Mekteb-i Derviş | İslam

    SEYYİD-ÜL İSTİĞFAR

    Şeddad bin Evs’den rivayete göre Nebiyy-i Ekrem şöyle buyurmuşlardır:

    İstiğfârın en üstünü kulun şöyle demesidir:

    "Allahumme ente Rabbi la ilahe illa ente halekteni ve ena abduke

    ve ena ala ahdike ve vadike mestatatu,

    euzu bike min şerri ma sana'tu, ebu'u leke binimetike aleyye

    ve ebu'u bizenbi feğfir li feinnehu la yeğfiruz'zunube illa ente."

    Anlamı

    Yâ Allah! Sen benim Rabbimsin. Senden başka ilah yoktur.

    Beni sen yarattın ve ben senin kulunum. Ve ben îman ve ubûdiyetimde gücüm yettiği kadar senin ahd ü misâkın üzereyim.

    Yâ Rabbi! Yaptıklarımın şerrinden sana sığınırım, ve senin bana ihsan ettiğin nimetleri ikrar ve itiraf ederim.

    Kendi kusur ve günahlarımı da ikrar ve itiraf ederim.

    Yâ Rabbi! Sen beni afv ü mağfiret eyle. Zîra senden başkası günahları afv ü mağfiret edemez.

    Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle devam eder:   

    “Her kim, bu Seyyidü’l-İstiğfârı sevâbına ve fazîletine bütün kalbiyle inanarak gündüz okur da o gün akşam olmadan ölürse cennetlik olur. Yine her kim, sevâbına ve fazîletine gönülden inanarak gece okur da sabah olmadan ölürse cennetlik olur.”

    (Buhârî, Deavât, 2, 16; Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101)

    SEYYİDÜ'L İSTİĞFAR'IN ÖNEMİ

    Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyurdular ki: “Kim sabahladığı zaman seyyidül istiğfarı ihlâsla okur da ölürse cennete girer. Kim onu akşamladığı zaman okur da ölürse cennete girer.”

    “Allah'ım! Sen benim Rabbimsin. Senden başka ibadete layık hiçbir ilah yoktur. Ancak sen varsın. Beni sen yarattın. Şüphesiz ben senin kulunum. Gücüm yettiği kadar Zatı Ecelli âlâna verdiğim sözde durmaya çalışıyorum. Ya Rabbi, işlediğim günahların şerrinden sana sığınıyorum. Bana lütuf ve ihsan buyurduğun nimetleri ikrar ve itiraf ediyorum. Günahlarımı da itiraf ediyorum. Ya Rabbi! Beni mağfiret buyur. Günahlarımı bağışla. Zira günahları ancak Sen affedersin. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi.” (Buhari, 7/145; Tirmizi, 5/467; Nesei, 8/279)

    SIKINTIDAN KURTULUP FERAHLAMAK

    Ebu Musa el Eş’ari (r.a.)’den; Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Kimin başına bir sıkıntı, bir keder gelir de, şu duayı okursa, Allah onun sıkıntısını giderir, ferahlatır.”

اَنَا عَبْدُكَ اِبْنُ عَبْدِكَ فِى قَبْضَتِكَ نَاصِيَتِى بِيَدِكَ، مَاضٍ فِىَّ حُكْمُكَ، عَدْلٌ فِىَّ قَضَآؤُكَ اَسْأَلُكَ بِكُلِّ اِسْمٍ هُوَ لَكَ سَمَّيْتَ بِهِ نَفْسَك اَوْ اَنْزَلْتَهُ فِى كِتَابِكَ اَوْ عَلَّمْتَهُ اَحَدًا مِنْ خَلْقِكَ اَوِاسْتَأْثَرْتَ بِهِ فِى عِلْمِ الْغَيْبِ عِنْدَكَ اَنْ تَجْعَلَ الْقُرْآنَ نُورَ صَدْرِى وَرَبِيعَ قَلْبِى وَجِلَاءَ حُزْنِى وَذَهَابَ هَمِّى

    “Allahım! Ben senin kulunum, kölenin evladıyım, cariyenin evladıyım Senin avucundayım. İdarem senin elindedir. Hükmün bende geçerlidir. Hakkımda verdiğin hüküm adildir.

    Kendine verdiğin yahut kitabında indirdiğin yahut yaratıklarından birine öğrettiğin yahut gayb ilmine ait olarak kendine sakladığın her ismin hürmetine, Senden isterim ki, Kur’an-ı gönlümün nuru, kalbimin baharı kılasın, sıkıntımı defedesin.”Bu sırada cemaatten biri: “Ya Resulellah! Mahrum odur ki, bu kelimelerden mahrum kala” dedi.

    Resulullah (s.a.v) Efendimiz de: “Doğrusun, bu kelimeleri söyleyin, bunları öğretin” dedi.

Zira kim bunlardaki derinlikleri duyarak bunları söylerse, Allah onun sıkıntısını defeder ve neşesini artırır.” dedi. (İmam Nevevi, Ezkar, 109-110; İbni Sünni’den)

    TEVBE SAADET VE HUZURUN ANAHTARIDIR

    Allah’u Zülcelâl tevbe edenlere bu müjdeyi vermiştir. Tevbe etmek saadet ve huzurun anahtarıdır, tevbe eden tövbenin şartlarını yerine getiren bahtiyar kimselerin geçtiği yerler kendileriyle övünür. Cenabı Hakk onu halkın gönlünde tatlı sevimli kılar. Kabir ona Cennet bahçelerinden bir bahçe olur. Kıyamet gününde yüzü ak olur. Sırattan kolay geçer. Hesabı ihsan ile kolay geçer ölürken müjdelenir.

    İstiğfardan sonra, bir daha günah işlememeye gayret etmeli ve dil ile istiğfar ettiği gibi, kalbi ile de pişmanlık duymalıdır. Beşeriyet icabı günah işlerse derhal tevbe istiğfar etmelidir. Ve: “Bu küçük günahtır. Bundan ne olur?” dememelidir. Çünkü küçük görülen günahlarda birer birer işlenecek olursa o da büyük günah olur.

    Cenab-ı Hak: “Kıyamet gününde tövbelerine sadık ve daim olanların bir günahtan sonra tevbe ederek bir daha o günaha dönmeyenlerin suçlarını yüzlerine vurmaz onları rezil rüsva etmeyiz.” buyurmuştur.

    Tevbe edenler ve tövbelerin de sadık ve samimi olanlar Allah Resulü (s.a.v) ile beraberdirler. Âlemlerin Efendisi (s.a.v) ile beraber olanlar hiç rezil rüsva olurlar mı? Elbette olmazlar. Allah’u Zülcelâl onların suçlarını açıklayarak kendilerini mahşer ehline karşı asla utandırmaz. Onlara Cehennem azabını ve Sırat karanlığını göstererek onları üzmez. Onların imanları önlerinde ve sağ yanındadır. Bu, bahtiyar kullarını Kur'anı Kerimde Hadid suresi 12-13’üncü ayetlerinde şöyle anlatıyor: “Hatırla o günü ki, mümin erkeklerle mümin kadınların nurları, önlerinden ve sağlarından koşuyor kendilerini göreceksin. O gün, münafık erkeklerle münafık kadınlar, iman edenlere şöyle diyecekler. ‘Bize bakın (yahut bizi bekleyin) nurunuzdan bir parça alalım.’ Müminler tarafından onlara şöyle denilecek, arkanıza (dünyaya) dönün de bir nur arayın.”

        Cenab-ı Hak, mümin ve mümine kullarını o âlemde münafıkların düştüğü o kederli günü sadık kullarına Kur'anı Keriminde nasıl dua edeceklerini ise Tahrim Suresi 8’inci ayetinde şöyle bildiriyor: “Ey Rabbimiz! Bizim nurumuzu tamamla, (bu sırat üzerinde nurları sönen münafıklar gibi bizleri yapma) Bizi bağışla muhakkak ki, sen her şeye kadirsin.”

    Hadid suresi 21’inci ayetinde “Siz günahlarınızdan tevbe ederek Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği, yerle göğün genişliği gibi olan bir cennete yarışın.

    Kur'an-ı Kerim bir Nur-u ilahi’dir. O'nu daima önlerinde bulunduranlar mutlaka selamet ve saadete ererler. Nitekim Ayet-i Kerime'de buyrulduğu gibi önleri sıra ışıkları bulunanlarda o ışık sayesinde bastıkları yeri görürler, düşmeden yollarına devam ederler. Sağ yanımızdaki nur da Fahri Âlem (s.a.v) Efendimizdir. Kul bu iki nura ne kadar yaklaşır ve onlara uyarsa dünyada ve ahirette o nispette nurlanır. Bu nurlanma insanın gayretine bağlıdır. Bu nurlara uymayanlar ise karanlıklarda kalır ve yollarını kaybederler. Demek oluyor ki, Resulûllah (s.a.v) Efendimiz Nur-u Azim, Kur’an da Nur-u Mübin’dir. Bu iki nuru önüne ve yanına alanlar, onlara dayananlar o nurlar ile nurlananlar, elbette zulmette ve dalalette kalmazlar.

    En’am Suresi 12’nci ayetinde şöyle buyuruyor: “Rabbiniz kendi üzerine şu Rahmeti yazdı, içinizden kim bilmeyerek bir fenalık yapıp da sonra arkasından tevbe etmiş ve düzelmiş ise şüphesiz ki, O (Allah) Gafur ve Rahim’dir.”

    İnsan cehaleti sebebiyle günah işlemiştir. Sonra fenalıktan tevbe ve muamelatını islâh etmiştir. İşte bu gibiler hakkında Allah (c.c) Gafur-ur-rahim’dir ve bu gibiler için affını farz kılmıştır. Gerek itaat ve gerekse isyanın zerresi gaib olmaz. Allah’u Zülcelâl, Zilzal Suresi 7-8’inci ayetlerde “Zira kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecek. Kim de, zerre miktarı bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” Şu halde daima itaatte bulunarak kendini Cenab-ı Hakk’a sevdirmeli. Kurtuluş bundadır.

    Bir mümin yüz sene ibadet etmiş olsa on misli bin sene eder bir kâfir de yüz sene yaşamış olsa o miktardan başkasıyla cezalandırılmaz. Mümin niyyeti sebebi ile kâfir de niyyeti ile ebediyyette niyyetleri sebebiyle ebedi mükâfat ve ebedi mücazat yani azaba duçar olurlar. Cenab-ı Hakk kuluna eziyet etmez, kul eziyeti kendi kendine eder. Şu mısralar ne de yerinde söylenmiştir: Kuluna zulmetmez Hüda’sı, herkesin çektiği kendi belası. Dolayısıyla herkes ne ekerse onu biçer.

Cenab-ı Hak; Maide Suresi 90-91’inci ayetlerinde şöyle buyuruyor: “Ey Müminler! Şarap (içki içmek), kumar oynamak, ibadet için dikilen putlar, (cahillik devresinde kullanılan) fal okları hep şeytanın işinden, pis birer şeydir. Onun için bunlardan sakının ki, kurtulasınız. Muhakkak şeytan, şarabda ve kumarda aramıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi, Allah (c.c) ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık siz, bunlardan sakınmaz mısınız?”

    Bayezıd-i Bestami (k.s) Hazretleri buyururlar ki: “İnsanların tevbesi, işledikleri günahlarından dolayıdır. Benim tevbem ise, (Lailahe illellah) sözündedir. Çünkü ben bunu alet ve harflerle söylüyorum. Cenabı Hakk ise harf ve âletlerin ötesindedir.” “Günah ve isyanın Tevbesi, bir tanedir; taatin tevbesi bin tevbedir.”(İslam. Tasavvufun Özü. S.113)

    Çünkü kudsi âlemde, Levh-i Mahfuz’da âlet ve harflerin yeri yoktur. O âlemden gelme olan ruhun da harf ve âletle ilgisi yoktur. Harf ve âletten kurtulamayan bir taat, kudsiyet âlemine erişen bir ruh için, noksanlıktır. Bundan dolayı nice defalar tevbe etme ihtiyacını duyar. İbadette sadece dil ve diğer organlar hareket ediyor ve bu kalbe ruha inmiyorsa, işte bu ibadet harf ve alet kapsamında kalmıştır. Bundan dolayı her kelime ve harf için bir tevbe gerekir.

    Allah’u Zülcelalin mülkünde, O’nun nimetiyle yaşayan insan! Cenab-ı Hakk’a karşı O’nun mülkünde O’nun nimetini yiyerek sakın isyanda bulunma, varlığın hikmetini anlıyarak Allah(c.c) dan utan. Çünkü Allah’u Zülcelâl seni Cehennem ateşinde yakmaktan utanıyor. Rahmeti gazabının önüne geçiyor. Şayet kul isyanında ısrar eder, Cenab-ı Hakk’a asi olursa o zaman Allah’u Zülcelalin ebedi âlemdeki ceza evi olan Cehenneme bir tutsak rehine olarak girer. Bu hususta Cenab-ı Hak, Müddessir Suresi 37-38’inci ayetlerinde şöyle buyuruyor: “İçinizden (hayırda) ileri gitmek, yahud geri kalmak isteyenleri... Herkes kazandığına karşılık bir rehinedir; (hesabını doğru vermekle ancak kendisini kurtarabilir).”

    Tövbeden mahrum, isyan vadilerinde (Keyfe ma yeşa keyif içerisinde) yaşayanların akibetlerinin felaket ve hüsranla neticeleneceğinde hiç şüphe yoktur. Binaenaleyh evlada ve aileye dost ve ahbaplara her fırsatta tevbenin lüzumunu ehemmiyetini duyurmaya çalışmalıdır. Tevbeye niyet eden kişi ömrünü gaflet ve günah ile geçirmekten son derece sakınmalıdır. Bunun için en kolay çare, eskiden edindiği ve kendisini günaha sürükleyen ibadetlerinden ayıran bütün kötü arkadaşlarından ayrılıp Hakk yolcusu ibadet ve taatte müdavim (devam eden) olan temiz ve Salih arkadaşlar edinmek lazımdır. Yoksa Kur’an-ı Keriminde belirtilen şu olay ile karşılaşır. Ebedi âlemde mahrumiyet içerisinde kıvranacak olan kullarını, Cenab-ı Hak, Kur'anı Kerimde Furkan Suresi 28-29’uncu ayetlerinde şöyle ikaz ediyor: “Yazıklar olsun bana keşke (beni sapıtan) falanı dost edinmeyeydim. Vallahi o sapıttı beni Zikirden, (Allah’ı anmaktan ve Kur'an ahkâmına bağlanmaktan).”

    Salih arkadaş edinildiği zaman işte bu tevbe hayırların başı ve anahtarıdır. Böyle olmadıkça hakiki bir tevbe ve tam bir dönüş olamaz. Keşifler kerametler saadetler hep bu tevbeden sonra hâsıl olur, herkesin bilmesi lazımdır ki, bu tevbe herkes için farzı ayındır.

    Günahlarından kaçmaya muvaffak olduktan sonra mühim bir nokta daha vardır ki o da vurduğu, dövdüğü, sövüp sayarak şerefini kırdığı kimse ile de helalleşmektır. Böyle olmazsa yarın kıyamet gününde o hakaret eden ve hürmetsizlik gösteren kişi dövüp sövdüğü veya arkasından gıybetini yaptığı kimseye verilmek üzere sevaplarının alınıp hakaret gören müslümana verildiğini görecektir. Daha yetmezse o hakir görüp dövülen sövülen kimsenin günahları alınıp döven söven kimsenin üzerine, yüklenecektir.

    Cenab-ı Hak, Muhammed Suresi 19’uncu ayetinde şöyle buyuruyor: “Günahının Yarlığanmasını iste.” Kötü mezmum huylardan ahlaklardan biri de tevbeyi terk etmek ve onu ihtiyarlığa bırakmaktır. Bu ise çok yanlış, bir harekettir. Çünkü insanın ömrünün ne zaman son bulacağı belli değildir. Müslüman’a yakışan, daima ölüme hazırlıklı olmaktır. Böyle olabilen (fikrinde, şükründe, zikrinde) daim olan bahtiyarlar için ölüm ne zaman gelirse gelsin kayıpları yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıkmaya hazırdırlar. Binaenaleyh tevbenin, terki veya onu yarına bırakmak müslümanın işi değildir.

    Müslüman her zaman, tevbekâr olmalıdır. Tevbede daim olabilmek için Takvanın öğretildiği bir okula ihtiyaç vardır. Zira tarikata giren bir insan, manevi yolculuğa çıkar, her an Hakk ile olur, O’nu daima anar ve geçmişte işlediği suç ve isyanlarından dolayı pişmanlık içinde olur. O zaman her gün muntazaman en az günahına yüz defa tevbei istiğfar eder. Zira Peygamber (s.a.v) Efendimiz günahı olmadığı halde günde yetmiş ile yüz defa tevbei istiğfar ederlerdi. Elbetteki bunu bizlere talim için yaparlardı. Nitekim Cenab-ı Hak, Nisa Suresi 106’ncı. Ayetinde buyurur ki: “Ve Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayıcıdır. Çok merhamet edicidir.”

    Allah(c.c) ın Rahmeti, Ğufranı insana yakındır. Cenab-ı Hak, insandan günahlarına, gerçek manada tevbe etmesini, pişmanlık duymasını ve bir daha o kötü hallere dönmemesini ve günah işlememeye ve tevbei istiğfara devam etmesi şartı ile razı olması ümid edilir ve yine umulur ki, Cenab-ı Hak senin tövbeni kabul eder.

    Allah’u Zülcelâl merhamet edenlerin en çok merhamet edicisidir. Suçun büyüklüğünü ve rezilliğini idrak etmek Allah(c.c) ın gazabından korkmak bir mümini, masivadan nefret etmeye, ondan şiddetle uzaklaşmaya, tevbe ve istiğfar etmeğe, büyük bir pişmanlık duymaya sevkeder. Onun için Kur'anı Kerim’de tevbei istiğfar mutlak olarak zikrolundu ve adedi tayin olunmadı.

    Ey bütün mahlûkatın ahseni (güzel) olarak yaratılan insanı! İhtiyarlık gelmeden, ölüm gelip çatmadan, ebedi âlemdeki makamını göreceğin zaman nutkun (dilin) tutulmadan günahına, unutmadan devamlı nedamet ve pişmanlık içerisinde tevbei istiğfar etmeye bak. Eğer günahına tevbe edebiliyorsan ve günah işlememeye de azami gayret edebiliyorsan ne mutlu sana, günahına tevbe edemezsen, kendine yazık edersin.

    Tövbeyi bir daha işlememek azmiyle, nadim olarak ve içli dışlı etmek gerekir. Sadece dışıyla ve diliyle tevbe edenin hali şuna benzer: Bir necis yığını üzerine ipekten, göz kamaştırıcı bir örtü örtülür. Altındakinin farkında olmayan herkes bu ipeğe hayranlıkla bakar, fakat biraz sonra örtü kaldırılıp necis ortaya çıkınca seyirciler kaçışıverir. İşte ibadeti içten yapmayan ve tevbeyi şartlarına göre yapmayanların hali de böyledir. Görünüşleri namaz niyazdadır, fakat içleri temiz değildir. Kıyamet günü perdeler ortadan kaldırılınca Melekler onlardan kaçışırlar.

Hemen büyük ve küçük günahlardan tevbe etmek ve kötü huyları terk edip iyi ahlaklı olmak farzı ayındır. Küçük günahları mühimsememek ve devamlı işlemek büyük günahların meydana gelmesine sebep olur. Damlaya damlaya göl olur.

    Şura Suresi 30’uncu ayetinde ise şöle buyrulmaktadır: “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizin kazandığı (günahlar) yüzündendir. Allah ise, günahların birçoğunu bağışlıyor (da bunlardan dolayı musibet vermiyor.)”


    Hal böyle olunca O’nun emirlerine nasıl asi olabiliriz? O’nu nasıl gücendirebiliriz? Evet, Cenab-ı Hak, kuluna kırılır ve gücenir. Bize azab da etmese O’nu kırmaya ve gücendirmeye nasıl cesaret eder ve sonra huzuruna ne yüzle çıkarız. Evet, Allah’u Zülcelali hiç unutmamalı ve O’ndan gafil olmamalıyız. Ve O’ndan korkmalı ve hayâ etmeliyiz. Emirlerini seve seve yerine getirip nehiylerinden de O’ndan korkarak O’ndan hayâ ederek ve O’nu gücendirmekten son derece sakınmalıyız. Hiç şüphe yoktur ki, Allah’(c.c) ın vaadi hak, vermiş olduğu haberi de, gerçektir. Bu Ayet-i Kerime’lerden anlaşılıyor ki, tevbe günahları silip hiç bir eser bırakmıyor fakat yapılan tevbenin gerekli şart ve usûllerine riayet edilerek yapılmalı. İşte o zaman tevbe tesirini gösterir. Tevbe neticesinde günahların affedilmesi hiç şüphe yok ki, Cenab-ı Hakk’ın kullarına bir lütuf ve ihsanıdır.(İslami Araştırmalar Şeri Fetvalar Cild1 S.77)

    Cenabı Hakk’ın kelamını ve Resul-ü Mücteba (s.a.v) Efendimizin Hadis-i Şerif’lerini işitip onunla amel etmek sadece dirilere nasiptir. Ayakta gezen ölüler bir şey duymaz ve işitmezler.

    Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerimde Neml Suresi 80’inci ayetinde şöyle buyurur: “Ey (Habibim) sen bizim Kelamımızı ve Emirlerimizi dünya muhabbet ile gönülleri ölmüşlere işittiremezsin.” Burada işitmekten murad tutmak ve uymak manasınadır.

    Kıyamet Suresi 6’ncı ayetinde ise “İnsan günahını öne alır ve tevbesini geri bırakır. Bir gün gelir ki o tembelliği ve gevşekliği üzünden yaramaz bir fiil işlerken tevbesiz olarak ölür. Alay ederek sorar; Kıyamet günü ne zaman?” buyurmaktadır.

    Şunu iyi bilmeliyiz ki, Cenabı Hakk’ın inayetiyle bir kimse kendisini bir toplar ve o ana kadar ettiklerine tevbei Nasuh ile tevbe eder, Allah’u Zülcelalin hakkını ve kul haklarını da edaya başlar. Kötü ahlaklarının güzel ve temiz ahlâka, tebdili için kendisini bütün mahlûkattan aşağı görür, bütün günahlarını önüne koyarak gözünü Allah’u Zülcelalin merhamet ve Rahmetine diker, aczini bilerek her zaman aczini itiraf eder, “aman kapısı”ndan ayrılmayarak her nefes zikri aman olursa ve Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmaya çalışır ve gayret ederse, Allah’u Zülcelâl bu kulun sıdkına, istikametine, sebatına ve ihlâsına nazar eder.

    Naziyat Suresi 40-41’inci ayetlerinde şöyle buyrulmaktadır: “Fakat her kim de Rabb’ının makamından korkmuş ve nefsi şehevattan alıkoymuşsa; Muhakkak cennet onun gideceği yerdir.”

    Nefse muhalefet etmek, yapılan bütün ibadetlerin başıdır. Kul nefse muhalefet etmekle, Cenab-ı Hakk’a giden yola kavuşur. Çünkü kul nefsinin esiri olmuşsa, helak olmuş demektir. Bu Ayet-i Kerime’de Cenab-ı Hakk nefse muhalefet etmeyi emretmiştir.

    Beyine Suresi 8’inci ayetinde ise “İşte bu mutluluk, Rabb’ından korkanlara mahsustur.” buyurmuştur. Nefsinin arzularından kaçınıp ilahi emirlere nefsinin boynunu büktüren her müslüman, Allah’(c.c) ın inayeti ve izniyle İnşaallah Cennetliktir.

    Yine Naziyat Suresi 37–39 ayetlerinde ise şöyle beyan ediyor: “Artık kim azgınlık edip kâfir olmuş; (Ahiret üzerine) dünya hayatını tercih etmişse; Muhakkak cehennem, onun varacağı yerdir.”

    İşte, tevbe; marifet ve iman ile başlayan bir nurdur. Bu nur zuhur edince günahın öldürücü zehir olduğu görülür. Bu öldürücü zehirden (günahtan) çok yediğini öğrenen, mutlaka içine korku ve nedamet düşer.

    Tevbe Cenabı Hakk’a rücû etmeye (dönmeye) denir. Müridlerin ve (sülûk ehlinin) yolunun başlangıcı tevbedir. Hiç bir insanın tevbeden müstağni olması mümkün değildir. Zira yaratılışın başlangıcından sonuna kadar günahlardan temiz ve arınık olmak meleklere mahsustur. Bütün ömür boyu muhalefet ve günaha gömülmek şeytana münhasırdır. Tevbe hükmü ile günah yolundan taat yoluna dönmek de Âdem Aleyhisselam ile O’nun çocuklarının halidir.

Geçmiş taksiratından tevbe ile kendini hazırlayan kimse Hz.Âdem(a.s)’a olan nisbetini doğrulamış olur. Ömrünün sonuna kadar zamanı günahlarla geçiren kimse de şeytana nisbetini doğrulamış olur. Ancak insanların bütün ömürlerinde taat üzere olmaları mümkün değildir. Zira ilk yaratılışında eksik ve akılsız yaratılmıştır. Ve başkaca kendisine şehvet ve arzular musallat edilmiştir.(Kimyayı Saadet S.521)

    Tevbe etmek insanlık zaruretlerindendir. Sülük ehlinin (Tarikata girenin) ilk adımıdır. Yani tevbe etmeye devam edenlerin ve şeriat akliyle gaflet uykusundan uyanıp din yolunun istikamet ve istikametsizliğini ayırt ettikten sonra tevbeden başka mühim farz yoktur. Zira tevbenin manası dalalet yolundan dönüp hidayet yoluna başlamaktır ve ömrünün sonuna kadar işledikleri günahları hatırlayıp tevbe de daim olmaya devam etmektir. Bilmiş ol ki, tevbe her zaman herkese farzdır. Zira buluğa eren kimse eğer kâfir ise küfürden tevbe etmesi farzdır. Eğer müslüman ise ve müslümanlığı ana ve babasını taklid ise dili ile İslamı ikrar edip kalbi de ondan gafil ise gafletten tevbesi ve kalben tevbenin hakikatından haberdar olması farzdır.(Kimyayı Saadet S.524)

    Bu günahların hepsi kalb pislikleri ve günahların kaynaklarıdır. Bunların her biri itidal derecesine getirip bu şehvetleri akla ve şeriata itaatli yapıncaya kadar günahlardan tevbe etmek farzdır. Bu mertebe ciddi bir çalışma ve uzun bir mücahede ile elde edilir. Eğer bunların tamamından da arınmış ise, vesvese, nefis konuşması ve imkânsız fikirlerden boş olmaz, bunların tamamından tevbe etmek farz olur. Eğer bunlardan da boş ise bazı hallerde Allah(c.c) ın zikrinden gafil kalmaktan boş olmaz. Bütün bu noksanların aslı bir an dahi olsa Allah(c.c) ı unutmaktır. O halde bundan da tevbe etmek farzdır. Eğer daima zikir ve fikirden boş kalmıyorsa da zikirde de değişik dereceler vardır. O derecelerin her biri, bir üstüne göre noksandır. O halde daha yükseği mümkün iken eksik derece ile kanaat etmek aldanış ve hüsrandır. Ondan tevbe etmek farzdır.

    Eğer bir kimse küfür, günah, gaflet ve taksirattan tevbe ettikten sonra, tevbe ile yüksek dereceleri elde etmek farz değildir. “O halde niçin bu tevbeye farz dedin?” diye sorulacak olursa cevabı şöyle olur: Farz iki kısımdır: Bir kısmına zahiri fetvalar mucibince farz denir. Bu avam insanların derecesidir. Bu şöyledir ki, bununla meşgul olanın dünyası viran olmaz ve dünya maişetini sağlamak mümkün olur. Bu farz onları cehennem azabından kurtarır. İkincisine ise avam insanlar güç getiremezler. Bu farzı yapmayan cehennem azabından ve ayrılık acısından kurtulamaz. Zira ahirette gökteki yıldızlar gibi kendinden yüksek kimseler görecektir ve bu aldanış ve hasret onun için azab olacaktır. İkincisine farz denilmesi bu azabdan kurtulmak içindir. Nitekim bu dünyada da bazı kimselerin derecesi akran ve emsalinden yüksek olunca dünya öbürlerinin gözüne dar ve zindan olur. Bu aldanış hasretinden sanki onların bedenine ateş düşer, bu itibarla onun azabı dayak ve işkence değil ise de yine azaptadır. Bu sebeple kıyamet gününe aldanma günü denilmiştir. Taat etmeyen “niçin taat etmedim?”, taat eden de “niçin daha çok taat etmedim?” diye hayıflanır. Bunun içindir ki, Peygamberler ve velilerin yolu şu idi ki, yarınki gün hasret ve nedamet çekmeyelim diye ibadet yapabildikleri zamanın bir dakikasını bile kaçırmazlardı.

    Ebu Süleyman-ı Darini (r.a) Hazretleri der ki: “Eğer kul yalnız bugüne kadar boşa geçirdiği zamanına baksa, ölünceye kadar üzülmeye yetişir. O halde gelecek zamanını da boşuna geçirene ne dersin? Şunu da bil ki kıymetli bir mücevheri kaybeden kimse mutlaka ağlar sızlar. Ömrünün her nefesi de öyle kıymetli bir mücevherdir ki, onunla ebedi saadetini avlamış olur. Bunu günah ile geçiren kimse bu günahtan haberdar olduğu zaman hali nasıl olur? Bilhassa bu böyle bir hatadır ki, haberdar olduğu zaman hasret ve pişmanlıktan da fayda vermez.” Bunun için Cenab-ı Hak, Münafikûn Suresi 10’uncu ayetinde buyurur ki: “Sizden birinize ölüm (alametleri) gelip de: ‘Ey Rabbim! Beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de, sadaka versem ve salihlerden olsam’.” Çünkü kul ölüm anında Azrail(a.s) ı görünce dünyadan göçmek zamanı olduğunu anlar, bunun için sonsuz hasret ve nedamet kalbini kaplar. “Ey ölüm meleği! Bana bir gün mühlet ver ki, tevbe edip özür dileyeyim.” diye yalvarır. Azrail (a.s): “Senin çok vaktin vardı, boşa geçti, şimdi ömrünün müddeti kalmadı. Nasıl mühlet istersin?” der. O kimse: “Bari bir saat mühlet ver.” der. Azrail(a.s): “Saatler tamam oldu.” diye cevap verir. O kimse tevbeden, ümitsizlik şerbetini tadınca imanı tereddüde düşer. Eğer, Allah korusun, ezelde onun şekavetine hüküm edilmiş ise kuşku ve tereddütle gider ve bedbaht olur. Eğer saadetine hüküm edilmişse imanını selametle kurtarır.

     TÜM DUALAR


Etiketler: Seyyid-ül İstiğfar Duası Okunuşu Anlamı, Önemi, Seyyid-ül İstiğfar, Hz.Muhammed, Tövbe İstifar duası, Peygamberden Tövbe Duası, büyük tövbe duası, tövbe etmek | Mekteb-i Derviş

Not: HTML'e dönüştürülmez!
    Kötü           İyi
Benzer Konular