Mekteb-i Derviş | İslam

    TARİKAT VE MÜRİD

    Elhamdulillâhi Rabbil âlemin Vessalâtü vesselâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve eshâbihi ecmeîn.
Aziz Kardeşlerim!
يَا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ين
    Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerimde: ”Ey İman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla(doğrularla) beraber olun.” (Tövbe Suresi,119)
يَااَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَابْتَغُوا اِلَيْهِ الْوَس۪يلَةَ وَجَاهِدُوا ف۪ى سَب۪يلِه۪ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
    “Ey İman edenler! Allah’tan korkun ve Ona yaklaşmaya vesile arayın ve Onun yolunda savaşın.Ta ki muradınıza eresiniz..” (Maide Suresi,35)


    Tasavvuf yolu. Kur’an ve Sünnet yoludur. Tarikat, lügatde yol mânâsına gelir. Tarikatların esâsını tasavvuf bilgileri teşkîl eder. Bu bilgilerin, insanlara farklı şekillerde sunulmasından tarikatlar meydana gelmiştir. Tasavvuf bilgilerinin hepsi Peygamber (s.a.v)Efendimizden gelmektedir. Bütün Ashâb-ı kiram (radıyallahü anhüm), bu bilgileri kendilerinden sonrakilere ulaştırmışlardır. Hz. Ebû Bekr (r.a)ile Hz. Ali (r.a) müstesna, diğer sahabeye ait silsileler bir kaç asır sonra kaybolmuş, Hz. Ebubekir(r.a)ve Hz. Ali(r.a)silsileleriyle karışarak devam etmiştir.. Bin dört yüz seneden beri, ince bilgiler ve marifetler, Hz.Ebû Bekir(r.a) ileHz. Ali(r.a)’ye ait silsile ile gelmiştir.

    Asr-ı saadette ve sahabe devrinde tasavvuf; Peygamber Efendimizin (s.a.v)sünnet-i seniyyesine uymaktan başka bir şey değildi. Müslümanlar her türlü müşküllerini Efendimize sorarak öğreniyorlardı. Efendimiz(s.a.v)vahiyle destekleniyor, ashap Efendimizi canından malından her şeyden çok seviyor ve Ona itaat ediyordu. Tabiîn ve Tebe-i tabiîn devrinde de böyle idi. İslami fetihlerle birçok yer fethedilip oranın halklarının inanç, örf ve adetleri Müslümanlar arasında yeni birçok problemlerinde ortaya çıkmasına, Sonra dinde gevşeklik ve dünyâya meyletmeler başlayınca, sünnet-i seniyyeye yapışmak yâni emir ve yasakları yerine getirmekte gayret göstermeye, zühd; hâlleri böyle olanlara zühhâd (zâhidler) ve ubbâd (âbidler) denildi. Daha sonra bid’at fırkaları ortaya çıkıp, kendi rehberlerine zâhid ve âbid deyince, Ehl-i sünnetten olanlar, bid’at fırkalarından ayırd edilebilmeleri için sünnet-i seniyyeye sımsıkı yapışmak, dünyâya meyletmemek ve kalbi manevî kirlerden temizlemekten ibaret olan hâllere tasavvuf; böyle kimselere de sûfî ve mutasavvıf adı verildi. İlk önce kendisine sûfî denilen, Ebû Hâşim Sûfîdir (v. 115/m. 733). Sûfî kelimesinin yayılması, hicrî ikinci (milâdî sekizinci) asrın sonlarından itibaren olmuştur.

    Bu tarihe kadar, Hz. Ebubekir(r.a) ile Hz. Ali(r.a)’den silsile ile gelen feyz ve marifetler, kalpten kalbe akıp gelmekteydi. Her iki silsile ile gelen feyz ve marifetler insanların isti’dâd ve kabiliyetleri, tabiat ve mîzacları ve değişik şartlara göre farklı tarzlarda sunuldu. Neticede Ebubekir(r.a)’e ait silsileden, dokuzuncu asırdan itibaren; Hz. Ali(r.a)’ye ait silsileden, on ikinci asırdan itibaren ana tarîkatlar ortaya çıktı. Zamanla bu ana tarîkatlar içerisinde manevî hususiyetleri ile temayüz edenler (mürşid-i kâmiller, tasavvufda yetişmiş ve yetiştirebilen yetkili rehberler) bulundu. Bunlar da şartlara ve zamanlarındaki insanların durumlarına göre ana tarîkatın temel özelliklerine muhalefet etmeden, bâzı değişiklikler ve ilâveler yaptılar. Bunlardan ana tarikatların şubeleri ortaya çıktı. Bunlar da, tarîkata hususiyetini veren o velî zâtın ismiyle anıldılar. Tarikatlara feyz ve marifetlerin hepsi Peygamber (s.a.v)efendimizden gelmektedir. Yalnız aralarında usûl farkı vardır. Meselâ, bir memlekette yüzlerce lise vardır. Her lisede aynı ortak dersler okunur. Fakat hocaları başka başka olduğundan, yetişme şekilleri de değişiktir. Fakat her lise me’zunu ortak bilgilere ve ortak haklara mâliktir. Tarikatların durumu da böyledir.

    Hicrî beşinci aşırdan îtibâren sistemleşmeye başlayan tarikatların ferd ve cemiyet hayâtında büyük te’sirleri olmuştur. Çobandan devlet reisine kadar, herkese hitâb edip sözleri ve sohbetleri ile gönülleri cezbetmişlerdir. Yaptığını Allah için yapma ruhunu aşıladılar. Ferdlerin, basit menfaat kaygılarından kurtulmalarına, oldukları gibi görünen ve göründükleri gibi olan, riya ve gösterişten uzak, yüksek karakterli insanlar olmalarına yardımcı oldular. Cemiyetteki insanların birbirlerini dilden değil, gönülden seven, kendileri için istediklerini başkaları için de isteyebilen kimseler olmalarına, benlik dâvasından ve kendini beğenmişlikten sıyrılmalarına gayret ettiler. Dünyâ sevgisi ile katılaşan kalpler, onların te’sirli sözleri ile yumuşadı. Böylece an’anevî bağlarla birbirine kenetlenmiş, birlik ve beraberliğe kavuşmuş cemiyetler meydana geldi.


    Bunlardan başka İslâmiyet’in yayılmasında da bilfiil hizmet gören tarikat mensubu zâtlar, Anadolu,Afrika,Türkistan,Hindistan ve Mâla adalarına kadar gidip, yerli halkın lisanlarını öğrendiler, aralarına karışıp, İslâm’ı yaydılar. İslâm’ın yayılmasında hizmet veren böyle binlerce zâttan biri de Ebû İshak Kâzerûnî’dir (v. 426/1034). Çin, Hindistan, İran ve Anadolu’da İslâmiyet’in yayılmasında bütün gücü ile çalışan Kâzerûnî, kurduğu askerî birliklerle gazalar tertîb etti. Bu yüzden kendisine Şeyh-i Gâzî dendi. Yirmi dört bin yahûdî ve ateşperestin Müslüman olmasına vesîle oldu. Ayrıca gazaya çıkan ordulardan önce gidip fethe zemîn hazırlayacak faaliyetlerde bulundular. Ordu ile beraber gittiklerinde konuşmalarıyla askerin moralini ve maneviyâtını yükselttiler. Yine fethden sonra o beldenin gayr-i Müslim, halkını İslâmiyet’e ısındırmak için çalıştılar.


    Bunun içindir ki, İslâm, devletlerinde halîfeler ve sultanlar, âlimlere ve evliyaya dâima kıymet vermişlerdir. Ahmet Yeseviler (k.s),Abdulkadir Geylaniler(k.s),Ahmed er Rufailer(k.s)Muhammed Nakşibendiler(k.s),İmam-ı Gazaliler(k.s)Her birisi birere kutup yıldızı misali insanların hem dünyalarını hem de ahiretlerini aydınlatarak Hz. Muhammed Mustafa(s.a.v)in varisi olduğunu göstermişler, bugünde himmetleri devam etmektedir. Nitekim Büyük Selçuklu Devleti’nin kurucularından Çağrı ve Tuğrul Beyler, o sırada yaşayan Ebû Sa’îd Ebü’l-Hayr(k.s) hazretlerinin nasîhatını ve dualarını almayı ganîmet bilirlerdi. Bir defasında Ebû Sa’îd (rahmetullahi aleyh), Çağrı Bey’e şunları yazmıştı: “Allah’u Teâlâ, muzaffer pâdişâh Çağrı Bey’i himayesinde bulundursun, nefsine ve mahlûklara bırakmasın. Hep razı olduğu, beğendiği şeyleri nasîb eylesin. Sonu pişmanlık olan şeylerden muhafaza buyursun.”

    Tarikatların, Türkiye Selçuklu Devleti’nin ve Osmanlı Devletinin kuruluş ve sonraki dönemlerdeki hizmetleri aynen devam etmiştir. Cemiyetin manevî terbiyecileri olan tasavvuf büyükleri, gerek Selçuklu sultanları tarafından, gerekse Osmanlı Sultanları tarafından hüsnü kabul görmüşlerdir. Bu sebeble Necmeddîn-i Bağdadî (v. 607/m. 1210), Sultan İzzeddîn Selçukî’den (v. 617/1220); Şihâbüddîn Sühreverdî ve Behâeddîn Veled, Birinci Alâüddîn Keykubâd’dan çok hürmet görmüştür.

    On üçüncü asrın ortalarına doğru Konya’da Evhadüddîn Kirmânî, Muhyiddîn-i Arabî, Sadreddîn Konevî, Celâleddîn-i Rûmî, Mueyyedüddîn el-Cündî, Sa’deddîn Fergânî, Tokat’ta; Fahreddîn bin İbrahim Irakî (v. 689/1289), Kayseri ve Sivas’ta Necmeddîn Dâye (v. 654/ 1256),Seyyid Burhaneddin(k.s)gibi nice âlim veliler, Anadolu’daki birlik ve beraberliğin mîmârları olmuştur.

    Selçukluların son zamanlarında Moğol istilâsı ile devlet otoritesinin kalmadığı, cemiyet hayâtının karışık olduğu sırada, tarikat ve tasavvuf ehlinin nasîhatları; huzurunu kaybetmiş insanlara büyük bir teselli ve sükûn kaynağı olmuş,Tekkeler ve zaviyeler, birer huzurevi durumunda idi. Bunun yanında devlet otoritesinin te’mininde büyük faydaları oldu. Diğer taraftan bir kısım dervişler de Moğollar arasına girip, onları İslâm’a ısındırmak yahut hiç olmazsa zulümlerini en aza indirebilmenin mücadelesini veriyorlardı.


    Bilâhare, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük payı olan tarikat ve tasavvuf ehli, yükseliş dönemlerinde memleketin her tarafında hizmet verdiler. Şeyh Edebaliler, Hacı Bayramı Veliler, Akşemseddinler, Eşrefoğlu Rumiler, Molla Güraniler, Aziz Mahmut Hüdailer(k.s)v.s. Ancak son zamanlara doğru aynen bileşik kaplar misali devletin bütün kurumlarında olduğu gibi, gerileme bocalama çözülme, bozulma bu tarikatlarada sızdı, ehliyetsiz kimselerin murakabesine geçti. Böyle kimseler bu müesseselerin yanlış anlaşılmasına sebep oldular. Koskoca Çınarın devrilmesine, geride gözü yaşlı masum mazlum birçok Müslümanların perişan olmasına, vatanların işgaline, hürriyetlerinin ellerinden alınmasına esaret ve felaketlerinde sebebi olmuştur. Siyasi ahlaki askeri ekonomik çöküntü bütün kurumlarda kendini göstermiş, birçok İslam toprağı kâfirlerin pis çizmelerinin altında kirletilmiştir.

    Yaklaşık yüz seneden beri, büyük İslam âlimlerinin bildirdikleri bu hakiki tarikat ve tasavvuf yolları unutuldu. Tarikat ve tasavvuf adı altında birçok şeyler uyduruldu. Tekkelerde haramlar ve bid’atler işlendi. Dinde câhil olanlar kendilerini şeyh ve mürşid olarak tanıttı.
Nitekim Peygamber(s.a.v)varisi gerçek Allah dostları diyordu ki: “Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat İslâmiyet’e uymayan bir iş yapsa, keramet sahibiyim dese de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz?”

    Kur’an-ı Kerimde: “Ey İman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla(doğrularla) beraber olun.”(Tövbe Suresi,119)
Tarikata intisap etmiş bir mürit, bu uzun, çileli, tuzaklarla dolu yolda, her an şeytanın ve şeytanlaşmış asilerin tuzağına düşme tehlikesinden, heva ve heveslerinden kendini koruyabilmesi için, bu yolda yürürken yakıcı ve yırtıcı yaratıklara yem olmaması için, her an her dakika şeyhiyle, mürşidiyle gönül bağını kesmemesi gerekir. Çünkü yabancı olduğu bu yolda, nerde ne zaman ne ile karşılaşacağını bilemez. Onun için, ona bu yolda kılavuz olacak, elinden tutacak bir rehber, bir vesile lazımdır. Oda şeyhidir, mürşididir. Ondan kopmadan ancak hedefe ulaşabilir.


    "Buradaki sadıklarla beraber olma emri, mutlak ve daimî bir beraberliği ifâde eder. Beraberlik iki türlü olur: Hakiki ve hükmî beraberlik. Hakiki beraberlik sadıklarla aynı mecliste büyük bir kalp huzuru ile fizik ortamı paylaşmaktır. Hükmî beraberlik ise onlarla aynı mekânda olmanın imkânsız olduğu zamanlarda gıyabî olarak suret ve sîretlerini tahayyül etmek suretiyle fikrî, zihnî ve kalbî olarak beraber olmaktır."Sadıkînden murad “mürşidün” olduğu “Bahr-ul Hakayık” adlı tefsirde beyan buyurulmuştur.


    Cenab-ı Hakk, ehl-i imanı bu ayetle mükellef kılmış, Peygamber varisi olan bir mürşidi kâmilin maiyetinde bulunmalarını emir ve vacip kılmıştır.
Cenab-ı Hakk kullarına güç yetiremiyeceği şeyleri emretmemiş, sadıklarla beraber olmayı emretmiş, her dönemde sadıklarında bulunacağını bildirmiştir.
Mürşidle beraber olma hem cismani, hemde ruhani olur. Bunu rabıta ile izah edebiliriz. Muhabbet arttıkça rabıtanın kuvveti artar.

    Cenab-ı Hak: ”İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın”. Buyurur. (Maide Suresi,2)
Kişi için ne kadar maddi yardım gerekli ise de, mühim olan manevi yardımlaşmadır. Zira birincisi fani, ikincisi ise bakidir.
Bir mürşidi kâmilin, Rabbi tarafından gönül deryasına akıtılan ilahi feyzi, müridin kurumuş gönül bahçesine akıtıp, orada iman ağacının yeşermesine, dal-budak salmasına vesile olmaktan daha güzel bir yardım mı olur?
يَااَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَابْتَغُوا اِلَيْهِ الْوَس۪يلَةَ وَجَاهِدُوا ف۪ى سَب۪يلِه۪ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
    “Ey İman edenler! Allah’tan korkun ve Ona yaklaşmaya vesile arayın ve Onun yolunda savaşın. Ta ki muradınıza eresiniz..”(Maide Suresi,35) Ayeti kerimesinde geçen “vesile”, genel bir manada olmanın yanında Resulullah(s.a.v) ve onun manevi mirasçılarına duyulan muhabbet ve bağlılığı da ifade eder. Onların hem kavli hem de fiili sünnetlerine aynen ve onlarla birlikteymiş gibi uymak demek olan rabıta, Allah’a yaklaşmak için faziletli bir vesile olmuş olur. Dikkat edilirse, bu ayeti celilede takvanın yanında kurtuluş için birde vesile şartı getirilmiştir. Ulema vesileden maksad mürşidi kâmildir demiştir. Mürşidi kâmil her devirde, peygamber varisidir. Hz. Muhammed Mustafa(s.a.v)ya uymayanların kurtuluşu olmadığı gibi, onun varisine uymayanlarında kurtuluşu yoktur. Cenab-ı Hakk’a yaklaşmada en güzel vesile, Peygamber Efendimiz(s.a.v)dir. Hâl, fiil ve davranışlarıyla onun sünnetine uyan kemal sahibi kimseler de bir vesiledir. :
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْذُنُوبَكُمْ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يم
    “(Resulüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” buyurmuştur. (Âl-i İmran Suresi,31)

    Âyette geçen "ittibâ" görmekle olur. Görmenin de bir maddî, bir de manevî olanı vardır. Maddî görme basarla, manevî görme basîretle olur. Rabıta da manevî rü’yetten başka bir şey değildir. Mürşidine rabıta edenin şeyhinin bağlı bulunduğu silsile yoluyla Hz. Peygamber'i görmüş sayıldığı görüşü tasavvufta esastır.

    MÜRÎD NİÇİN ŞEYHE İHTİYAÇ DUYAR?
    Mürîd, tâlib, dervîş ve sâlik terimleri birbirine yakın anlamlar ifâde etmekle beraber aralarında daima dikkate alınması gereken bir takım nüanslara sahiptirler. Tasavvuf yoluna girme arzusunda olana tâlib, bu yola girene sâlik, ehl-i sülûk, mürîd, ehl-i irâde ve dervîş (fakîr) gibi isimler verilir. Tasavvuf yoluna girmemekle beraber sûfîliğe ilgi ve sevgi duyana muhip/sempatizan denir. Bu yola kimi yeni girmiştir, henüz işin başındadır. Bunlara mübtedî ve ehl-i bidâyet denir. Kimi yola girmiş, epey mesafe almıştır. Bunlara da mutavassıt denir. Müntehî, nihâyet ehli,vâsıl, ehl-i vuslât ise yolun sonuna varmış, Hakk’a ermiştir(vâsıl ilallah, eren, ermiş, Hak eren). Aslında tarik veya tarîkat denilen tasavvuf yoluna girilip yapılan yolculuk(sefer), yürüyüş (seyr), sonsuza yapılan yolculuk ve yürüyüş olduğundan süreklidir, nihâyeti de yoktur.


    Burada geçen bidâyet, nihâyet ve vuslat tâbirleri izâfî ıstılahlardır, maksadı anlamayı kolaylaştırmak için kullanılmaktadır. Hakk’a giden yola girmeye ve bu yolu tutmaya sülûk,bu yola girene ve bu yolu tutana da sâlik ve ehl-i sülük denir. Sâlik sefer hâlindeki yolcudur. Hakk’a vâsıl olmak için tutulan yolun bir takım durakları (makâmları,mevkıfları) ve konaklama yerleri (menzilleri) vardır. Bu makâm ve menzillerin sayısı da çoktur. Makam ve menzillerden her birinin kendine özgü belli bâzı özellikleri, nitelikleri, hükümleri ve bunların belli bâzı neticeleri (semereleri) vardır. Belli bir makâm ve menzilin hakkını tam olarak vermeden, gerekenlerini noksansız gerçekleştirmeden, bir sonraki makâm ve menzile geçilmez, yolculuğa devam edilemez. Bir makâm ve menzildeki hatâ ve noksanlık,o makâm ve menzilde düzeltilmeden yola devam edilecek olursa, bu hatâ ve noksanlık yolculuk süresinde sonuna kadar devam eder ve vuslat asla gerçekleşmez. Bu tür hatâ ve noksanlık bâzen yolda kalmaya,bâzen de yoldan çıkmaya sebep de olabilir. .(Süleyman Uludağ,Makaleler)

    TASAVVUF BİR YAŞAM TARZIDIR
    Bahsedilen sebeplerden dolayı tâlib bu yola, daha evvel bu yolda yürümüş, yolun zorluklarını, tehlikeli noktalarını, yoldaki haydutları, yol kesenleri ve yol azdıranları(şeytân ve nefs gibi) ve bunların hile ve oyunlarını bilen tecrübeli bir rehberin (delil-kılavuz) eşliğinde ve gözetiminde çıkar. Sülük esnasında kat ettiği mesafeye, ulaştığı makâm ve menzillere, karşılaştığı zorluklara ve engellere, edindiği deneyimlere göre sülûk ehli denilen mürîdlerin pek çok çeşitleri mevcuttur. Kimi bu yolda kalakalır, kimi duraklar, kimi yolda dökülür, kimi yorgun düşer, kimi yoldan döner, kimi yolu değiştirir, kimi yolu şaşırır, kimi yoldan azar, kimi yolunu kaybeder, kimi yoldan çıkar. Bütün bunlar yol yordam bilmeyen ve rehbersiz yola çıkanların karşılaştıkları tehlikeli durumlardır.

    Bu sebeple yola girmek isteyenlerin, yola girmeden önce bu konuları etraflı şekilde ve derinlemesine düşündükten ve kendilerini buna hazırladıktan sonra karar vermeleri gerekir, çünkü bu yolculuk cidden zor ve meşakkatli bir yolculuktur. Ferîdüddîn Attâr (ö.627/1229) bu yolun zorluklarını Mantıku’t-Tayr isimli eserinde anlatır. Tasavvuf bir ilim yolu olmaktan çok bir irfân ve mârifet yoludur, bir yaşam tarzıdır. Gaye ise iyi bir kul, kemâl sahibi fazîletli bir insan olmaktır.
Bu sebeple, bu yola girmek için âlim olmak şart değildir. Müslüman olmak şarttır.Abdest alıp namaz kılmaya, zarûrât-ı diniyyeyi bilmeye yetecek kadar din bilgisine sahip olmak, bu yola girmek için kâfîdir.

    Yeter ki tasavvuf yoluna girmek için uygun bir mizaç, bir meşrep ve yetenek, ayrıca kemâl sahibi fazîletli ve ârif bir mürşid bulunsun. Ancak İslâm ilimleri ve dünyanın içinde bulunduğu şartlar ve bir parçası oldukları toplumun hâlleri hakkında genel mâhiyette ve yeterli bilgilere sahip olmayanlar iyi bir sûfî ve mürîd olsalar bile mürşid ve rehber olamazlar.


    Bu sebeple onlara uyulmaz ve ilim konularında örnek de alınmazlar. “Şerîatın gereklerini yerine getir, bu sana yeter. Tarîkata gerek yok.” ifâdesi de izaha muhtaçtır. Esas itibariyle bu söz doğrudur, hiçbir kimse tarîkata girmek ve bir şeyhe bağlanmak zorunda değildir. Âmâ şeytanların cirit attığı, her şeyin nefis ve şehvete hizmet ettiği, kâfir ve münafıkların inancımızı ahlakımızı, birlik ve kardeşliğimizi, siyasi, ahlaki, ekonomik, kültürel saldırılarla bizi Hak’tan hakikatten, İslam’dan, Kur’an’dan, Hz. Muhammed Mustafa(s.a.v)nın yolundan ayırmak bizleri nesillerimizi Cehenneme doğru hızla sürüklerken, İslam’ın Kur’an’ın, Hz. Muhammed Mustafa’nın(s.a.v)yaşam şekli olan nefsini terbiyeden geçirip dünya ve ahiret dengesini kuran bu tasavvuf ve tarikat yoluna ancak ahmaklar, cahiller ve bilhassa da kafir ve münafıklar karşı çıkar. Takvayı esas alarak şer’î ve zâhirî hükümlere ihlâsla uyması mânevî kurtuluş için kula kâfîdir. Ama daha fazlasına talip olanın önüne engel çıkarmamak gerekir, gönüllü olarak bu yolu tatmak isteyenlere bu yol daima açıktır. Yûnus’un dediği gibi “Şerîat tarîkat yoldur varana/ Hakîkat mârifet ondan içeru”.Çıtayı yüksek tutmak isteyenlere, kendilerini daha fazla geliştirmek ve yetkinleştirmek isteyenlere bunu yapmayın, denemez.
Kur’an-ı Kerim’in Fatiha Suresi’nde geçen:”iyyâkenesteîn” (De ki;)Yalnız senden yardım isteriz.)mealindeki ayeti;”Allah’tan başkasından yardım istemek şirktir” şeklinde yorumlayanlar vardır. Bu yapılan yorum doğru mudur?


    Allah’u Teâlâ hayır ve şer, her şeyin yaratıcısıdır. O, bir şeyin olmasını dilemedikçe, hiç bir kimse dileyemez ve o iş oluşmaz. Nitekim bir ayeti kerimede Allah’u Teâlâ buyurur ki:“Ve mâ teşâûne en yeşâallâhu rabbul âlemîn.” (Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz.”)
“iyyâkenesteîn” ayetine o kimselerin verdikleri anlam (haşa) onların yorumu gibi olsaydı, onlar da müşrik durumunda olurlardı. Çünkü onlar da her gün birilerinden yardım istemektedirler. Allah’tan başka birinden yardım istemeyen bir Allah’ın kulu, var mıdır? Peygamberler dahi diğer insanlardan yardım istemişlerdir.
Kul, yardım etme hususunda vesiledir. Hakikatte o yardımı yaratan Allah’u Teâlâ’dır. Yusuf peygamber de, zindandan çıkan bir kimseden yardım isterken, bu bilinç içindeydi:”(Yusuf) Onlardan, kurtulacağını sandığı kimseye dedi ki; “Efendinin yanında beni zikret.” Ama şeytan onu efendisine hatırlatmayı unutturdu. (Yusuf böylece) Zindan da bir süre daha kaldı.” (Yusuf Suresi,42)


    ”Vaktaki İsa onlardan küfrü sezince: “Bana Allah için kim yardım edecek ”dedi. (Âl-i İmran Suresi,-52)
Bu ayet, İsa Peygamberin kâfirlere karşı Havarilerden yardım istediğini açıkca bildirmektedir.


    Bir gün Rasul-i Ekrem(s.a.v.) , Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (radıyallahu anhum) bir yere gittiler. Efendimiz(s.a.v):”Bana yardım edin” buyurdular.
Onlar: ”Sana nasıl yardım edelim” dediler. Efendimiz(s.a.v):”Abdest alıp namaz kılarak, sonrada “Ya Rabbi atamız Muhammed’e rahmet eyle ”diye dua ederek. Dedi. Bunun gibi, yardım istemek hususunda Peygamberimizin hayatında birçok misaller bulunmaktadır. Başkalarından yardım istemek şirk olsaydı, Allah’ın Rasulü ehl-i beytinden yardım ister miydi? Hâşâ.Ehl-i Sünnetin haricinde olan Mu’tezile Mezhebi ve Vehhabi Mezhebleri anlayışında; Allah’ın bir emri inkar edilmeyip sadece yapılmadığı halde,şirk sayılmaktadır. Bu bir şaşkınlık ve sapıklık anlayışı olduğundan, bizim memleketimiz de ki bu şaşkınların uyduları da, bunlardan daha da şaşkındır.


    Allah’ın peygamberleri vesîle ve vasıta kılması, insanlara ilahî mesajını canlı olarak göstermek içindir. İlahî hükümlerin uygulanabilirliğini fiilen göstermek ve insanlara “nûmune-i imtisâl” olmalarını sağlamak içindir. Peygamberler tebliğ ve irşad ile hidayetlerine vesîle oldukları ümmetlerinin örnek şahsiyetleri ve ahırette de şefaatçılarıdır. İnsan soyut konuları algılamakta zorlandığında bunları somut hale getirmiş peygamberler işi kolaylaştırmaktadır. Peygamber varisi ariflerin durumu da aynıdır.

    “Allah’ a, Rasûlü’ne ve sizden olan ülü’l-emre itaat edin!”( NisaSuresi, 59)ayet-i celîlesinde geçen “ülü’l-emr” birinci derecede Müslümanların yöneticileridir. Bu yöneticiler kavramının içine siyasî ve idarî otoriteyi temsil edenler girdiği gibi, manevî otoriteyi temsil edenler de girer. Çünkü onlar da insanlara manevî ve ruhî hayatlarını düzenleyecek tavsiyelerde bulunmakta ve rehberlikte bulunmaktadırlar. Hatta bir mürid, intisab ederken şeyhine itaat edeceğine ve onun tavsiyelerini tutacağına dair söz vermektedir.


    Hastalık sırasında doktor şifaya vesile kılınıp şirk olduğu söylenmezken bir mürşid-i kâmilin batını hastalıklara vesile kılınması neden şirk olarak yorumlanıyor? Cemaat ile namaz kılarken imam, cemaat ile Allah arasında vesile midir? Beş vakit namaz kılarken Kâbe’ye dönüyoruz. İbadet eden Kâbe’ye mi tapıyor. Beytullah taştan yapılmış içi boş bir bina. Cemaatle namaz kılarken imama uyuyoruz. Secde ettiğimizde imama mı tapıyoruz.?

    Hastalık sırasında doktor şifaya vesîle kılınmaktadır. Aslında şifayı verecek olan Allah’tır. Ama Allah’u Teâlâ her şeyi bir sebebe bağlı olarak halk ettiği için şifayı da tedavîye bağlı kılmıştır. Tedavi, mualece; yani sadece ilaçlanmak demek değildir. Dua ve telkin de bunun kapsamına girer. Maddi hastalıkların olduğu gibi manevî hastalıkların da tedavisini verecek; hastayı hidayetle manevi şifaya kavuşturacak olan Allah’tır. Mürşid veya tabîb-i manevînin doğrudan yapabileceği hiçbir şey yoktur. O sadece aracıdır. Onun himmeti, şifa arayan müsterşidin gayretleri, Cenab-ı Hakk’ın inayetine mazhar olduğu zaman hidayet ve şifaya dönüşür. Maddî hastalıklar ile manevî hastalıkların tedavî ve şifa bakımından birbirine benzeyen yanları çoktur. Her ikisinin de doktoru ve ilacı vardır. Her ikisinde de “Şâfî” Allah’tır. Önemli olan kalplerdeki niyetlerdir. Hasta tedaviyi doktordan görmez, Allah’tan görürse o takdirde şirk kokusu ve korkusu maddî hastalıkta da, manevî hastalıkta da söz konusu olmaz.

    Ebubekir TANRIKULU Hoca
    Kadiriyyei Halisiyyei Hayriyyenin
    Hadimül Fukarası


Etiketler: Tarikat ve Mürid, Tarikat nedir, mürid nedir, mürid kimdir, şeyh, tarikatların hikayesi, tasavvuf, Osmanlı'da tasavvuf ve tarikat | Mekteb-i Derviş

Not: HTML'e dönüştürülmez!
    Kötü           İyi
Benzer Konular