TARİKATLA İLGİLİ MESELELER ÜZERİNE SORULAR CEVAPLAR
Tarikat nedir? Ne zaman ortaya çıkmıştır?
Tarikat yol demektir. Fıkhî ve itikâdî konularda meydana gelen fırkalara mezheb denildiği gibi, tasavvufi eğitimde farklı metodlar uygulayan mekteblere tarikat denilir. Tarikatlar insanlardaki meşreb farklılığından kaynaklanır. Tasavvufta tarikat kavramının kullanılması h. III. ve IV. Asırlarda başlar. Ancak bugünkü anlamıyla bir şeyhin etrafında toplanan müridânın tekke ortamında muhtelif usullerle eğitilmesi anlamına tarikat, Abdülkadir Geylânî (k.s) ve Ahmed Rifâî (k.s)'nin yaşadığı h. VI. m. XII. Asırlarda ortaya çıkmıştır. Tarikatlar irşâd usullerine göre genellikle üçlü bir tasnifetabi tutulmuştur: Ahyâr, ebrâr ve şuttâr.
Ahyâr tarîki: Amel ve ibadete düşkün olanların yoludur. Bu yolun sâlikleri genellikle farzlar ve nafile ibâdetlerle Hakk'a ulaşmaya çalışırlar. Bu yola ruhanî yol da denilir. Çünkü bu yolda ruhun nafile ibâdetlerle güçlenip nefsi etkisi altına alması esastır.
Ebrâr tariki: Riyâzat ve mücâhede yoludur. Bu yola nefsânî tarik da denilir. Çünkü amaç riyâzat ve mücâhede ile nefsi zaafa uğratıp onun ruha ram olmasını sağlamaktır. Bu yolun yolcuları Hakk ile muamelede de halk ile muamelede de sıdk üzredirler. Gönül saflığına ermek için mücâhedeyi esas alırlar.
Şuttâr tariki: Aşk ve muhabbet ehlinin yoludur. Bu yola aşk, vecd ve coşku ile girilir. Aşk ile ülfeti olmayan bu tarîka sülük edemez. Bu yolun yolcuları Bâyezid gibi coşkulu, taşkın, Mevlânâ gibi âşık insanlardır.
Tarikata girmek isteyene verilecek öğütler nelerdir?
Tarikata girmek isteyen kişi önce bu konudaki niyyetinin sağlamlığını tartmalıdır. Niyyetinin sağlamlığını anladıktan sonra yukarıda anlatılan tariklardan hangisinin kendi fıtratına uygun olduğuna bakıp gönlünün ısındığı bir mürşid aramalıdır. Bulunca hemen istişare ve istihare ile sağlam bir kanaat oluştuktan sonra intisab etmelidir. Çünkü tarikata intisabda manevî bir taahhüd ve sözleşme yapıldığından bir daha bu verilen söze bağlı kalmaya ve alınan ders ve evradı yerine getirmeye özen gösterilmelidir.
Zâhirî ilim erbâbının illâ tarikata girmesi gerekir mi?
Böyle kesin bir kural yoktur. Ancak tasavvuf ile zahiri ilim birbirini bütünleyen şeylerdir. Zahir ve bâtın konusuyla ilgili bazı meseleler hakkında ileride “Tasavvufi Bilgi Meseleleri" bahsinde açıklamalar verilecektir. İlim erbabının manevi kemâli tamamlamak üzere ahlâkî ve manevî açıdan kendisinden üstün gördüğü birine intisab etmesinde yarar vardır. Çünkü sadece ilim, ruhî itmînan için yeterli değildir. Ayrıca bir mürşide intisab eden ilim adamı, kendisinden üstün birinin varlığını kabul etmek suretiyle nefsinin önemli bir direncini kırmış sayılır. İnsanın bir şeyi sadece öğrenmesi yetmez; bir de öğrendiğinin nasıl yapılacağını öğrenmek gerekir. Bunun yolu, bu işi gerçekleştirmiş birinin eğitiminden geçmektir. Kur'an ve diğer kitaplarla birlikte bir de onların uygulayacısı bir peygamberin gönderilmesi insan tabiatında bulunan görerek ve uygulayarak öğrenme meylinden kaynaklanmaktadır. İnsanoğlu soyut (mücerred) konu ve kavramlarla hükümleri, somut (müşahhas) şeyler kadar rahat kavrayamaz. Bu yüzden örneğe ihtiyâcı olur.
Bütün bunlara rağmen bir tarikata girmek istemeyen ilim adamım illâ girmesini gerektirecek bir hüküm olmadığını tekrarlayalım. Çünkü bu iş gönül ve sevgi meselesidir.
Ümmînin, fıkıh öğrenmeden tasavvufa girmesi caiz midir?
Avamdan insanların okuma yazma bilmeyen kimselerin tarikata girmelerinde hiçbir mahzur yoktur. Ancak böyle bir manevi ihitiyac hisseden kişi önce ilmihalini öğrenmeli, ondan sonra tasavvuf ve tarikatın emirlerini yerine getirmelidir. Zaten müteşerri tarikatlarda müridin intisabından sonra fıkhî bilgilerini artırmak için bir tavsiyede bulunulur. Hattâ eskiden tekkelerde bu anlamda dersler okutulurdu. Bugün tekke ortamı olmadığınagöre şeyhler ve görevlendireceği kişiler, ihvana zarûrât-ı dîniyyeyi öğretmelidirler. Din, temel bilgiler olmadan sağlıklı biçimde yaşanamaz.
Tarikatların farklı isim almaları neden kaynaklanmaktadır? Kaç tane hak tarikat vardır? Bugün bu tarikatların devamı var mıdır?
Tarikatlar genellikle kurucularının adlarıyla anılmaktadır. Bazıları ise öne çıkardığı bazı temel prensipler sebebiyle o adı almıştır. Meselâ Halvetiyye tarikatı eğitim sisteminde kırk günlük "halvet" konusuna, Celvetiyye tarikatı halvetin zıddı; halkın arasında bulunmak anlamına gelen "celvet" konusuna önem verdiği için bu adla anılmıştır. Bir tarikat, ya da meşreb olduğu tartışmalı olan Melâmiyye ise "melâmet"i öne çıkaran bir meslek ve tarikattır. Melâmet, nefsi levm etmek ve kınamak demektir.
İnsanın övülecek ve takdire lâyık görülecek meziyetlerini gizleyip halkın kınamasına fırsat vermek için hata ve kusurlarını gizleme lüzumu görmemesidir. Bu sayede nefsin marazlarından kurtulmak ve onun gizli bir takım tutkularına prim vermemek amaçlanır. Çünkü nefs insanların takdir ve alkışlarına çabucak kanar.
Tasavvufta "Allah'a giden yollar mahlûkatın nefesleri sayısıncadır." anlayışı sebebiyle tarikat sayısında bir sınırlama yoktur. Hattâ "tarikat insanların sayısınca değil, nefesleri sayısıncadır." denmiştir. Çünkü insan her an, içinde bulunduğu tecellîye göre ayrı bir biçimde Allah'a yaklaşabilir.
Tarikatların hangilerinin hak, hangilerinin bâtıl olduklarını isimlendirerek tesbit mümkün değildir. Ancak bunun için bir kural koymak en sağlam yoldur: "İtikadı bakımdan kitap ve sünnete bağlı, ehl-i sünnet ve'1-cemaat anlayışını benimseyen, ibâdet ve muamelâtta İslâm'ın temel esaslarını uygulayan ve manevi bir silsileye sahip mürşidler tarafından temsil edilen tarikatlar hak tarikatlardır." Tarihte bu anaçizgiden koptuğu kabul edilen başlıca tarikatlar arasında Kalenderîlik, Hayderîlik ve bazı dönemlerde Bektaşîlik sayılabilir. Kadiriyye, Rifâiyye, Şâziliyye, Nakşbendiyye, Kübreviyye, Halvetiyye, Sühreverdiyye, Yeseviyye, Mevleviyye, Bedeviyye, Desûkıyye, Bayrâmiyye, Celvetiyye ve benzeri diğer tarikatlar tarih boyunca etkinliği olan önemli tarikatlardır. Bunlardan Kadiriyye, Rifâiyye, Şâziliyye, Nakşbendiyye, Halvetiyye, Desûkıyye ve Bedeviyye Mısır, Kuzey Afrika, Kafkaslar ve Balkanlarla ülkemizde kısmen devam etmektedir. Bektaşilik Arnavutluk, Makedonya ve Türkiye'de yaşayan tarikatlar arasında sayılabilir. Tarikatların devlet kontrolünde sistematik bir biçimde devam ettiği ülkelerin başında Mısır gelir.
Kişilerin dînî noktada istenilen yere gelmeden tarikata girmesine nasıl bakıyorsunuz? Sizce her insan istediği zaman tarikata girebilir mi?
"Kişilerin dînî noktadan istenilen yere gelmesi" tabiri ile kasdettiğiniz bilgi seviyesi ise, elbette zaruri bilgiler öğrenilmelidir. Ancak bundan İslâm'ı yaşamak kasdediliyorsa bir önceki soruda bu konudaki düşüncelerimizi belirtmiştik. Kişi ruhen ve manen kendisini hazır hissettiği zaman tarikata girebilir. Buna mani bir hüküm yoktur. Önemli olan kalben hazır olmaktır. Tasavvuf ve tarikatı hiyerarşik bir yükseliş sonucu varılan bir nokta gibi görmemek gerekir. Çünkü tasavvufun içinde hiyerarşik bir yapılanma varsa bile, giriş için böyle bir şart söz konusu değildir. İnsan istediği zaman tarikata girebilir.
Çeşitli tarikatların durumlarını geçmişteki uygulamalarıyla kıyaslar mısınız? Sizce tarikatların şu anki mensupları kendi tarikatlarının özünü yeterince kavrayabiliyorlar mı?
Tarikatların şu anki durumlarını geçmişteki uygulamaları ile karşılaştırdığımız zaman elbette farklılıklar olduğu görülecektir. Bir kere belli ülkelerde tarikat ve tekkelerin devlet eliyle kapanması, bazılarında da yayın yoluyla etki alanının daraltılması sistemde bir takım boşlukların meydana gelmesi sonucunu doğurmuştur. Halk arasında bir söz var: "Marifet iltifata tabidir. Müşterisiz meta zayidir." Tarikatların devlet eliyle kapatılması ve etkisinin azaltılması bu müesseselerin gelişmesini engellemiştir. Nasıl bir memlekette kırk yıl tıp fakülteleri kapanınca ortada doktor kalmazsa, bugün aynı şey tekkelerin başına gelmiştir. Ancak doktorluk bir ihtiyaç olduğundan nasıl halk bu ihtiyacı ehliyetine bakmadan muhtelif yollardan karşılamaya çalışırsa, tarikatlarda da kısmen aynı şey olmuştur. Tasavvufi sistem kendi bütünlüğü içinde işlemeyince insanlar bu fıtri meyli tatmin için kimi zaman ehliyetine bakmadan bu adla ortaya çıkan insanların etrafında toplanmışlardır. Bu yüzden tarikat adına, nezaheti içinde faaliyet gösterenler bulunduğu gibi, bu işe ehil olmayan; hatta istismarcı konumunda bulunanlar da vardır. Ülkemizde pek çok tarikatın silsilesi fiilen sona ermiştir. Devam edenleri de bir takım eksikler taşımaktadır. Ama eksik ve kusur var diye müesseseleri red yerine, süreci içinde ıslah yollarını aramak en güzel çözümdür. Tasavvuf nazariyatının üniversitelerimizde okunup bir takım ilmi araştırmaların yapılması ve bu konuda sevindirici bir takım yayınların mevcudiyeti, bu kurumların istikbali açısından iyi işaretler vermektedir. Sorunuzun ikinci kısmındaki "şu anki tarikat mensuplarının kendi tarikatlarının özlerini yeterince anlayıp anlamamaları" meselesine gelince, az da olsa tarikatlarının özünü anlayan ve tasavvuf yolunun verilerinden yararlanmaya çalışan tarikatlar var. Ama bu işin bilincinden mahrum, hatta bunu bir gösteri statüsünde görenler de az değil.
Ehl-i tasavvufun bugün hangi gayr-i muslim ülkelerde faaliyetleri vardır ve bunlar hangi müslüman ülkelerden gitmektedir?
Ehl-i tasavvufun İslâm'ı tanıtma konusunda en canlı biçimde faaliyet gösterdikleri ülkelerin başında Fransa, İspanya, İngiltere ve Amerika gelmektedir. Bu ülkelere genellikle Kuzey Afrika'dan; Cezayir ve Mısır'dan tasavvuf ehli kimseler ulaşmaktadır. Amerika ve Kanada'da faaliyet gösteren tarikat zümreleri arasında Mısır, Pakistan ve Kuzey Afrika menşelilerin dışında az da olsa Türkiye'den gidenler de vardır.
İslâmiyetin tarikat ve tekkeler vesilesiyle yayıldığı bir gerçektir. Günümüzde Avrupa ve benzeri ülkelerde bu nasıl gerçekleştirilebilir?
Tarikat ve tekkelerin İslâm'ın yaşanması ve korunmasında olduğu kadar yayılmasında da son derece etkili olduğu bugün herkesçe kabul edilen bir gerçektir. Özellikle gayr-i muslim diyarlarda; İslâm mücâhidlerinin ulaşamadığı yerlerde tekke ve dergâhlar açan tarik mensupları İslâm'ın yayılması konusunda çok etkili olmuştur. Bugün insanlığın yeniden din ile tanışma arzusuna düştüğü yüzyılımızda insanları İslâmla tanıştırmak için tarikat mensubu dervişlerin faaliyetlerine çok ihtiyaç vardır. Bunun en güzel yolu bir meslek ve iş adamı statüsündeki gönül ehli kişilerin gidecekleri yörelerin dillerini öğrenerek feragatle çalışmaları ve bölge insanlarına ulaşmalarıdır. Bugün Batı insanının en önemli sıkıntısı ferdiyetçiliğin ortaya çıkardığı yalnızlıktır. Herkes "ben" ve birey merkezli düşünüp yaşadığı için buralarda İslâmın "îsâr ve paylaşım" anlayışı son derece etkili olmaktadır.
Batı'da ve Ortaasya ülkelerinde din açlığı gözle görülür noktadadır. İslâmın hoşgörü ve kardeşlik ilkesi son derece ilgi uyandırmaktadır. Bunun için müslümanların maddi ve manevi bir fedakârlığa soyunması ve bu anlamda tebliğ gurupları oluşturması gerekmektedir. Oralarda tebliğ ve davet faaliyeti yaparken bunun bir mesleki faaliyetle içice yürütülmesi daha etkili ve yararlı olur. İnsani yardım türü maddi katkılar etkiyi daha da artırır. Bugün bunun ters örneklerini Endonezya'da görmekteyiz. 200 milyon civarındaki nüfusunun % 90'ı müslüman olan bu ülkenin insanları, açlık sebebiyle hıristiyanlaşma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Azerbaycan'da, Kırgızistan'da ve Kırım'da misyonerle Krişnalar kol gezmektedir. Bizim elimizde tasavvuf ve tarikat gibi denenmiş ve sonuç alınmış müessese varken bundan yararlanmamak gerçekten acı verici. Bir de Suudi Arabistan gibi bazı ülkelerden gelen kişilerin tasavvuf ve tarikatlar aleyhine yaptıkları menfi propagandalar işin cabası. Bugün dil bilen ve dini iyi anlatabilecek derviş gönüllü insanların Doğu'da ve Batı'da yapabileceği çok hizmetler var. Müslümanların bu konuda altyapı oluşturup faaliyete geçmeleri gerekir. Hele son yıllarda istemesek de Türkiye'nin Avrupa Birliğine üyelik sürecine girmiş olması iyi değerlendirilirse İslâmın tanıtılmasına ve yayılmasına yarayacak bir ortama dönüştürülebilir. Tasavvufun irşad fonksiyonundan burada da yararlanmak mümkündür.
Bugün tasavvııfî cemaatlerde görülen sarık, cübbe ve sakalın hizmette bir engel olduğu konusundaki düşünceleriniz nelerdir?
Tasavvuf insanları nıeşreb farklılığına göre eğiten bir kurumdur. Bu yüzden tasavvuf gurupları arasında sosyal olaylara bakışta olduğu gibi, kılık kıyafette de anlayış farklılıkları vardır. İlk devir sûfilerinin tâc ve hırka merakı aynı yüzyıllarda "melâmet" meşrebine sahip bir takım insanların tepkisini doğurmuştur. Melâmet meşrebine mensûb olanlar, sûfilerin kisvelerine mukabil bilinmezliği ve nefsi kınamayı öne çıkarmışlar, ihlâsa ermekten çok, riyadan kurtulmayı prensip edinmişlerdir. Kılık kıyafet ve kisvenin halkın takdir ve tebcilini çekip nefse pay çıkarılabileceğini düşünerek kisve üzerinde duranlara karşı çıkmışlardır. Bununla birlikte tasavvuf ve tarikat guruplarının kendilerini tanıtan bir bakıma bir üniforma gibi tarikatlara ve tekkelere göre değişen taç ve hırka tabir edilen kisveleri de olmuştur. Binâenaleyh kisve ve sakal konusunu öne çıkarırken ve bu konuya karşı çıkarken önemli olan niyyettir. Bu işin bir ortayolunu bulmak gerekir. Sakal, sarık ve cübbenin sünnet oluşu gerçeğini unutmamalı ve iki gurup da tavır ve davranışlarındaki ölçüsüzlükler ile birbirlerini rahatsız etmemeli ve birbirinden rahatsız olmamalıdır. Sakallı müslümanlar, illâ sakal diye tutturup sakalsızları taciz etmemeli, sakalsızlar da onların hallerinden şikâyetçi olup "bunların bu hali müslümanlara zarar veriyor" diye düşünmemelidir. Çünkü her gurubun kendine göre hitâb edip etkili olacağı bir çevre ve gurup vardır. Gruplar birbirleriyle uğraşmayı bırakıp hizmete yönelmelidir.
Gerçekten ehl-i tasavvuf olan bir müminle, tasavvufla hiç alâkası olmayan bir mü'minin arasında ma'nevî derece bakımından fark nedir?
Gerçekten ehl-i tasavvuf olan bir müminle tasavvufla hiç alâkası olmayan müminin arasındaki manevi derece farkını Allah nezdindeki derecesi açısından soruyorsanız, o konuda kullar olarak bizim birşey söyleyebilmemiz mümkün değildir. Ama kişinin içinde bulunduğu manevi duygular ve huzur ile iç dünyasını koruma açısından soruyorsanız o zaman bir takım şeyler söylenebilir. Kişileri tasavvuf ve tarikata girmeye sevkeden sebep genellikle İslâm'ı daha iyi yaşama kaygısıdır. Tarikata giren kimse, tevbe ile Allah'a kul olmaya çalışacağını bir Allah dostu önünde tescil ediyor. Elbette böyle bir sözleşme insanı avarelik ve başıboşluktan kurtarır. Çünkü insan kendi kendine verdiği sözlere genellikle pek uymaz. Ama birini şahid tutarak verilen söz daha bağlayıcıdır. Mürşidiyle zaman zaman görüşerek evrad ve ezkârı ile manevi halleri hakkında bilgi verecek olan ehl-i tarik, en azından kontrollü hareket etmeye alışacaktır. İnsanın şu veya bu şekilde bir manevî kontrol mekanizması ile hayatını murakabe altına alması mümkün olmadığı zaman, yaşadığı çevrenin etkisiyle dînî ve manevî duyarlılığının kaybolduğu görülmektedir. Hayatın zorlukları ve olayların insanda bıraktığı izleri izâle etme ve bir takım dış etkilere karşı direnme gücü kazanmada bir şeyhe bağlı olan, diğerlerine göre daha şanslıdır. Çünkü sıkıntısını paylaşacağı bir mürşidi ve ihvanı vardır. Tasavvufta eğitimin sürekliliği esastır. İnsanlar inandığı gibi yaşamaya teşvik edilir. Çünkü inandığı gibi yaşamayan insanlar zamanla yaşadıklarını benimsemeye ve yaşadıklarına inanmaya başlarlar. Pekçok hassasiyetlerini kaybederler.
Bedîuzzaman hazretleri "üveysi" olarak yaşamıştır. Onun gerçek şakirdleri de bilerek veya bilmeyerek "üveysî-meşreb" midirler?
Bedîuzzaman'm "üveysîliği" meselesine geçmeden önce üveysîliğin ne olduğunu söyleyelim: "Üveysîlik bir mürşidden, görüşmeden manevi yolla; rüya tarikıyla feyzalmaktır." Hz. Peygamber devrine yetiştiği halde O'nunla görüşme şerefine eremediği için sahâbî unvanını alamayan Üveys Karenî'ye nisbetle ortaya çıkmış bir kavramdır. Daha sonra mürşidini görmeden manevi yolla feyzalanlara bu zâtın adına nisbetle "üveysî" denmiştir. Bedîuzzaman'm hangi mürşidle, manevi yolla görüşüp bu unvanıaldığım bilemiyorum. Ancak kendisinin tasavvuf ve tarikata uzak olmadığı hatta bazı şeyhlerden tarikat dersi aldığı bilinmaktedir. Meselâ yaşadığı devirde "meclis-i meşâyıh" reisliği yapmış M.Es'ad Erbilî, onun intisâb ettiği kişilerdendir.Prof Ahmed Akgündüzün yaptığı bir çalışmada Kadiri tarikatına mensup olduğu soy itibariylede Peygamber (s.a.v) Efendimize ulaştığını belirtir. Üveysîlik kavramının özel anlamı dikkate alındığında bütün Risâle-i nur şâkirdlerini üveysî saymak mümkün değildir.
Bedîuzzaman Risaleler'inde tasavvufu bir meyva; tasavvuf ehli ise Ankara'dan İstanbul'a gitmek için bir vasıta olarak tanımlıyor ve bu zaman da kişinin mutlaka bir yere bağlanması gerektiğim savunuyor. Ne dersiniz?
Bedîuzzaman'm tarikatı meyva, tarîkat erbabının ise tarikatı maksada götüren yol olarak görmesi birbiriyle çelişkili değildir. Sadece bakış açılarının farklılığından kaynaklanan yorumlardır. Bilindiği gibi tasavvufun iki boyutu vardır. Bunlardan biri tahalluk; yani eğitim ve terbiye, diğeri tahakkuk; yani ma'rifet ve bilgidir. Tarik erbabı tasavvufun eğitim boyutuna bakarak onu mutlak hakikata götüren bir araç olarak görmektedir. Bedîuzzaman ise Tasavvufun tahakkuk tarafına; marifet ve bilgi tarafına bakarak onu meyva olarak değerlendirmektedir. Çünkü tasavvufun gayesi. İnsanı gerçeğe erdirmek ve marifet meyvasına ulaştırmaktır.
Bir cemaat: "Artık tarikat zamanı değildir. İmanı kurtarma zamanıdır." diyerek tarikat ve tasavvufa karşı çıkıyor. Neler söylersiniz?
Bu sözün söylendiği zamanki dünya şartları son derece önemlidir. Bu söz XX. yüzyılın ilk yarısında söylenmiştir. Bilindiği gibi, XIX. yüzyıl ve XX. yüzyılın ilk yarısı pozitivist ve materyalist düşüncenin egemen olduğu yıllardır. Pozitivizm ve materyalizm bu yüzyılın insanlarına, insanlığın ulaştığı son nokta olarak takdim edilmiş, din ve metafizik düşünce adetâ öcü olarak gösterilmiştir. Doğu Avrupa ülkelerinde komünizm, Batı Avrupa ülkelerinde materyalizm, insanlığı ateizme sürüklemiş ve insanoğlu Allah'ın evinden kaçmıştır.
Bizim ülkemiz de XIX. yüzyıldan itibaren bu rüzgârların etkisi altında kalarak ateizmin eşiğine kadar gelmiştir. Din, devlet eliyle toplum hayatının dışına itilmiş, dine ve dindarlara adetâ ölümünü bekleyen vebalı hasta gözüyle bakılmıştır. İnananların böylesine horlandığı bir ortamda elbette yapılacak tek şey insanların imanlarını kurtarmaktır. Tekke ve tarikatların bile kapatılıp hizmetten men'edildiği bir ortamda insanlara götürülebilecek en önemli din hizmeti, imandır. Böyle zamanda en kutsal dâva, imanı kurtarma davasıdır. Aslında o devrin eli kalem tutan sûfî müelliflerinin yaptığı da o istikamettedir. Nitekim İsmail Fennî Ertuğrul gibi sûfî bir müellif Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlali, Hakikat Nurları ve Küçük Kitapta Büyük Mevzular adlı eserleriyle; Filibeli Ahmed Hilmi, Maddiyyûn Meslekinin Dalâleti adlı eseriyle buna çalışmıştır.
Tasavvuf, İslâmî hayatın zirve noktasıdır. İmanın ihsan kıvamında yaşanmasıdır. İmanın tehlikede olduğu bir dönemde böyle bir sözü, özellikle genç ve entellektüeller için son derece makul görmek gerekir. O günün öncelikli konusu iman idi. Ama bugün bütün dünyada yeniden dine ve İslâm'a dönüşün hızlandığı bir dönemde tasavvuf ve tarikatların önemini görmezden gelip karşı çıkmak yanlış olur. Bu görüşün sahipleri tasavvufa karşı değillerdi. Yaşadıkları dönemin öncelikli konusunun tasavvuf olmadığı inancındaydılar. Onlar bugün yaşasaydı, gelişen şartlar çerçevesinde tasavvuf öncelikli hizmetlere ağırlık vereceğini sanıyorum. Nitekim bugün geniş kitlelere ulaşma imkânı bulan âlim hocalarımız yazılarında tasavvuf öncelikli konulara ağırlık verdiği görülmekte, çevresindeki gençlere de tasavvuf öncelikli tavsiyelerde bulunduğu duyulmaktadır. Bu bakımdan bu sözü söylendiği devir için doğru ve geçerli görmekle birlikte, bugün için geçerli olmadığını düşünüyorum.
“Bütün tarikatların sonu, Nakşibendiyyenin başıdır” sözünün tefsiri nedir?
Bu söz, Nakşbendiyye'nin diğer tarikatlara üstünlüğü iddiasından çok diğer tarikatların eğitim sistemi ile bu tarikatın eğitim sisteminin farklılığını vurgulamaktadır. İmam-ı Rabbânî'nin Mektûbât'mın muhtelif yerlerindedeğişik açıklamalarla zikredilen bu söz, tarikat gayretiyle diğer tarik mensuplarını aşağılamak amacıyla söylenmiş bir söz değildir. (Mektûbât, c. I. 66.Mektup; c. II. 23. Mektup)
Nakşbendiyye ruhanî bir tarikattır. Diğer tarikatların aşağı yukarı tamamı nefsânî yolu izler. Ruhanî tarikat, özelliği gereği, işin başında nefsânî tarikatlarda işin sonunda tadılabilecek bir marifet tadı vermektedir. Nefsânî tarikatlarda nefsin etkisini azaltmak amacıyla riyazat ve mücahede usulü uygulanır. Seyr u sülûkün tamamlanmasından sonra riyazat sona erdiğinden yeme ve içmedeki tahdidkalkar. Nakşbendilikte ise nefsânî tarikatlar ölçüsünde riyazat olmadığından salik işin başından beri yemekle ilgili bir riyazata tabi tutulmaz. Diğer tarikatlarda riyazat ve mücâhededen sonragerçekleşen sohbet, Nakşbendîlerin yolunun ilk esasıdır. Dolayısıyla diğer tarikatların sonda geldiği nokta onda başlangıçtan itibaren vardır. Diğer tarikatların başından sonuna uyguladıkları cehri zikir, Nakşîlikte sadece başlangıç halinde bulunur. Binâenaleyh bu sözü mensubiyet gayretiyle söylenmiş bir mutlak üstünlük olarak değil, metod farklılığı olarak görmek gerekir.
Nakşbendiyye'de Allah'a vasıl olmanın en kısa yolu nedir?
Nakşbendiyye tarikatında Allah'a vâsıl olmanın en kısa yolu sohbet, hizmet ve rabıta olarak özetlenebilir. Sahabîleri yetiştiren Allah Rasûlü'nün sohbetidir. Bu sebeple Şâh-ı Nakşbend hazretleri: "Tarîk-ı mâ der-sohbet est" Bizim yolumuzun esası sohbettir, buyurarak Nakşîlikte mürşid ile sohbetin önem ve yetiştiriciliğine dikkat çekmiştir. Sohbet, mürşidin huzurunda olmaktır. Rabıta ise kalben mürşidle beraber olmak ve gönüldeki sevgi ile ona benzemeye çalışmaktır. Hizmet ise Allah'ın kullarına yapılır. Beşeri ilişkilerinde bu duyguları gerçekleştiren bir sûfî, hafi zikir ve nafile ibâdetler sayesinde ihsan duygusuna erecek bir olgunluğa erişerek vuslatı gerçekleştirmiş olur. Çünkü ihsan vuslat ve maiyyet demektir. Tabii bunların gerçekleşmesi için sâlikin letâifini zâkir hale getirmesi, ardından zikr-i sultanî ve murakabe dersleriyle Kur'an'da anlatılan biçimde Allah’u Teâlâ'yı murakabe ve kendisininin Hakk'ın murakabesi altında olduğu bilincine varması gerekir. Bütün bunlar nazari olarak değil tatbiki olarak ehliyetli bir mürşidden öğrenilir. Ayrıca Şâh-ı Nakşbend hazretlerinin şöyle bir sözü nakledilir: "Bize göre namaz ve oruç Allah'a götüren yol olmakla birlikte en kısa ve en kestirme yol "nefy-i vücûd"dur. Nefy-i vücûd bedenî ve beşerî ihtiyaçların Allah'ı unutturmasından kurtulmak demektir. Bu gerçekleşmeden yalnızca namaz, oruç, gaflet ve nisyanı giderecek derecede vuslata yetmez."( Fetâvâ-yı Ömeriyye Tercemesi, s. 15)
Hangi tarikat, hangi meşrebdekilere daha uygundur? Bunu tesbit etmenin en kestirme yolu nedir?
Tarikatların meşreplere göre farklılık arzettiğini daha önce de belirtmiştik. Meselâ cehrî zikri esas alan tarikatlar ile hafi zikri benimseyen tarikatların müntesiplerinin farklı karakter yapısında kişiler olacağı açıktır. Cehrî zikri esas alan tarikatlar, dışa dönük taşkın yapılı insanların karakterlerine daha uygundur. Hafi zikri esas alan tarikatlar ise ruhi derinliği daha fazla olan, içe dönük ve hassas yapıya sahip kişilere daha uygundur. Bununla birlikte bu konuda kesin bir kural vaz'etmek mümkün değildir. Bu işin en kestirme yolu intisab etmeden önce kişilerin tarikat ve mürşidleri görüp onlarla bir süre ülfet etmeleridir. Çünkü her tarikat ve şeyhte tecelliler ayrı ayrıdır. Bu ülfet ve görüşme insana meşrep uygunluğu konusunda fikir verir.
Müteşerri bir tarikata girip: "Feyz alamadım?" diye başka tarikata geçmek doğru mu? Feyz alamamak kendimizle mi, yoksa tarikatla mı alâkalı?
Mürşid hekim gibi olduğundan onun verdiği reçete uygulanmalıdır. Reçete uygulandığı halde hastalık tedavi edilmeyince nasıl bir başka doktora başvurmak gayet tabii ise, manevi reçetesi uygulanan ve sonuç alınamayan bir tabîb-i mürşidi bırakıp diğerine geçmek caizdir. Ancak ayran gönüllü davranıp bir ona bir buna koşmak ve hele hele tavsiyelerini tutmadan "feyz alamadım, istifâde edemedim" demek ve şeyh değiştirmeye kalkışmak uygun olmaz. Bu tür sözler insanın kendi kendini kandırması olur.
Etiketler: Tarikatla İlgili Meseleler Üzerine Soru Cevaplar, Tasavvuf, Tarikat, Mekteb-i Derviş