûlü'nün ashabına bakılacak olursa orada da durumun aynı olduğu görülecektir. Bütün sahabilerin manevi kemali eşit değildir. Yıllar yılı Sevgili Peygamberimiz'in yanında bulunmuş Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali(r.anhüma) ile, adları bile duyulmamış sahabiler bir değildir. İçlerinde içki içen, zina eden ve namaz konusunda tenbellikleri olanlar da vardır. Ama faziletleri Peygamber (s.a.v) Efendimiz'i görmek ve ona teslim olup inanmaktı.
Bu itibarla bugün tasavvuf erbabı arasında şer'i bakımdan kusurlu insanların bulunmasını tabii karşılamak gerekir. Tabii olmayan bu hallerini beğenip bunu bir fazilet sananların durumudur. Ayrıca kalb ve ona bağlı olan sevgi ile kusur ayrı ayrı şeylerdir. Kişi ibadet hayatı açısından kusurlu olur ama gerçekten çok engin bir sevgi ile Allah Rasûlü'ne bağlı bir âşık olabilir. Bu aşkı sebebiyle onu rüyasında görebilir. Ama onun böyle bir rüya görmesi fazilet için yeterli değildir. Çünkü fazilet, ihlâslı amel ve takvadadır. Kimin ihlâslı, kimin takva ehli olduğunu tam olarak bilebilecek yalnız Allah’u Teâlâ'dır. Ayrıca Gazzali(k.s) gibi bir kısım sûfiler, "mükâşefe halinde meleklerin peygamberlerin ruhlarının görülebileceğini" belirtirler.( Gazzâlî, el-Münkızü mine'd-dalâl, 50)
Tarikatta seyr u sülûke girmiş birisinin televizyon seyretmesi ve televizyona çıkması doğru mudur?
-Televizyon çağdaş bir iletişim ve etkileme aracıdır. Gücü herkesçe bilinmektedir. Maalesef bugün önemli ölçüde şerr yollarda kullanılmaktadır. Ama kötülük televizyonun bizzat kendisinden değil, programlarından kaynaklanıyor. Tasavvufi telâkkiye göre kalb ve zihni en meşgul eden, gözle görülen şeylerdir. Kalbin zikre yoğunlaşabilmesi için "nazar ber-kadem" yani bakışları ayakucuna yoğunlaştırıp sağa sola bakınmamak tavsiye edilmiştir. Bunun amacı kalbi meşgul edecek şeylerin göz aracılığı ile kalb ve zihne girmesini önlemektir. Bu bakımdan da seyr u sülûke girmiş bir kimsenin televizyon seyretmeyi azaltması elbette yararlıdır. Televizyona çıkmak meselesine gelince, televizyona çıkan bir tarik mensubu herhalde ümmete yararlı şeyler söylemek üzere çıkacaktır. Eğer öyleyse mesele yok. Ama başka amaçlarla ve mâ-lâ-yani için çıkacaksa elbette zararlıdır. Burada önemli olan program, söylenen söz ve verilen mesajdır.
"Şu tarikata gireceğim fakat şu adam olmasa" demek geçerli bir ma'zeret midir?
-Tasavvuf ve tarikat, bir gönül ve sevgi işidir. Kalb ısınmadan bağlılık olmaz. Tabii burada ısınmadan murad kalbin birinci derecede mürşide ısınmasıdır. Mürşide kalbî olarak ısındıktan sonra çevresinde hoşlanmadığı insanların bulunması ma'zeret olmamalıdır. "Gülü seven dikenine katlanır" derler. Mürşide olan sevgi, çevresindekinden nefrete engel olmalıdır. Çünkü insanların hoşlanmadığımız taraflarına katlanmak da manevi bir görevdir. Bilmek gerekir ki bu âlemde celâl tecellîsiyle cemâl tecellîleri dâima birliktedir. Bakınız Niyâzî Mısrî(k.s) ne güzel söylemiş:
Cemâli zahir olsa tîz celâli yakalar ânı
Görürsün bir gül açılsa yanında har olur peyda
Bir takım kimselerin varlığından rahatsız olmak, manevi eğitim ve sabırla aşılması gereken bir eksikliktir. Çünkü seven, sevdiğinin sevdiklerini sevmek, en azından onlara katlanmak borcundadır. Bu tür soğukluk ve sevgisizliğin neden kaynaklandığına da bakmak gerekir. Çünkü çoğu zaman bu tür şeyler nefsten kaynaklanır. Soğukluk nefsten kaynaklanınca, onu aşmaya çalışmak gerekir. Ancak bu soğukluk, o kişide bulunan şer'î kusur ve hatâlardan kaynaklanıyorsa o zaman işi dedikoduya vardırmadan kendisine veya mürşide duyurmak gerekir. Böylece kişinin içi rahat olur, görevini yerine getirmiş olur.
Tasavvufa girmeden önce belli dini eğitim almak gerekir mi?
-Tekke ve medreselerin ortaklaşa faaliyet gösterdiği dönemlerde kişiler önce medresede dînî öğrenim görür, ardından manevi eğitim için tekke ve tarikatlere intisab ederlerdi. Bugünün şartlarında bu pek mümkün görünmüyor. Bununla birlikte bugün işin bilincinde olan mürşidler müridlerine seyr u sülûke girerken önce ilmihâl öğrenmelerini tavsiye etmektedirler. Çünkü farz ve haramlar bilinmeden tasavvufun tarif ettiği zâhidâne hayatı yaşamak zordur. Türkçe'de kişinin gündelik hayatta lâzım olan bilgilere "ilmihal" adının verilmesi tesadüf değildir. Bu isim dînî bilgilerin maneviyat ve hal ile beslenmesi lüzumunu göstermektedir. Bu bakımdan tasavvuf ve ilmihali birbirinden soyutlamadan öğrenmek ve birini diğerine alternatif görmemek gerekir. Önce temel fıkhî bilgiler öğrenilince İslâm tasavvufunu yasamak kolaylaşır.
GERÇEK MANADA TASAVVUF VE TARİKAT
Etiketler: Seyr-u Sülük Manevi Yolculuk Nedir? Bilinmesi Gerekenler, tasavvufa girmeden dini eğitim almak gerekir mi | Mekteb-i Derviş