TASAVVUF VE TASAVVUFİ HAYATLA İLGİLİ SORULAR
Sağlam bir tasavvuf çizgisinde hangi özellikler bulunmalıdır?
Bu sorunun tasavvuf konusundaki belirsizlikleri gidermek amacıyla sorulduğu anlaşılmaktadır. Bugün tasavvuf konusunda sapla saman birbirine karıştığı, şeyhlerin sahtesi ile gerçeği yaygın bir biçimde her yanda bulunduğu için bunları birbirinden tefrik etmek zordur. Bunların doğrularını tanımak için bir takım ölçülere ihtiyaç vardır. İşte o ölçüler şunlardır:
a- Ehil-i sünnet ve ve'1-cemaat çizgisinde sağlam bir inanç,
b- Kitap ve sünnete uygun derin bir ibâdet hayatı (sâlih amel).
c- Düzgün bir muamelât,
d- Muhammedi bir ahlâk.
Tasavvuf bu ölçüler içinde şu özellikleri de taşır:
a- Tasavvuf manevi tecrübe ile anlaşılan hal ilmidir,
b- Tasavvufi bilginin konusu ma'rifetullah'tır,
c. Tasavvuf tatbiki bir ilim olduğundan mürşid vasıtasıyla öğrenilir,
d- Tasavvuf kitaptan okuyarak öğrenilebilecek bir ilim değildir, çünkü tecrübîdir.
e- Tasavvufun bilgi kaynağı felsefe ve kelâm gibi akılla sınırlı değildir. İlham ve keşf de bilgi kaynağı kabul edilir.
f- Tasavvufi eğitim tarikat denilen özel yollarla kat'edilir.
el-Lüma' müellifi sûfîlerin sahtesini hakikisinden ayırmak için şöyle bir ölçü koyar:
1- Haramlardan kaçınmak,
2- Farzları îfâ etmek,
3- Dünyayı ehl-i dünyaya bırakıp dünya-perest olmamak.
Tasavvufun muhteva açısından mertebeleri nelerdir?
Tasavvufun tahalluk ve tahakkuk olmak üzere iki mertebesi; yani boyutu vardır. Tahalluk, tasavvufun eğitim boyutudur. Tasavvufi hayat, tarikat, manevi makamlar, seyr u sülük ve âdâb gibi konuları kapsar. Tahakkuk ise tasavvufun ma'rifet, işaret ve bilgi boyutudur. Bu da insanın ma'nevî eğitim sayesinde ahlâk ve takva açısından yükselişi ve Allah'a yaklaşması sonucu kâinattaki bazı ilâhî sırlara âid elde ettiği bilgilerdir. Nitekim Kur'an'daki: “Allah'tan korkun Allah size öğretsin.”( el-Bakara, 282)Âyeti takvanın bir takım manevî bilgilere erme vesilesi olduğuna işaret etmektedir.
Bir kudsî hadisteki: “Kulum bana nafilelerle yaklaşmaya devam eder. Hatta ben onun gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı... olurum”( Buharı, Rikak, 38) ibareleri, kulluk ve nafile ibâdet ile insanın kâinattaki ilâhî kudretin etkisini anlamaya başlayacağını anlatmaktadır. Aslında ehl-i sünnet inancına göre bütün insanların fiillerinin gerçek mutasarrıf ve halikı Allah'tır. Ancak insanlar gözlerindeki dünya ve mâsivâ perdesi sebebiyle bunu görememektedir. Yani bir başka ifade ile herkesin gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı Allah'tır. Çünkü bütün fiillerde yaratıcı O'dur. İnsanlar bu gerçeği nafile ibâdetlerle Hakk'ın sevgilisi olacak konuma geldikleri zaman farkedebilirler. Kur'an'da Allah'ın, kulların fiillerini kendine izafe etmesi bundandır. Nitekim "Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı.” buyrulur. (el-Enfâl, 17)“Bildikleriyle amel edene Allah bilmediklerini öğretir.”( Hilyetü'l-evliyâ, X, 15) hadisinde de aynı konuya işaret edilmektedir.
Tasavvufun bu iki özeliği tasavvufî hayat ve tasavvufî düşünce olmak üzere iki mertebenin meydana gelmesini sağlamıştır. Bunların ikisi de birbirine bağlı olmakla birlikte; aslolan kulluğa yardımcı tasavvufî hayattır.
"Tasavvuf, tefsir, hadis ve fıkıh ilmi gibi bir ilimdir" deniyor. Tefsir İbn Abbas ile; hadis, hadis rivayet eden bir çok sahâbî ile; fıkıh yine fakih sahabîler ile Peygamberimiz zamanından bu yana sabit ilimlerdir. Ama Peygamberimiz ve hulefâ-i râşidin döneminde tasavvufun isminden bile bahsedilmemiştir, ne dersiniz?
Evet tasavvuf, İslâmî ilimler mozaiğinin bir parçasıdır. Nasıl tefsir, hadis ve fıkıh asr-ı saadette var olan bir ilim ise tasavvuf da muhtevası itibarıyla öyledir. Çünkü İslâm'ın ihsan boyutunu, îmanın îkan yani yakînî bir kıvamda yaşanmasını sağlayan tasavvuftur. Kur'an'da bahsi geçen takva, zikir, huşu, tevbe ve rızâ gibi kalb amellerinin nasıl gerçekleşeceğini Kur'an ve sünnetten alıp tatbiki olarak öğreten zâhidlerdir, sûfîlerdir. Tasavvufun asr-ı saadetteki adı belki zühddür, ihsandır, rabbânîliktir ama; tasavvuf öz ve muhtevâ itibarıyla o gün de vardı. Büyük sahâbîlerden herbirinin tasavvufta belli özellikleriyle imam ve önder oldukları görülecektir.
Günümüzde tasavvufun içine pek çok hurafeler karışarak bozulduğu örülmektedir. Özellikle menkıbeler konusunda sıkıntılar var. Net bir tasavvuf ortaya konmuyor? Bu konuda neler yapılabilir?
Bu soruda herhalde tasavvufun bozulup gerilediğine işaret edilmek istenmektedir. Aslında İslâmî ilimler ve sosyal kurumlar bileşik kaplar gibidir. Birinin yükselmesi ve diğerlerinin yerinde sayması veya birinin seviyesinin düşüp diğerlerinin yukarda kalması mümkün değildir. İslâm dünyasında gerileme ve çözülme başlayınca bütün ilimler ve kurumlar bundan nasibini almıştır. Medrese, tekke ve ordu üçlüsünün oluşturduğu sosyal müesseseler birbiriyle ahenkli biçimde çalıştıkları, birbirlerini rakip görüp dışlamadıkları zamanlar yüksek seviyede hizmet vermişlerdir. Bu müesseseler birbirini bütünleyen özelliklerini kaybedip rekabetle birbirini yıpratmaya başlayınca genel bir gerileme başlamıştır. Tekke ve tasavvufi kurumların parlaklığını kaybettiği dönemde, medrese veya ordunun hâlâ parlak hizmetler verdiğini söylemek mümkün değildir. Bu itibarla gerileme ve çözülme bütün kurumlarda birlikte yaşanmıştır.
Günümüzde tasavvufi hayatın içinde bulunduğu öne sürülen bid'at ve hurafeler aslında İslâm toplumunun ortak problemidir. Tasavvuf, ya da başka İslâmî çevrelerde görülen bir takım bid'at ve hurafelerin temel sebebi bilgi eksikliğidir. Çünkü bugün insanlarda manevi hayata ilgi, bilginin çok önündedir. Bu ilgiyi doyurup iyiye kanalize edecek gerekli kurumlar olmadığı ve dini bilgilenmede problemler olduğu için insanlar din adına çoğu zaman hurafelere takılıp kalmaktadır. Hurafe ve bid'atin tek sebebi vardır o da cehalettir. Ehl-i sünnet çizgisinde müteşerri ve cehaletten kurtulmayı görev sayan tarikatler hurafelerle mücâdele etmektedir. Nitekim XIX. yüzyılda başta Nakşbendiyye'nin Hâlidiyye kolu olmak üzere pek çok tarikat, ilim ve medrese çevrelerinin de desteğiyle bir tecdid, yenilenme ve ıslahat hareketi başlatmışlardır.
Menkıbelerle ilgili sıkıntılara gelince işe önce menkıbenin ne olduğundan başlayalım. Menkıbe (doğrusu menkabe) lügatte övünülecek fazilet, hüner ve meziyet demektir. Istılahta ise peygamberler, sahâbîler, tarihî şahsiyetler, mezheb imamları ve sûfîlerin övülecek fazilet ve meziyetlerini anlatan rivayetler, demektir. Kur'an'da geçmiş peygamberlere ve ümmetlerine âid bir takım kıssaların yer alması, hadislerde de böyle rivayetlerin bulunması "kıssacılık" diye bir mesleğin meydana gelmesini sağlamıştır. Kıssacılara "kussâs" denilir. Halk kıssalardan hoşlandığı için bunlar, vaaz ve irşâdda bir eğitim aracı olarak kullanılmıştır. Sûfîler başlangıçtan beri bu tür kıssalardan oluşan, peygamberler, sahâbîler ve ilk devir sûfîlerinin kıssa ve menâkıbını yazılı ve sözlü olarak nakledegelmişlerdir. Tabiî, bir meslek hâline gelen bu alanda halk muhayyilesinin de katkılarıyla zaman zaman abartılı rivayetler de gündeme gelmiş, hattâ zamanla işin özünü ve nasihat değerini ihmâl eden bazıları, sadece kıssa ve menkıbe yazıp nakletmeyi ve olağanüstü bir takım olaylardan bahsetmeyi daha önemli görür olmuştur. Halbuki kıssa ve menkıbelerde gaye, okuyan ve dinleyenlere bir mesaj ve öğüt vermektir. Bu gayeye uygun olarak yazılan ve anlatılan menkıbelerin yararlı olduğunda şüphe yoktur. Tayy-ı zaman ve tayy-ı mekân gibi bir takım olağanüstülüklerin bulunduğu keramet ve menkıbeleri, halkın kahramanlık duygularını tatmine yarayan şeyler olarak görüyorum. Kesikbaş hikayeleriyle savaşta orduya yardım eden yeşil sarıklı velilere bu gözle bakılmalıdır. Bugünün materyalist ve pozitivist dünyasında îcâd edilen süpermen filmlerinde verilmek istenen nedir? Seyircinin gizli kalmış bir takım macera, kahramanlık ve intikam duygularını tatmin değil mi? Herhalde menkıbelerde de böyle bir etki bulunduğu için çokça tutulmuştur. Nasıl bir kurgubilim filmini gerçek sanmak yanlış ise, menkıbelerde anlatılan bazı şeyleri de böyle doğrudan dinin temel esası sanmak ve öyle sunup algılamak da yanlıştır. Bugün Batı'da ruh hastalıklarının tedavisinde sûfî menkıbelerinin kullanıldığına ilişkin bir takım yayınlar göze çarpmaktadır. Bu da bize bunların bir takım fonksiyonlar icra edebilecek önemini göstermektedir. Önemli olan sap-saman ile dânenin birbirine karışmamasıdır. Bugün gerek menkıbeleri nakledenler, gerekse okuyup dinleyenler, zaman zaman anahedefi şaşırdıklarından problemler doğmaktadır. Yerine göre kullanılır ve dînî bir nass gibi görülmezse menkıbelerin de yararlı olabileceğinde şüphe yoktur.
İslâmî ilimlerin hepsinde meydana gelen canlanma, yenilenme tasavvuf muhitlerinde de görülmektedir. Ancak nasıl fıkıh, tefsir ve hadiste bugün müslümanlar dün oldukları seviyeyi henüz yakalayamamışlarsa tasavvufta da yakalayamamışlardır. Kaldı ki tasavuf bir ilim olduğu kadar manevî ve ruhî bir hayattır. Bu yüzden bu konudaki gelişmeler daha çok zamana ihtiyaç göstermektedir. Bu konuda neler yapılabileceği konusunda şunları söyleyebiliriz. Önce tasavvufun ilim boyutu tasavvuf klâsikleri denilen Kuşeyrî Risalesi, İhya, Kutü'l-kulûb, el-Lüma', et-Taarruf ve Keşfu'l-mahcûb gibi müteşerri kaynaklar ile tasavvufi düşünce ürünü klâsik eserlerden yararlanılarak ortaya konmalıdır. Ardından tasavvufun eğitim yönü demek olan seyr u sülûk boyutu, işi tezgâhtarlığa vardırmayan liyakatli ve şeriata merbut mürşidlerce hem yazılı eserler, hem de fiilî örneklerle takdim edilmelidir. Böyle bir ortamın gerçekleşmesinden sonra belli bir süreç içinde mutlaka gelişmeler olacaktır. İslâmın hukuk sistemi bile henüz bugünün ihtiyaçlarına cevap verecek bir biçimde tam olarak ortaya konulamamış ve bununla ilgili gerekli ve yeterli çalışmalar yapılamamışken bütün eksiklik ve kusur sadece tasavvufta imiş gibi önyargılı davranmak haksızlık olur diye düşünüyorum.
İslâm'ı tasavvuf, cihad ve nur gibi ekol ve fırkalara ayırmak acz ifadesi değil midir?
Bu soruyu soran kardeşimiz herhalde bugün ülkemizdeki tasavvufa; tarikat ve Risâle-i Nur adıyla anılan cemaatlara ve bazı İslâm ülkelerindeki tanzîm-i cihâd gibi bir takım kuruluşlara bakarak bu soruyu sormuş olmalıdır. Bugün ülkemizde ve diğer İslâm ülkelerinde bulunan İslâmî cemâat ve fırkalar bir arayış içindedirler. İmamesi kopmuş tesbih taneleri gibi dağılan müslümanları yeniden toparlamaya çalışmakta; zor bir dönemden geçen insanımızın yeniden toparlanışına katkıda bulunmaktadır. Farklı yapıdaki bu cemaatlar, birbirleriyle uğraşmadığı ve önündeki hizmet plânına göre birşeyler yaptığı sürece faydalıdırlar. Hatta onların farklı gruplar hâlindeki hizmetleri kendilerini hizmet yarışına sürükleyen bir motivasyondur. Allah’u Teâlâ: "Siz hayır işlerinde yarışın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getiririr.” buyurmaktadır. (el-Bakara, 148)
Her grup birbiriyle çekişmeden hayır yarışına girince Allah, onları bir araya getirecektir. Dolayısıyla bu tür grupları bir hizmet dağılımı gibi görmek gerekir. Çünkü her grubun meşreb ve meslekine göre hizmet önceliği vardır. Bu da toplumda değişik konuların değişik gruplarca ele alınmasını sağlamakta; dolayısıyla İslâm toplumunun inşâsına katkıda bulunmaktadır. Ayrıca guruplar arası iç çekişme genellikle dış mücâdeleye güç olmadığı zamanlarda olur. Dış düşmanlarla mücâdele edebilecek bir kıvama gelen İslâmî topluluklar zâten çekişmez.
Tasavvuf alanında zaman zaman görülen bozulma çizgisinin nedenleri nelerdir? Tasavvufta otokontrol mekanizması var mıdır? Nasıl işler?
Bütün bilim dallarında ve kurumlarda olduğu gibi tasavvufta da zaman zaman asıldan uzaklaşmalar ve bir takım sapmalar olmuştur. Bozulmanın temel sebebi liyakatsizlik ve cehalettir. Babadan oğula intikal eden şeyhlik anlayışı, liyakatsiz ve ehliyetsiz kimselerin kolayca şeyhlik makamına oturmalarını sağlamış, bu da tabiî olarak bozulma sürecini hızlandırmıştır. Önceleri tasavvuf! Eğitim için belli bir dînî altyapı sağlanır, ondan sonra tarikata girilirdi. Önce, tekke ve medrese arasındaki soğukluk bu yapıyı belli bir biçimde menfi olarak etkiledi. Ardından ehliyet ve liyâkatine bakılmadan şeyh çocukları tekkelere şeyh olmaya başladılar. Liyakatsizlikler sonucunda yanlışlık hızla artmaya başladı.
Tasavvuf ve tarikatlerin iki otokontrol mekanizması vardı. Bunlardan biri tekkelerin kendi içinde seyr u sülük ile işleyen ve sâdece hilâfet alanlara irşâd imkânı sağlayan mekanizma. Özellikle büyük merkez tekkeler kendilerine bağlı taşra tekkelerine halifeler gönderir, meydana gelebilecek şikâyetlere göre bu kişilerin azl ve tayinleri için meşihat ve saltanat makamına arızalar takdim ederlerdi. Yetki ve sorumluluk âsitâne tabir edilen merkez tekkelerde olurdu. Teftiş ve murakabe de onlar tarafından yapılırdı.
İkinci otokontrol sistemi ise sosyal kontrol mekanizması olan halkın ve tarikat bağlılarının tepkisi ve kontrolü idi. Bütün sosyal kurumlarda olduğu gibi tekkelerde de bu mekanizma son derece önemliydi. Halkın eğitim düzeyinin yüksek olduğu dönemlerde etkili bir biçimde çalışır ve ehil olmayan kimselerin işbaşına gelmesini önlerdi. Ama halkın eğitim düzeyi gerileyince bu mekanizmanın etkisi de azaldı. Tekkelerin kendi içindeki otokontrol mekanizmasının zaafa uğraması ve halkın şikâyetleri, yöneticileri bir takım ıslah çalışmaları ile bu mekanizmaya işlerlik kazandırmaya yönlendirmiştir. Nitekim II. Abdülhamid Han tarafından kurdurulan "Meclis-i meşâyıh"ın amacı otokontrol sistemini daha sağlıklı bir biçimde hayata geçirmekti. Bu amacı gerçekleştirmek için bir takım çalışmalar yapılmış ve tekke şeyhlerinin dini ve tasavvufi eğitimleri için belli esaslar vaz'edilerek icazet zorunluluğu getirilmiştir.
Osmanlı sultanlarının tasavvuf anlayışları nasıldı?
Osmanlı sultanları genelde iyi bir devlet adamı olmanın yanısıra gönül dünyası zengin deryâ-dil insanlardı. Amaçları kuru bir cihangirlik kavgası değildi. Dışa yansıyan atak ve savaşçı kişiliklerinin derinliğinde içli bir ruh dünyaları vardı. Bu özellikleri onların tasavvuf, edebiyat ve şiirle de ilgilenmelerinde etkili olmuştu. Devlete adını veren Osman Gazi'den itibaren son padişaha kadar, genelinde bu özellikleri görmek mümkündür. Osman Gazi'nin bir ahî şeyhi olan Şeyh Edebâlî'nin kızı ile evlenmiş olması belki bu yakınlığın en bariz ve ilk örneğidir. Osmanlı, altıyüz yıl yaşayacak olan muhteşem imparatorluğun temellerini ordu, medrese ve tekke üzerine bina etmiştir. İlk medrese kurucusu Dursun Fakih ve Dâvud Kayseri gibi kimselerle ilk şeyhülislâm Molla Fenârî'nin tekke menşeli insanlar olması, Osmanlı'da tekke-medrese ilişkisini göstermesi bakımından önemlidir. Orhan Gazi'nin Geyikli Baba ve Abdal Murâd gibi sûfîlere saygı duyması, I. Murâd'ın bizzat ahî şeyhi olması ve ardından gelen hemen bütün sultanların bir tarikat şeyhine yakın olmaya özen göstermesi, sultanların tasavvufi yaklaşımını gösterir. Ordunun kuruluşunda bir tarikat piri olan Hacı Bektaş Veli'nin adı ve duâsıyla teberrük etmeleri de önemli bir noktadır.
Tasavvufî hayat ferdî olarak yaşanamaz mı?
Bu soruyla iki şey kasdedilmiş olabilir. Birincisi evrad ve ezkârıyla, riyâzat ve mücâhedesiyle, seyr u sülük ve tarikatıyla tasavvufun ferdî olarak yaşanıp yaşanamıyacağı; ikincisi kişinin kendi başına kitap ve sünnete uygun bir kulluk yapıp yapamayacağıdır. Öğrenmek başka, uygulamak ve yaşamak başka şeylerdir. Tasavvuf öğrenileni yaşamayı fiilî olarak öğreten bir eğitim kurumudur. Eğitimde güçlü şahsiyetlerin başkalarını etkileyerek kendi boyası ile boyaması sözkonusudur. Çünkü terbiye, olgunlaşmış şahsiyetlerin, insanın eksik ve ham tarafları üzerinde yaptığı olumlu etkidir. Türkçe'deki: "Kır atın yanında duran ya huyundan, ya suyundan" sözü bu etkileşimigösterir.
Birinci şekliyle; yani tasavvufun seyr u sülük ve tarikatıyla ferdî olarak yaşanması mümkün değildir. Çünkü bu eğitim sisteminin amacı bir mürebbî ve mürşidi gerekli kılmaktadır. Bütün uygulamalı ilimlerde olduğu gibi tasavvufi terbiyede de üstada ihtiyaç vardır. Bu konuda şeyh ve mürşide âid meselelerde daha ayrıntılı bilgiler verilecek.
İkinci şekliyle; yani insanın kendi kendine kitap ve sünnete göre kulluk yapması elbette mümkündür. Eldeki yazılı bilgilerden yararlanarak insan iyi bir müslüman olabilir. Ancak birlikteliğin heyecan ve coşkusu daha farklıdır.
Tekke, camiin fonksiyonunu yerine getirebilir mi? Tekke, camiinasr-ı saadetteki fonksiyonlarını kaybetmesi yüzünden mi doğmuştur?
Bilindiği gibi cami, asr-ı saadette bir mabed olmanın yanısıra pekçok sosyal hizmetin icra edildiği bir merkezdi. Cami bir istişare, öğretim ve eğitim yeriydi. Çünkü hem devlet başkanı, hem ilmî otoritenin sahibi, hem de manevî otoritenin temsilcisi olan Allah Rasûlü'nün yeri, cami idi. Allah Rasûlü'nden sonra otoriteler ayrılınca her otorite için ayrı mekân zarureti hâsıl oldu. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v)'in yerine geçen halîfeler onun bütün otoritelerini değil, sadece siyâsî otoritesini temsil ettiği için böyle bir durum ortaya çıktı. Bununla birlikte tekkenin de medresenin de ilk merkezi camidir. Öğretim için medreseler, eğitim için tekkeler, askerî hizmetler için ribat ve ordugâhlar kurulmuştur. Bu müesseselerin hiçbiri diğerinin alternatifi değildir. Bu yüzden tekkenin camiin yerini tutması ve onun bütün fonksiyonlarını yerine getirmesi mümkün değildir.
Tekke, Mescid-i Nebevi örneğindeki suffeden (sofa) alınmıştır. Nasıl mescidin sofasında yatıp kalkan ashâb-ı suffe, Allah Rasûlü'nün devamlı talebeleri idiyse, aynı şekilde tekkelerin derviş hücrelerinde barınan müridler de tekke şeyhlerinin eğitiminden geçen talebeleridir. Tekkeyi camiin asr-ı sadetteki fonksiyonlarını kaybetmiş olmasından ortaya çıkmış bir kurum olarak görmek yerine, onun hizmetlerini paylaşan bir kurum olarak görmek gerekir. Çünkü tekke, farklı karakter yapısına sahip insanların birbirine yakın olanlarını eğitmektedir. Cami ise mezhep, meslek ve meşrepleri ne olursa olsun, bütün müslümanlara mabed görevi yapmaktadır. Ayrıca tekkelerde mûsikî, semâ, riyâzat, mücâhede ve halvet türü özel eğitim yöntemleri uygulanmaktadır. Bu da cami ile tekke ortamlarının farklı olmasını gerekli kılmıştır.
Bazı tarikatlar ilme, bazıları kisveye, bazıları keramete, bazıları nazara, bazıları çalgıya önem vermektedir. Bu yaşantı ve ilgi alanlarının farklılık sebebi nedir? Bu karmaşa içerisinde doğrunun ölçüsü nedir?
Bugünkü müslümanların hâline bakıp müslümanlık hakkında hüküm vermek nasıl yanlış bir yargı olursa, bugün toplumumuzda yaygın görüntülerin bakıp tasavvuf hakkında söz söylemek de aynı şekilde yanlış olur. Gerçek tasavvuf elbette, bugün çok bölük pörçük yaşanan tasavvuf değildir. Ya da bir başka ifâde ile bazı grupların öne çıkmış bir takım özelliklerini tasavvufun bütünü için bir yargı vesilesi yapmak yanlıştır. Aslında bu soruların cevabı asırlar önce verilmiş ve tasavvufun asıl gayesi ortaya konmuştur. Bakınız Yûnus ne diyor:
Dervişlik olaydı tâc ile hırka
Biz dahi alırdık otuza kırka
İlim ilim bilmektir - İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin - Bu nice okumaktır.
Tasavvuf insanlara önce kendini, sonra Rabbını tanıma (ma'rifet) yolunu gösterir. Farklı özelliklerinin ortaya çıkması biraz da mürşid ve müntesiplerinin farklı karakter yapısından kaynaklanmaktadır. Çünkü yukarıda sayılanlardan hiçbiri tek başına tasavvuf değildir. Ancak sûfiler bir eğitim aracı olarak yerine göre mûsikîden de nazardan da istifâde etmişlerdir. Bugün modern pedagojide insanın karşısındaki ile göz iletişimi kurmasının önemi kabul ediliyor. Göz ile kulak yüksek duyu organları sayılıyor. Bu iki duyu organının diğerlerine göre eğitimde çok daha etkili olduğu tesbit edilmiş bulunmaktadır.
Nazar bir göz iletişimidir. Musiki de kulak aracılığı ile kalbe ulaşma yoludur. Mutasavvıfların derdi bellidir. Gönüllere "Elest bezmi"nde verdikleri sözü hatırlatmak. Bunun için, hangi aracı bulurlarsa kullanmışlardır. Aslında amaç olarak tasavvufta ne kisvenin, ne kerametin, ne nazarın, ne de güzel sesle söylenen mûsikî ve ilâhînin bir kıymet-i harbiyyesi vardır. Çünkü amaç kulluktur, ihsandır, rabbânîliktir. Rabbânîlik söz konusu olunca da sadece bilgininde çok önemi yoktur. Bilgi amelle, amel ihlâsla, ihlâs ihsan ve îsâr ile beslendiği zaman anlam kazanır. Bugün bu konuda görülen eksiklik, tasavvufun değil, ferdlerin eksiklik ve kusurudur. Bunu tasavvufun geneline fatura etmek haksızlık olur.
Günümüzün bozuk şartlarında, herşeyin nefse ve şehvete hitâb ettiği bir zamanda sadece tasavvuf yeterli olur mu?
Günümüzde, her şeyin nefs ve şehvete hitâb ettiği bir ortamda tasavvufa belki her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Ancak îslâmî ilimleri birbirinin alternatifi olarak görüp birini diğerinin yerine ikame etmek anlayışı yanlıştır. Çünkü her türlü ilimden arınmış "sırf tasavvuf" diye birşeyden söz edilemez. Tasavvuf fıkıhla, hadisle, tefsirle ve diğer İslâmî ilimlerle birlikte vardır. Bunlar birbirini bütünleyen ilimlerdir. Bunlardansadece birisi ve birkaçını alıp diğerlerini almamak eksiklik olur. Zâten sûfîler de bunu bildiklerinden eserlerine ve yollarına diğer ilimlere âid bilgiler de koymuşlardır. Burada muhtelif kimselere nisbetle rivayet edilen şöyle bir sözü hatırlatmakta yarar vardır: "Fıkıhsız bir tasavvuf zındıklığa, tasavvufsuz bir fıkıh fâsıklığa götürür. Fıkıh ve tasavvuf, zahir ve bâtın beraber olunca tahkik ilmi meydana gelir." Ahmed Rifâi (k.s) der ki:"Tarikat, ayn-ı şeriat, şeriat ayn-ı tarikattır. Aralarındaki fark lâfızlardan ibarettir." (el-Burhânü'1-müeyyed, Ma'rifet Yolu, s. 134.)
İlmiye sınıfı tarikatlara itiraz ediyor veya soğuk bakıyor. Avam hemen teslim oluyor ve mesafe kat'ediyor? Sebeb ve hikmeti ne olabilir?
İlmiyye sınıfının tasavvuf ve tarikatlara bütünüyle soğuk baktığını söyleyemeyiz. Evet, erbâb-ı ilim arasında tasavvuf ve tarikatlara karşı çıkanlar vardır. Ancak bunlardan her birinin tasavvufa karşı çıkış sebebi farklıdır:
a- Bir grup tasavvufun ihtiva ve telkin ettiği hususları kabul etmekle birlikte tasavvuf gruplarında kendilerince gördükleri bir takım hatalar ile varlık ve âlem konusundaki vahdet- i vücûd ve vahdet-i şühûd gibi farklı düşünceler sebebiyle tasavvufa karşı çıkmakta; bazı grup ya da kişilerde gördükleri eksik ve hataları genellemektedirler.
b- Diğer bir grup ise ilmin insana verdiği güven, kendini beğenme ve kıskançlık duygusu ile tasavvuf ve tarikatlara karşı çıkmaktadır. "Benim bu kadar ilmim ve şu kadar eserim var, halk niçin benim değil de falan şeyh efendinin etrafında toplanıyor", diye düşünmektedirler.
Aslında olaylara bakışta öncelikler son derece önemlidir. Mes'eleye kalbî hayat önceliği açısından bakanlar, tasavvufun ruhî bir derinlik gerektirdiğini farkederek öğrenmekle, yaşamak ve hazz almanın başka başka şeyler olduğunun farkına varmaktadır. Tasavvuf konusunda yanlış yargıların oluşmasında iki tarafın da kusuru vardır. Sûfiler yollarında bulunabilecek eksik ve kusurları tashihe gayret göstermeli, ilim erbabı da bir takım sûfiyye gruplarında gördükleri eksik ve yanlışları genelleştirmeyi bırakmalıdır. İki grup da kendini diğerinin alternatifi olarak görmekten vaz geçmelidir.
Yönelişleri kalbî hayat öncelikli avamdan insanlar, herhangi bir iddia sahibi olmadıkları için daha kolay teslim oluyor ve daha çabuk tevbeye yöneliyorlar. İlim ehli kişiler ve din hizmetlileri ise: "Nasıl olsa biz bir dînî hayatın içindeyiz, üstelik bu işin ilmini yaptık, okuduk ve okutuyoruz" düşüncesiyle hareket ederek böyle bir bağa lüzum görmemektedirler.
Tasavvufta zulmânî perdelerden nûrânî perdelere; gafletten zikre ermek için ne yapmak gerekir? Gönüldeki manevi temizlik nasıl yapılır?
Tasavvufta "hicâb" adıyla anılan ve kulun Allah ile yakınlığına engel olan perdeler genellikle zulmânî ve nûrânî hicâb olmak üzere iki adla anılır. Zulmânî hicâb, beden kaynaklı; tenle ilgili maddî perdelere denir. Nûrânî hicâb ise ruh kaynaklı hicâbdır. İnsan ruhu "Ben Âdem’in yaratılışını tamamladığım zaman ona ruhumdan üfürdüm.”( el-Hıcr, 29)âyet-i kerimesinin ifâdesine göre ilâhî menşelidir. İnsan ruhu ten kafesine girdikten sonra maddî ve zulmânî bir hicâb ile perdelenmiştir. İnsanın hamurunda "anâsır-ıerbaa" denilen toprak, su, hava ve ateşten oluşan dört unsur vardır. Bunlardan toprakla su, zulmânî özelliğe sahiptir. Et ve kemikten meydana gelen insan vücûdunun temel unsuru toprak ve sudur. Bu yüzden tasavvufta zulmânî hicâb sayılan bedenin ve bedenî ihtiyaçların riyâzat ve mücâhede ile inceltilmesi gerekir.
Mücâhede ve riyâzat, bedenin ruhî ihtiyaçların önüne geçen taleplerini önlemede insana bağışıklık ve irâde gücü kazandırır. Çünkü bedenin zulmânî perdeleri tensel ihtiyaçların iradî kontrolü ile incelir. Bu sayede ruhun beden üzerindeki etkisi artarak zulmânî perdelerin ruhanî perdelere dönüşmesi sağlanır. Farzların yanısıra yapılan nafile ibâdet ve zikirler, ruhanî perdelerin incelmesini ve böylece ilâhî vuslatın gerçekleşmesini; kulun "Allah'ı görürmüşcesine kulluk şuuruna ermesi" ni sağlar. Kalb zâkir hâle gelince gaflet asgarî seviyeye düşer. "Maıyyet-i ilâhiyye" gerçekleştiği için gönüldeki manevî temizlik tahakkuk eder. Kulun gönlünde "ilâhî emirlere ta'zim ve yaratıklara şefkat duygusu" yerleşir.
Herhangi bir tarikatta gördüğümüz yanlış bir tavrı "Şüphelilerden kaçınmak" ilkesi çerçevesinde terk mi edeceğiz, yoksa kabul mü?
Tarikata girmeden önce mürşid aramak ve gönlün ısınacağı bir mürşid ve şer'î ölçüleri kollayan bir tarikat bulmaya özen göstermek ilk görevdir. Önemli olan bu aşamada, karar vermeden önce istişare ve istiharelerle bir gönül doygunluğuna ermektir. Eğer başlangıçtaki araştırma faslı sağlam olursa bundan sonra vesvese az olur ve yanlış yollara girme endişesi olmaz. Ancak bununla birlikte daha önce de temas ettiğimiz gibi, haramları helâl, helâlleri haram sayan ve farzları bile işlemekten geri duran bir şeyhin bu türhata ve kusurları elbette ondan uzaklaşmayı ve yenisini aramayı gerekli kılar. Ama insanlar ve gruplar arasında farz ve haram gibi kat'î olarak bilinen şer'î ahkâmın dışında sosyal hayatla ilgili konularda farklı düşünce ve tavırların bulunması tabiidir. Bunları cemaattan uzaklaşma sebebi haline getirmek uygun olmaz. Ayrıca kusur arama saplantısından kurtulmak gerekir. Zaten sevgi olan ortamda kusur aranmaz. Kusur aramaya başlayan kişilerde sevgi azalmış demektir. Böyle olunca da mürşidinden istifadesi zorlaşır, hattâ imkânsızlaşır. Böyle zamanlarda gitmek, kalmaktan her ikitaraf için, daha iyidir.
Dört hak mezhebin imamlarının tasavvufla ilişkisi ne idi? Onların bu husustaki görüşlerinden bahseder misiniz? Bir de bu konuda "Numan'ın son iki yılı olmasaydı helak olmuştu!" sözü var. Bundan maksad nedir?
Tasavvufu bir zühd, manevi bir eğitim, rabbânîlik ve ihsan manasına aldığımız zaman dört mezhep imamını bunun dışında görmek mümkün değildir. Çünkü mezhep imamları ve hadis uleması hep belli bir zühdi hayatın içindedirler. Dünya tamaı, şöhret ve şehvet onların sür'atle kaçıp uzaklaşmaya çalıştığı hususlardır. İmam-ı Azam (r.a)'ın kadılığı kabul etmeyişi, ticarî hayatta helâl kazanç tutkusu, İmam Mâlik(r.a)'in Hz. Peygamber (s.a.v) sevgisi, İmam Şafiî(r.a)'nin zâhid ve sufîlere karşı takdirkâr ifâdeleri, İmam Ahmed(r.a)'in Kitâbu'z-zühd yazacak kadar zâhidlik tutkusu, hep bu özelliklerinden dolayıdır. İmam-ı Şafi(r.a) ve İmam-ı Ahmed (r.a) ümmi Şeybani Rai(k.s)ye intisablı olmaları, Nitekim İmam Gazzâlî (k.s) İhyâu ulûmi'd-din adlı eserinin başında ilmin faziletini anlatırken bu büyük imamların zühd ve takva hayatlarına da temas etmektedir. Tasavvufu tarikat ve şeyhe intisab ile seyr u sülük mânâsında düşündüğümüz zaman dört imam devrinde henüz bu mânâda bir sistem gelişmemişti.
İmam-ı Azam'a atfen menâkıb kitaplarında geçen ve Ca'fer-i Sâdık'ı tanıdıktan sonra hayatında meydana gelen manevi değişikliği anlatmak üzere rivayet edilen: "Son iki yılım olmasaydı Nu'mân helak olmuştu." sözü kendisinin ilme güvenmek gibi bir hataya düşeceğini; ancak Hz. Ca'fer'i tanıdıktan sonra işin zühd ve takva boyutunun da farkına vararak bu vartayı atlattığını ifâde etmektedir. Bilindiği gibi Ca'fer-i Sâdık(r.a) ehl-i beyt imamlarından ve tasavvuf ricâlindendir.
Etiketler: Tasavvuf ve Tasavvufi Hayatla İlgili Sorular, Tasavvuf, Tarikat, Mekteb-i Derviş