Mekteb-i Derviş | İslam

    İSTANBUL'UN FETHİNDEKİ ROLÜ

    Fatih Sultan Mehmet, Hz. Peygamber’in (s.a.v) manevi müjdesi olan; “İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ne güzel hükümdar, bu fethi yapacak asker ne güzel askerdir’ hadisi (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 4/335) geregi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun geleceği açısından İstanbul’u fethetmek istiyordu. Küçüklüğünden beri buna hazırlanmıştı. Çünkü Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri ötelerden aldığı sırrı babasına fısıldamış, Akşemseddin ile de küçük Mehmet’in hamuruna işlemişti.

    Hazırlıklar yapılıyor, herkes bu kutlu orduda nefes olmak istiyordu. Fatih Sultan Mehmet ise, büyük gayesini gerçekleştirmek için, Macarlar’a, Sırplar’a ve Bizanslılar’a karşı yumuşak davranıyordu. Amacı Haçlıların birleşmesini önlemek, onları tahrik etmemek ve zaman kazanmaktı. Bin yıllık tarihinin sonuna gelmiş olan Bizans küçüle küçüle sadece İstanbul şehrinin sınırları içinde hüküm süren bir devlet durumuna düşmüştü. Ancak buna rağmen Bizans’ın varlığı, haçlı dünyasının gururu, Müslümanların ise biricik gayesiydi.

    Devrin mühendislerinden Muslıhiddin, Saruca Sekban ile Osmanlılar’a sığınan Macar Urban, Edirne’de top dökümü işiyle görevlendirildi. ‘Şâhi’ adı verilen bu topların yanında, tekerlekli kuleler ve aşırtma güllerin (havan topu) üretilmesi, yapılan hazırlıklar arsındaydı. Bu büyük toplar İstanbul’un fethedilmesinde önemli rol oynadı. Yıldırım Bayezid’in İstanbul kuşatması sırasında yaptırdığı Anadolu Hisarı’nın karşısına, Rumeli Hisarı (Boğazkesen) inşa edildi. Bu sayede İstanbul Boğazı’nın kontrolü sağlanacak, deniz yoluyla gelebilecek yardımlara karşı tedbir alınmış olacaktı. Dört yüz parçadan oluşan bir donanma inşa edildi. Turhan Bey komutasındaki bir Osmanlı donanması Mora’ya gönderildi ve İstanbul’a yardım gelmesi engellendi. Eflak ve Sırbistan ile var olan barış antlaşmaları yenilendi. Macarlarla da üç yıllık bir antlaşma yapıldı. Bizanslılar da boş durmuyordu. Surlar sağlamlaştırılıyor ve şehre yiyecek depolanıyordu. Ayrıca Bizans İmparatoru Konstantin, Haliç’e bir zincir gerdirerek, buradan gelecek tehlikeyi önlemeye çalışmıştı. Aynı zamanda Haçlı dünyasından yardım isteniyor, Papa ise yapacağı yardım karşısında Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleştirilmesini istiyordu. Ancak Katoliklerden nefret eden Ortodoks Rumlar, Roma kilisesine bağlanmak istemiyor, ‘İstanbul’da Kardinal külahı görmektense, Türk sarığı görmeye razıyız’ diyorlardı.

    İstanbul’u fetih için 80.000 ile 200.000 arası değişen bir ordu ile İstanbul’a hareket eden II. Mehmet, uzunluğu 22,5 km.yi bulan dönemin en güçlü surları ile mücadele etti.

    Fatih Sultan Mehmet, hazırlıklar tamamlandıktan sonra Bizans İmparatoru Konstantin’e bir elçi göndererek, kan dökülmeden şehrin teslim edilmesini istedi. Fakat İmparatordan gelen ‘savaşa hazırız’ mesajı üzerine, İstanbul’un kara surları önüne gelen Osmanlı Ordusu, 6 Nisan 1453’de kuşatmayı başlattı. Osmanlı donanması ise Haliç’in girişinde ve Sarayburnu önünde demirlemişti. Ordu; merkez, sağ ve sol olarak üç kısma ayrıldı. Kuşatmanın 50. günü dolduğunda, ulemadan hiçbiri kuşatmayı devam ettirmeye razı olmadı. Çoğunluğu, “Resulüllah’ın Ashabından ve Hulefa-i Raşidin’den ve sair nice padişahlardan İstanbul’u fethetmeye gelenler oldu. Fetih onlara müyesser olmadı. Sana da müyesser olmaz” dediler ve Fatih Sultan Mehmet’i İstanbul’un fethi seferinden men etmeye çalıştılar. Hoca Akşemseddin bundan haberdar olunca şöyle dedi: “Evvela Konstantiniyye’yi (İstanbul’u) Sultan Muhammed Han fetheyler, sonra Beni Asfar (Rumlar, Avrupalılar) alır”. Bu hususta yüksek rütbeli kadılar ve diğer birçok bilginler ile istişare oldu. Molla Hüsrev, Molla Gürani, Hızır Bey, Molla Yeğan gibi ulema ve yüksek rütbeli devlet erkânı, Akşemseddin Hazretleri’nin görüşünü beğeniyor ve Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethi hazırlığına girişmesine taraftar oluyorlardı.

    Savaşta ciddi çarpışmalar cereyan etti. Kuşatmanın uzun sürmesi ve kesin başarıya ulaşılamaması askerler arasında endişe meydana getirdi. Günler geçiyor, kuşatmadan bir türlü sonuç alınamıyordu. Akşemseddin Hazretleri ise niyaz ve sabırla Rabbinden yardım diliyordu. Güçlü Bizans surlarının aman vermeyişi II. Mehmet’i tekrar ümitsizliğe sevk ediyor ve yine hocası Akşemseddin’in tesellisiyle avunuyordu. Sultan Fatih, Vezir Veliyüddin Ahmed Paşa ile Akşemseddin’e haber salarak “kale feth olmak, orduya zafer bulmak ümidi var mıdır?” diye sordu. Hatta bununla da yetinmeyip veziri gönderdi, “tayin-i vakt eylesin” dedi. 

    Akşemseddîn murâkabeye daldı. Başını eğip, Allahü teâlâya yalvardı. Mübârek yüzü terledi. 

    Sultana: “Rebiülevvel ayının 20. günü seher vaktinde sıddık-ı himmetle filan cânipten yürüyüş eylesinler. Ol gün feth ola” müjdesini kat’î olarak verip son sözlerini şöyle bağladı: “Yarın şu kapıdan (Topkapı) hisara yürüyüş ola. İzn-i Hüdâ ile bab-ı zafer fetholup ezan sedası ile sûrun içi dola, gün doğmadan gaziler sabah namazını hisar içinde kılalar” dedi.(Yıldız: 2017: 34-35).

    Şeyh Akşemseddin’in işaret ettiği gün ve saat geldi. İslâm askeri surlara yürüyüp hücum eyledi. Fatih Sultan Mehmet, Akşemseddin’i davet etti. Hazreti Şeyh dervişlere “içeriye kimseyi bırakmayın” diyerek çadırına çekilmişti. Padişah, Akşemseddin Hazretleri gelmeyince sinirlendi. Kalktı Şeyh’in çadırına gitti. Çadırın her tarafı kapalıydı, hiddetlendi. Hançeri çıkarıp yararak bir miktar araladı. İçeri baktı. Gördü ki çadırın içinde döşeli hiçbir nesne yok. Sırf toprak, Hazret o toprağın üzerinde namaza durup secdeye varmış. Tacı, mübarek başından yuvarlanmış. Ak saçları ve aksakalı nur gibi parlıyordu. Mübarek yüzünü toprağa sürmüş, gözlerinden yaşlar akıyor. Hacetleri yerine getiren Yüce Allah’a münacat edip yalvarıyordu. 

    Padişah Şeyh’in bu halini görünce döndü makamına geldi. Surlara baktı. İslâm askerinin ‘Allah, Allah!’ diye surlara yürümüş olduğunu gördü. Askerlerin önünde kefen giymiş bir grup olduğu halde hisara girdiler. Arkadan da bütün Osmanlı ordusu içeri daldı. Şehir fetholundu ve her yer ‘Allahu Ekber, Allahu Ekber!’ diye ezan sesleriyle doldu. Fatih, Akşemseddin Hazretleri’ne bana bir dua öğret ki hücum esnasında askere okutayım dedi. Akşemseddin de “Himmet Ya Fakih Ahmet” de buyurdu (Yıldız: 2017: 34-35; Kahraman, 2018: 42-43).

    Fakat fetih bir türlü gerçekleşmiyor, genç Fatih büyük bir heyecan halinde Akşemseddin Hazretlerine:“Hocam, fetih neden gerçekleşmez?”

    “Sultanım, Bizans içinde Cibali Baba adında meczup bir veli vardır. ‘Aman bu gavurcuklarım ölmesin, ben onların hidayetine vesile olacağım’ diyerek atılan topları kerameti ile top patlamadan Haliç’e atmaktadır, böylece fethe engel olmaktadır, sebebi budur.”

    Bu hâle karşı Fatih oldukça şaşkındır.

    Bir gece Akşemseddin Hazretleri Rabbimize yalvarır:“Ya Rabbi! Bu ordu senin rızan ve Peygamberinin (asm) müjdesine nail olmak için buradalar. Gayretlerini boşa çıkarma, bu meczubun canını al, yoksa bu fetih gerçekleşmeyecek” diyerek büyük bir feyiz ve halis niyet ile yapılan duâlar ve bir rivayete göre seccadesi dahi ıslanacak kadar ağlayıp ve yakarıştan sonra Cibali Baba vefat eder.

    Sabah Akşemseddin Hazretleri, çadırına giren Fatih Sultan Mehmed’e müjdeyi verir:“Sultanım 29 Mayıs’ta fetih gerçekleşecektir inşaallah” der.Ve gerçekten Topkapı’dan giren İslâm ordusu, Bizans’ın saltanatına son verir.Yeni bir çağ açılır.

    TOPKAPIDAN İSTANBULA GİRİŞ

    İstanbul sabah sekiz sıralarında fethedilmişti. Fâtih Sultan Mehmed ise şehre öğle saatlerinde Topkapı'dan girdi. Beyaz bir at üzerinde idi. Muhteşem bir alayla ve alkışlar içinde ilerleyerek, Ayasofya'ya doğru yol aldı.

    MANEVİ FATİH ODUR

    Fâtih, Topkapı’dan beyaz bir at üzerinde şehre girdiğinde İstanbullular onları muhteşem bir merasim ve alkışlarla karşılıyordu. 

    Zulümden ve haksızlıktan bıkmış olan Bizans halkı yeni bir bekleyişin içinde idi. Fâtih geçtiği sokakları, caddeleri, evleri dikkatle gözden geçiriyordu. Yanında ileri gelen kumandanlarıyla vezirlerinden başka, Molla Gürânî, Molla Hüsrev, Akşemseddîn veAkbıyık Sultan gibi âlimler ve velîler topluluğu da bulunuyordu. Yerli halk yolları doldurmuştu. Fâtih Sultan Mehmed çok genç olduğu için, herkes Akşemseddîn'i pâdişâh sanıyordu. Ona, demet demet çiçek veriyorlardı. Akşemseddîn'in, genç pâdişâhı göstererek;

    "Sultan Mehmed ben değilim, odur." sözüne karşılık; Sultan Mehmed de;"Gidiniz, yine ona gidiniz. Sultan Mehmed benim, ama o benim hocamdır. Şehrin mânevî fâtihidir." diyordu.

    Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul'a girdikten sonra, hocası Akşemseddîn üç gün gözden kayboldu. Bütün aramalara rağmen bulamadılar. Üç gün sonra, Edirnekapı yakınlarında vîrâne bir yerde ibâdetle meşgûl olarak buldular. O zamandan beri bu yere, onun ismine izâfeten "Akşemseddîn" mahallesi denildi. Fâtih Sultan Mehmed Han, fethin üçüncü günü Ayasofya'ya gidip, orayı câmiye çevirdi.     Ayasofya'yı câmiye çevirmesi, Bizanslılar ile yapılan bir anlaşmaya bağlanmıştı. Burada ilk hutbeyi, Akşemseddîn okudu. Okmeydanı'nda bir zafer alayı tertiplenmişti. Orada Akşemseddîn de vardı. Akşemseddîn gâzîlere bir konuşma yaptı. 

    “Ey asker... Biliniz ki, bu fetih, Cenâb-ı Hak katında size ve Sultan Mehmet Han'a takdir kılınmıştır. Kim ki bundan şüphe eder, imândan sapıtmış olur...

    Bazı insanlar vardır ki selam verirler ve selamlarından is kokusu gelir. Bazıları da vardır ki selam verirler ve onların selamından misk kokusu gelir.”

    Ey gâzîler, bilin, âgâh olun ki; cümleniz hakkında, âhir zaman Peygamberi ol Server-i kâinât; "Onlar ne güzel askerdir." buyurmuştur. İnşâallah cümlemiz affedilmiş oluruz. Fakat gazâ malını isrâf etmeyip, İstanbul içinde hayr-ü-hasenâta sarf ve pâdişâhımıza itâat ve muhabbet ediniz." diye nasîhatte bulundu. Sonra, Fâtih Sultan Mehmed Hanın başına iki çatal ablak sorguç takıp;"Pâdişâhım, bütün Âl-i Osman'ın âb-ı rûyu oldun. Hemen mücâhid-i fî sebîlillah ol!.." diyerek, Gülbank-i Muhammedî çekti.Akşemseddîn hazretlerine; "İstanbul'un fethedileceği zamânı nasıl bildin?" diye sorulunca, şöyle cevap verdi;"Kardeşim Hızır ile, ilm-i ledünniyye üzere İstanbul'un fetih vaktini çıkarmıştık. Kale fethedildiği gün, Hızır'ın, yanında evliyâdan bir cemâatle hisara girdiğini gördüm. Kale fetholunduktan sonra da, Hızır kardeşimi kalenin üzerine çıkmış oturur hâlde gördüm."

    FAKÎH AHMED

    Fâtih Sultan Mehmed Han, fetihden sonra hocası Akşemseddîn'e, son taarruzun başladığı sırada; "Yâ Fakîh Ahmed" diyerek Fakîh Ahmed'den himmet taleb etmesini söylediğini hatırlatarak;"Fakîh Ahmed kimdir ki; tazarru ve niyâz eyledim? Himmetini istedim? Allahü teâlâyı tazarru etmiş olsa idim evlâ değil mi idi?" diyerek, sebebini sordu. Hocası Akşemseddîn bu suâle;"O sırada Fakîh Ahmed, kutb, sâhib-i tasarruf idi." cevâbını vererek, Allahü teâlânın yardımını, onun vâsıtasıyla ve onun bereketi ile gönderdiğini ve onun da himmet ettiğini söylemiştir. Akşemseddîn hazretlerinin "Fakîh Ahmed" dediği kendisi idi. Fakat tevâzuunun çokluğundan şöhretten kaçıp, kendisini gizleyerek böyle konuşmuş, gâyet ârifâne bir tavır takınmış olduğu rivâyet edilmiştir.

    AKŞEMSETTİN HAZRETLERİNİN FATİH'E TAVSİYELERİ

    Akşemsettîn Hazretlerinin mânevî sahada olduğu kadar zâhirî sahada da Fatih Sultan Mehmet'e çok büyük yardımları olmuştur. İşte Akşemseddin'in Sultan Mehmet'e bazı tavsiyeleri...

    Onun, Sultan Mehmet Hân’a olan duâ ve niyazları yanında zuhûr eden birtakım aksaklıkları giderme bakımından verdiği nasihatler de oldukça mühimdir. Gerçekten de Akşemsettîn Hazretlerinin, boğazdan Bizans’a erzak ve yardım getiren düşman donanmasına engel olunamaması karşısında atını denize süren Fâtih’i irşâden yaptığı tavsiyeler, târihî bir kıymet arz eder. O mâneviyat sultânı, talebesi olan genç Sultân’a der ki:“Saf ve temiz selâmları ulaştırdıktan sonra Pâdişâhımıza arz olunur ki, donanma mürettebâtının ihmâlinden doğan hâdise, kalplere hayli üzüntü ve hoşnutsuzluk verdi. Eldeki bir fırsatın kaçırılmasına mahzûn olduk. Zannımca bu hatânın sebeplerine gelince;

    Birincisi; ihlâsla gayrette bir anlık za‘fiyet gösterilmesi ve siz Sultânımızın idârî hususlardaki tâlimatlarının ihmâl veya ihlâl edilmesidir.

    İkincisi; bu zayıf kulun, ettiği duâ ve birtakım mânevî işâretlere binâen verdiği fetih müjdesine îtibâr edilmemesidir.

    HÜKMETMEDE ÖLÇÜ

    O hâlde Sultânım! Taarruzda iken yumuşaklık göstermeyip disiplini muhâfaza ediniz! Kim itaatsizlik etti ise, kimin ihmâli varsa, araştırıp şiddetle cezâlandırılmalı, azl ve tâzîr edilmelidir. Böyle yapılmazsa, yarın kaleye hücûm ile surların dibindeki hendeklerin doldurulması gerektiğinde önemsemeyip gevşeklik gösterirler. Bilirsiniz bâzıları cezâdan korkar.

    Umudumuz, imkân ölçüsünde gerek fiilen, gerek emir vermek ve hükmetmek husûsunda ciddî ve gayretli olup azmi elden bırakmamanızdır. Aynı şekilde ihmâlkâr davrananları cezâlandırma işini, merhamet ve insâfı az birine bırakınız ki, gerektiği şekilde cezâlarını infâz eylesin! Allah Teâlâ buyuruyor:«Ey peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla savaş! Karşılarında çetin ol! Onların yeri cehennem’dir. O ne kötü dönüş yeridir.» (Tevbe Suresi, 73)

    Önden gitmeyenlerin kalbinde za‘fiyet vardır. Onlar, münâfık hükmündedir ve kâfirlerle Cehennem azâbında beraber olacaklardır.

    Maslahat îcâbı himmetinizi yüksek tutun! Sonunda mahzun, mahcup ve mağmûm olmayalım... Huzûr-i ilâhîye ferah, mansûr ve muzaffer olarak gidelim...

    Hüküm Allâh’ındır. Ancak kul, elinden geldiği kadar gayret ve çalışmada kusur etmemelidir. Rasûlullah ve ashâbının sünneti budur.

    Sultânım! Bu gece kalbi kırık bir şekilde Kur’ân-ı Kerîm tilâvet eyleyip yatmıştım. Allâh’a çok şükür ki, nicedir vâkî olmayan müjdeler gerçekleşti. Hazretinize söylediklerimiz fuzûlî kelâm sayılmasın! Bunlar, siz Hünkârımıza olan muhabbetimizdendir.”(O.N.Topbaş, Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI, Erkam Yayınları)

    Hocaya Saygı

    Fâtih Sultan Mehmet, Topkapı’dan beyaz bir at üzerinde şehre girdiğinde İstanbullular onları muhteşem bir merasim ve alkışlarla karşılıyordu. Yanında, Molla Hüsrev, Akbıyık Sultan ve Akşemsettin gibi âlimler ve velîler topluluğu da bulunuyordu. Herkes Akşemseddîn’i pâdişâh sanıyor demet demet çiçekleri ona veriyorlardı. Akşemseddîn de genç pâdişâhı göstererek “Sultan Mehmed odur” diyordu. Buna karşılık, Sultan Mehmed de “Yine ona gidiniz. O benim hocamdır. Şehrin mânevî fâtihidir” diyordu.

    Fetihten sonra Fatih Sultan Mehmed ordusuyla birlikte ak atı üzerinde İstanbul’a giriyordu. Bu sırada büyük değer verdiği Molla Gürâni, Molla Hüsrev gibi hocaları sağında, Akbıyık Sultan ile Akşemseddin solundaydı. Yolları dolduran yerli halk, Fatih henüz 21 yaşında bir genç olduğu için 63 yaşındaki aksakallı Akşemseddin’i padişah sanmışlar ve ellerindeki çiçekleri ona uzatıyorlardı. Bunun üzerine Akşemseddin, “Padişah ben değilim.” der ve Fatih’i gösterir. Fatih de “Verin verin, padişah benim amma o benim hocamdır.” der.

    Osmanlı ordusundan bir çelebi, sultanın önüne geçer ve:“Sultanım şeyhimin himmeti olmasa idi İstanbul’u alamazdık” der.

    Fatih ona kılıcını göstererek: “Çelebi, bunun hakkını da unutma.”

    AYASOFYADA İLK NAMAZ İLK HUTBE

    Fatih Ayasofya’ya girdiğinde Patrik’e; “Ayağa kalk! Ben Fatih Sultan Mehmet’im sana ve arkadaşlarına söylüyorum ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız, ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız” fermanıyla Bizans halkının teveccühünü kazandığı gibi özgürlük dersi de vermiştir. 

    Ayasofya’ya girer girmez Fatih atından inip secdeye varır ve O yüce Peygamber’in; “İstanbul muhakkak fetholunacaktır. Onu feth eden ne güzel kumandan ve onu fetheden ne güzel askerdir” sözlerinin şükrünü eda eder. Ayasofya üç gün sonra camiye çevrilir, orda ilk Cuma hutbesi de Akşemseddin tarafından okunup, onun üç kere iftitah tekbiri alıp ancak üçüncüsünde başlattığı imametiyle ilk Cuma Namazı gerçekleşir. Artık Ayasofya İstanbul’un gözü olmuştur Akşeyh’in ve Fatih’in ellerinde…

    Fetihten sonra Akşemseddin kendisinin de mensubu olduğu Sala Aşiretinden bazı kimseleri Üsküdar’a yerleştirerek burada Salacak adlı Türk mahallesini kurar.

    AKŞEMSEDDÎN MAHALLESİ

    Fetihten sonra, Akşemseddîn üç gün gözden kayboldu. Bütün aramalara rağmen bulamadılar. Üç gün sonra, Edirnekapı yakınlarında vîrâne bir yerde ibâdetle meşgûl olarak buldular. O zamandan beri bu yere, onun ismine izâfeten “Akşemseddîn” mahallesi denildi. Ayasofya camiye çevrildiğinde ilk hutbeyi de Akşemseddîn hazretleri okudu.

    FETHİ NASIL BİLDİ?

    Akşemseddîn hazretlerine, “İstanbul’un fethedileceği zamânı nasıl bildin?” diye sorulunca, şöyle cevap verdi: “Kardeşim Hızır ile, ilm-i ledünniyye üzere İstanbul’un fetih vaktini çıkarmıştık. Kale fethedildiği gün, Hızır’ın, yanında evliyâdan bir cemâatle hisara girdiğini gördüm. Kale fetholunduktan sonra da, Hızır kardeşimi kalenin üzerine çıkmış oturur hâlde gördüm.”

    EYÜB SULTAN’NIN KABRİNİ BULUŞU

    Bir gece Fâtih Sultan Mehmed Han, Akşemseddîn hazretlerinin ziyâretine gitti. Fâtih, sohbet sırasında bir ara Akşemseddîn’e, “Hocam! Ebû Eyyûb-i Ensârî’nin mübârek kabrinin İstanbul surlarına yakın bir yerde olduğunu târih kitaplarından okudum. Yerinin bulunması ve bilinmesini bilhassa ricâ ederim.” dedi. O zaman Akşemseddîn hemen; “Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nûr görüyorum. Orada olmalıdır.” cevâbını verdi. Derhâl oraya gittiler. Akşemseddîn hazretleri, oradaki bir çınardan iki dal aldı. Birini bir tarafa, diğerini az öteye dikti ve “Bu iki dal arası, Mihmandâr-ı Resûlullah’ın kabridir.” buyurdu. Sonra, kaldıkları yere döndüler. Fâtih, o gece silâhdârına; “Gidin, dikilen çınar dallarının ortasına şu mührümü gömün ve o dalları yirmişer adım güney tarafına çekin.” dedi. 

        Sabah olunca Sultan Fâtih, Akşemseddîn’den, Hazret-i Hâlid’in kabrinin yerini tekrar tâyin etmesini ricâ etti, tekrar gittiler. Akşemseddîn dallara hiç bakmadan doğruca gidip eski yerde durdu ve “Dalların yeri değiştirilmiş, Hazret-i Hâlid buradadır.” dedi ve sonra silâhdâr ağasına hitâben “Sultân hazretlerinin mührünü çıkarın ve kendisine teslim edin!” dedi. Toprağın bir kulaç altından yeşil somaki bir taş çıkar. Üstünde kûfi harflerle “Hâzâ kabri Halid bin Zeyd” "Bu Hâlid bin Zeyd'in kabridir." yazılı bir taş vardır." Kalabalık bir hoş olur. Bu hâli gören Sultan Fâtih'in vücûdunu bir titreme aldı. Bu hâl geçince Fâtih; "Zamânımda Akşemseddîn gibi bir zâtın bulunmasından duyduğum sevinç, İstanbul'un alınmasından duyduğum sevinçten az değildir." diye şükr etti. Derhal türbe ve mescid hazırlıklarına girişirler.

        Böylece Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) 856 yıl önce verdiği müjde tahakkuk etmiş, genç sultan, istanbul fatihi olmuş, Akşemseddin Hazretleri’nin kendisinin ve Şeyhi Hacı Bayram-ı Velî’nin verdiği haberin doğruluğu da meydana çıkmıştı.

    Sultan “Beldetün tayyibetün” deki harflerin işareti olan 857 (1453) yılında fetih müyesser olunca, hiçbir zaman bu kadar sevinmemişti. Padişah şöyle buyurdu: “Bende gördüğünüz bu ferah yalnız bu kalenin fethine değildir. Akşemseddin Hazretleri gibi mübarek bir zatın benim zamanımda olduğuna sevinirim.” (Menakıb, 62)

    Dünyanın en büyük, önemli ve güzel şehirlerinden biri olan İstanbul, tarih boyunca coğrafi konumu ve doğal güzellikleri dolayısıyla 1453'teki fethinden önce de 28 kez kuşatıldı.

    Napolyon'un "Dünya tek devlet olsa başkenti İstanbul olurdu." dediği, Nedim'in "Bu şehr-i Stanbul ki bi-misl ü bahadır. Bir sengine yek-pare Acem mülkü fedadır." diyerek eşsizliğine vurgu yaptığı İstanbul, en kadim medeniyetlerin varlıklarını taçlandırdıkları yer oldu.

    İstanbul'u, M.Ö. 340'ta Makedonya Kralı Phillippe, M.Ö. 194'te Roma İmparatoru Septim Severus, M.S. 616'da İran Hükümdarı Keyhüsrev, M.S. 626'da İranlılar ve Avar Türkleri, M.S. 665'te Emevi Halifesi Muaviye, M.S. 667'de Emevi Halifesi Muaviye, M.S. 672'de Emevi Halifesi Muaviye, M.S. 712'de Emevi Halifesi I. Velid, M.S. 722'de Emevi Halifesi I. Velid, M.S. 782'de Abbasiler, M.S. 854'te Abbasi Halifesi Mütevekkil, M.S. 864'te Ruslar, M.S. 869'da Abbasi Halifesi Mütevekkil, M.S. 936'da Ruslar, M.S. 959'da Macarlar, M.S. 970'te Abbasiler, M.S. 1203'te Latinler, M.S. 1302'de Venedikliler, M.S. 1348'de Cenovalılar, M.S. 1391-1396'da Osmanlı Padişahı 1. Bayezid, M.S. 1412'de Osmanlı Şehzadesi Musa Çelebi, M.S. 1422'de Osmanlı Padişahı 2. Murad, M.S. 1437'de Cenovalılar'ın yanı sıra Atilla'nın, Vikinglerin, Bulgarların ve Gotların kuşattığı tarih kaynaklarında yer alıyor.

    Fatih Sultan Mehmet Han, mürşidine bir gün: ``Efendim bu güzel şehir kıyamete kadar isterim ki islâm şehri olarak kalsın, bunun için ne yapmalıdır?´´ diye sordu.  Mürşidi Akşemseddin cevaben şu tarihi cevabı veriir: ``Her gece bu şehirden 70 bin tevhid semaya yükseldiği müddetçe bu şehir islâm şehri olarak yaşayacaktır.´´ Fethin zahiri yönü bi yana bu manevi derinlik ve hakikat karşısında Fatih Sultan Mehmed şeyhine hayran gözlerle bakar ve derin düşüncelere dalar.

    Fatih Akşemseddin den bir ricada daha bulunur, huzurunda halvete girip tasavvuf neşesiyle yaşamayı.. Akşemseddin bunu kabul etmez ve şöyle buyurur: ``Sen bizim tattığımız lezzeti tadarsan saltanatı bırakırsın. Seni dervişliğe kabul edersem devletin düzeni sarsılabilir. Bununda vebali çok büyük olur. Adalet eylemek Padişah için keramet sayılır. Müslümanların rahat ve huzuru için devletin varlığı gereklidir.´´  Fatih bu sefer Hocasının İstanbul da kalmasın ister fakat O daha önce yerleştiği mekan olan Göynük´e döner.. Hayatının son demlerini Göynük´te geçirir ve ruhunu orda teslim eder. Bugün Akşemseddin nin kabri Süleymen Paşa Camii nin yanındadır. Allah sırrını takdis eylesin…

    VEFATI

    Fâtih Sultan Mehmed Han, Ebû Eyyûb Ensârî'nin kabr-i şerîfinin üzerine bir türbe ve Akşemseddîn ile talebelerine mahsus odalar, bir de câmi-i şerîf yaptırdı. Akşemseddîn'den orada oturmalarını ricâ etti. Fakat o, bu teklifi kabûl etmeyerek, memleketi olan Göynük'e döndü.

    Akşemseddîn hazretleri Göynük'e geldikten sonra yine talebe yetiştirmeye ve insanları irşâda başladı. Sultan Fâtih'le ilgisini kesmeyip zaman zaman Edirne'ye ve İstanbul'a geldi ve pâdişâhı ziyâret etti. Gönderdiği mektûblarla ikaz ve tavsiyelerde bulundu. Bir mektubunda Fâtih'e şöyle nasihat etmektedir:"Bir dünyevî râhat ve cismânî lezzete, bir de uhrevî rahat ve rûhânî lezzete dayanan iki türlü hayat tarzı vardır. Birincisi ikinciye bakarak değersiz ve geçicidir. Şu halde ona iltifât etme. Esâsen peygamberlere, velîlere, halîfelere rahat değil, cefâlar ve müşkiller lâyıktır. Sen de onların yolundasın. Nasîbinden elem değil zevk duy... Sen herhangi bir insan gibi değilsin, memleketin durumu, senin durumuna bağlıdır. Bedende görünen her şey ruhun eseri olduğu gibi, memlekette meydana gelen şeyler de Fâtih'in eseri olacaktır. Çünkü bedene oranla ruh ne ise, memlekete oranla sultanlar da aynı şeydir."

    Hayatının son zamanlarını Göynük’te geçirip bir taraftan ahiret hazırlığı görürken, bir taraftan kendisine intisab edenleri yetiştiriyor ve eserlerini yazmakla meşgul oluyordu. Yetmiş sene kadar süren ömrün içinde, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in müjdelediği kumandanın hocası olma bahtiyarlığına eren, hak ve hakikati gösteren Akşemseddin Hazretleri, vazifesini halifelerine ve oğullarına devredip (H. 863-M.16 Şubat 1459) yılında âhirete göç etti. 

    Pâdişâhın kendisine gönderdiği bütün ihsan ve hediyeleri hayır işlerinde kullanmak üzere vakıflar kurdurdu. Bir taraftan da oğullarının terbiyesi ile meşgul oldu.

    Birgün küçük oğlu Hamdi Çelebi ile meşgûl olurken;"Bu küçük oğlum yetim, zelîl kalır; yoksa bu zahmeti, mihneti çok dünyâdan göçerdim." deyince, hanımı;"A efendi! Göçerdim dersin yine göçmezsin." dedi.Bunun üzerine Şeyh hemen:"Göçeyim." deyip, mescide girdi. Evlâdını topladı. Vasiyetnâmesini yazdı. Helâllaştı, vedâ eyledi. Yâsîn sûresi okunurken sünnet üzere yatıp rûhunu teslim eyledi.

    Göynük'teki târihî Süleymân Paşa Câmiinin bahçesine defn edildi. Daha sonra oğullarının kabri ile berâber bir türbe içine alındı.

    Türbesi halen ziyaretgâhtır. Türbesi vefatından beş yıl kadar sonra yapılmış olup sandukası üzerindeki yazı da oğullarından Mehmed Sâdullah’a aittir. Evlâtlarından Mehmed Sâdullah ve Nûrullah da bu türbede yatmaktadır.

    Akşemseddin’in kurduğu Bayramiyye’nin Şemsiyye kolu kendisinden sonra Göynük’te oğlu Fazlullah, Kayseri’de İbrâhim Tennûrî, İskilip’te Attaroğlu Muslihuddin, Ankara ve civarında ise Hamza eş-Şâmî tarafından devam ettirilmiştir.

    (Taşköprîzâde, eş-Şekâiku’n-Numâniyye fî Ulemâi’d-Devleti’l-Usmâniyye, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut ts, s. 138; Orhan F. Köprülü – Mustafa Uzun, “Akşemseddin”, DİA, II, 299-300; Ali Bulut, “Fâtih Sultan Mehmed’in Âlimlere Verdiği Değer”, Fatih Sultan Mehmed Han, Editör: Fahameddin Başar, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Yayınları, İstanbul2018, s. 115-128; Sâmiha Ayverdi, Edebî ve Mânevi Dünyası İçinde Fatih, Kubbealtı, İstanbul 2008,  s. 46-47.)

    Akşemseddin’in Göynük’deki Türbesi 1464 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılmıştır. Kefeki taşından yapılmış kasnaksız bir kubbe ile örtülü altıgen planlı bir yapıdır. Girişi doğu yönündedir. Kapının üzerinde sivri kemerli bir alınlık yer alır.

    Türbenin içi çok sadedir. Kubbenin oturduğu pandantifler ilgi çekicidir. Her kenarda, altta ve üstte ikişer sıra halinde yer alan pencerelerden üst sıradakiler geç devre ait renkli camlı alçı şebekelerle süslenmiştir. Akşemseddin’in sandukası 2.50×0.50 metre boyutunda, kapıdan içeri girince sağdadır. Ceviz üzerine kabartma yazı ile süslü olan bu sanduka Osmanlı ağaç işçiliğinin güzel bir örneğidir. Kapaklar nar çiçeği kabartması ile süslenmiştir. Türbede ayrıca Akşemseddin’in oğulları Sadullah ile Emrullah çelebilerin sandukaları vardır.

    Göynük İlçesinde her yıl 29 Mayıstan bir önceki pazar günü Akşemseddin Hazretleri’ni anma günü düzenlenmektedir. Büyük katılımların olduğu bu günde bilimsel nitelikte sempozyumlar da gerçekleştirilmektedir.

    ESERLERİ

    Akşemseddin’in eserlerinin büyük bir kısmı tasavvufa dair olup başlıcaları şunlardır: 

    1. Risâletü’n-nûriyye. Sadece Nûriyye olarak da anılan bu Arapça eser, devrinde şöhreti çok yaygınlaşan ve bu sebeple hakkında bazı dedikodular çıkarılan Hacı Bayrâm-ı Velî ve dervişlerini savunma maksadıyla yazılmıştır. Akşemseddin eserinde, “tâife-i nûriyye” adını verdiği sûfîleri müdafaa ederek onların özelliklerini, tasavvufî ahlâk ve âdâbı anlatır. Kitapta geçen tarihlere bakarak eserin 838-841 (1434-1438) yılları arasında kaleme alındığı söylenebilir. Risâletü’n-nûriyye, A. İhsan Yurd tarafından Arapça metni ve Akşemseddin’in kardeşi Hacı Ali’nin Türkçe tercümesiyle birlikte yayımlanmıştır (İstanbul 1972). Bayramî halifelerinden Bolulu Himmet Efendi tarafından 1071’de (1661) yapılmış eksik bir tercümesi ise Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir (Hacı Mahmut Efendi, nr. 2863). 

    2. Defʿu meṭâʿini’ṣ-ṣûfiyye. Kısaca Defʿu meṭâʿin adıyla da anılan bu kitap bazı kaynaklarda Hall-i Müşkilât olarak zikredilmektedir. 856 (1452) yılında kaleme alınan bu Arapça eser Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve benzeri bazı büyük mutasavvıfların küfür ve ilhadla itham edilmelerine karşı onların sözleriyle Kuşeyrî, Gazzâlî, Cüneyd-i Bağdâdî, Necmeddîn-i Kübrâ gibi tanınmış ulemâ ve meşâyihin sözleri arasında bir fark olmadığını, ikincilerin eserlerinden nakiller yaparak göstermekte ve hepsinin aynı yolda bulunduklarını ispata çalışmakta ve ithamları reddetmektedir. Kaynaklarda eserin Telḫîṣu Defʿi meṭâʿin adıyla bir hulâsasından bahsediliyorsa da şimdiye kadar böyle bir esere rastlanmamıştır.

    3. Makāmât-ı Evliyâ. “Mürşid kimdir, makām-ı velâyet nedir ve dereceleri nelerdir” gibi tasavvufî konuları işleyen Türkçe bir eserdir. A. İhsan Yurd tarafından beş nüshası karşılaştırılarak neşredilmiştir (İstanbul 1972).

    4-Risâle-i Zikrullah, Risâle-i Şerh-i Akvâl-i Hacı Bayrâm-ı Velî ve Risâle fî devrâni’s-sûfiyye adlı eserleri ise bugüne kadar ele geçmemiştir. Kütüphane kataloglarına değişik isimlerle geçmiş bazı eserleri ise Defʿu meṭâʿin ve Risâletü’n-nûriyye’nin çeşitli bölümleridir (krş. Risâletü’l-intisâr, Süleymaniye Ktp., Cârullah Efendi, nr. 279/2). Ayrıca Akşemseddin’in Fâtih’e yazdığı iki mektubu bilinmektedir. Bunlardan biri Halil İnalcık, diğeri ise Bursalı Mehmed Tâhir tarafından yayımlanmıştır. Ona nisbet edilen ve yaklaşık kırk beş beyitlik Türkçe manzum bir risâle olan Nasîhatnâme-i Akşemseddin’i ise yine A. İhsan Yurd, Süleymaniye Kütüphanesi nüshasına (Mihrişah Sultan, nr. 443/3) dayanarak neşretmiştir (İstanbul 1972). Kemal Eraslan da Akşemseddin’in yazma bir mecmuada bulduğu otuz sekiz şiirini imlâ özellikleri ve açıklamalı sözlüğüyle birlikte yayımlamıştır. Mâddetü’l-hayât veya Mâidetü’l-hayât’Akşemseddin’in diğer bir eseridir. Bu eserin geç tarihlerde istinsah edilmiş pek çok nüshası vardır. En eski tarihli nüsha, 1096 (1685) yılında istinsah edilen Ali Emîrî yazmasıdır (diğer nüshalar için bk. Türkiye Kütüphaneleri İslâmî Tıp Yazmaları Kataloğu, s. 139).

    Akşemseddin Hazretlerinin Kerametleri

    Keramet, feraset (keşif) demektir. Allah dostu kimselere, Cenab-ı Hakkın lütfettiği bazı bilgilerdir. Keramet velilere, Mucizeler ise Peygamberlere aittir.

    İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet Han, Akşemseddin Hazretlerini ziyarete gitti. Sohbet esnasında; “Hocam! Eshâb-ı Kirâm’ın büyüklerinden, Ebu Eyyûb’ül Ensâri’nin İstanbul surlarına yakın bir yerde olduğunu tarih kitaplarında okudum, yerinin bulunmasını dilerim.” dedi. O da eliyle işaret ederek; “Şu tepenin eteğinde bir nûr görüyorum. Orada olmalıdır.” cevabını verdi. Fatihin isteği üzerine birlikte işaret edilen yere gittiler. Akşemseddin Hazretleri iki çınar dalı aldı. Birini bir tarafa, diğerini az öteye dikti ve; “Bu iki dal arası, Ebu Eyyûb’ül Ensâri’nin kabridir.” dedi ve Sultanla birlikte şehir merkezine geri döndüler.

    Fatih Sultan Mehmet Han, kalbindeki şüpheyi kaldırmak için Silahtar ağasına; “Gidiniz, hocam Akşemseddin’in diktiği çınar dallarının ortasına şu yüzüğümü (mührü) gömünüz ve o dalları yirmişer adım güney tarafına çekiniz” dedi.

    Sabah olunca Sultan Fatih, Akşemseddin Hazretlerinden, türbe yapımı için kabrin yerini tekrar belirlenmesini rica etti ve sonra oraya birlikte gittiler.

    Akşemseddin Hazretleri, Silahtar ağasına; “Şurada bulunan Sultan hazretlerinin mührünü çıkarın ve kendisine teslim edin” dedi. Çünkü o, gizlice gömülen padişahın yüzüğünü kerametiyle bulmuştu.

    Bu arada kabir kazıldı, içinden “Ebû Eyyûb’ül Ensâri” yazılı bir levha çıktı. Bu hali gören sultan şaşırdı. Böyle “ehli keşf ve keramet” sahibi olan Akşemseddin’in himmetine sahip olmasından dolayı da çok mutlu oldu.

    Bir gün Akşemseddin hazretlerinin bulunduğu meclise pilav yemeği getirildi. Orada bulunanlar; “Buyurun yiyelim.” dediler. Akşemseddin hazretleri; “Bu pilav bize ait değil, nasıl yiyebiliriz?” dedi. Oradakilerden birisi; “Nasıl bizim değil?” dedi ve besmele çekip elini pilava uzattı. O esnada kapı çalındı ve bir fakir; “Allah rızası için sadaka olarak yiyecek bir şey verin” diye seslendi. Akşemseddin hazretleri; “Getirilen pilavı sahibine verin.” dedi.

    Akşemseddin Hazretlerinin “Risâlet” adlı eserinde;

    “Az yemek, az uyumak, Allah Teâlâ’yı çok zikretmek gerekir. Tembel olmayın, namaza önem verin, nimete şükür, belaya sabredin. Dünyanın mutluluğuna bağlanıp kalmayın. Ömrün uzun olmasını isterseniz, insanlara eziyet etmeyin. Kimseye haset edip, kötülemeyin. Kendinizi başkalarına övmeyin. Edepli, mütevazı ve cömert olun”diye öğütte bulunmuştur.

    Akşemseddin “Mâddef’ûl-Hayat” adlı eserinde ise; “Hastalıkların insanlarda teker teker peyda olduğunu sanmak hatadır. Hastalık, insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma ise, gözle görünmeyecek kadar küçük, fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.” buyurdu. Bir Türk hekimi olan Akşemseddin tarafından, bundan 550 yıl önce mikrop teorisi ortaya kondu.

    Ünlü tıp bilimcisi Pasteur aynı neticeye, hem de teknik aletler elinde iken, Akşemseddin’den 400 yıl sonra varabilmiştir. Buna rağmen mikrop teorisi, yanlış olarak Pasteur’a mâl edilmiştir.

    Akşemseddîn hazretlerine; “İstanbul’un fethedileceği zamânı nasıl bildin?” diye sorulunca, şöyle cevap verdi;“Kardeşim Hızır ile, ilm-i ledünniyye üzere İstanbul’un fetih vaktini çıkarmıştık. Kale fethedildiği gün, Hızır’ın, yanında evliyâdan bir cemâatle hisara girdiğini gördüm. Kale fetholunduktan sonra da, Hızır kardeşimi kalenin üzerine çıkmış oturur hâlde gördüm.”

    Fâtih Sultan Mehmed Han, fetihden sonra hocası Akşemseddîn’e, son taarruzun başladığı sırada; “Yâ Fakîh Ahmed” diyerek Fakîh Ahmed’den himmet taleb etmesini söylediğini hatırlatarak;“Fakîh Ahmed kimdir ki; tazarru ve niyâz eyledim? Himmetini istedim? Allahü teâlâyı tazarru etmiş olsa idim evlâ değil mi idi?” diyerek, sebebini sordu. 

    Hocası Akşemseddîn bu suâle;“O sırada Fakîh Ahmed, kutb, sâhib-i tasarruf idi.” cevâbını vererek, Allahü teâlânın yardımını, onun vâsıtasıyla ve onun bereketi ile gönderdiğini ve onun da himmet ettiğini söylemiştir. Akşemseddîn hazretlerinin “Fakîh Ahmed” dediği kendisi idi. Fakat tevâzuunun çokluğundan şöhretten kaçıp, kendisini gizleyerek böyle konuşmuş, gâyet ârifâne bir tavır takınmış olduğu rivâyet edilmiştir.

    ESERLERİNDEN ÖRNEKLER

    RİSÂLETÜ'N-NÛRİYYE

    Vâlih ü hayrân olıban kendözümden bî-haber

    Şimdiyi bilmez bu aklum ne bile ferdâsını

    Her kişi görse sanur içim taşum hep ten durur

    Korkaram aklum ne bile ferdâsını

    Sırrımı sır eyledüm bu vakta dek fâş olmadı

    Ba’d-ezân Allâh bilür hâlı nite olasını

    Kendümi ısmarladum her ne iderse dôst bilür

    Gönlümi jeng ileye dilerse yuya pâsını

    Bu acebdür dünyi kavmı nik-nâmun kanı dir

    Bilimezler taşa çaldum nâmusum şişesini

    Şemsiyâ cânı cihânı nidesin şimden girü

    Hırka idin şâl idin dervişlerün pâlâsını

    Her gice direm ki yarın terk idem sevdâsını

    Subh olıcak tazeler ışkı girü gavgâsını

    Hiç nedendür bilmezem bu bagrımun kanı benüm

    Gözlerümden turmaz akar kim bilür nolasını

    Başımun sevdasını bilmez meger hâldaş olan

    Kandadur haldâşı bulam silse gönlüm pâsını

    Başumı top iledüm çevgân-ı ışka çalmağa

    Nik-nâmı nilerem nûş iledüm deryâsını

    Âşıka cânlar sezâdur dosta kurbân itmeğe

    Valıgun itsün umarsa vaslına iresini

    Bahr-ı ışkdurmahv iden zulmâtı mümkin varlıgum

    Geydim esved eski hırka ya’ni tutdum yasını

    Şems eger ölürse ayruk kimse yasun tutmasın

    Ne azâ Sultan Mahmûd gel dişe Ayâ’sını

    Ya İlâhi umaruz fazlıla cûdun bol durur

    Sen hemîşe benliğim alıp seni viresini

    (Eraslan Kemal (1984). "Akşemseddin’in Dinî Tasavvufi Şiirleri", Türk Dili. Ekim, S. 394, 335-411-471. )

    DEFU’L- METÂİNİ’S-SÛFİYYE

    Kad tecella fi’l-merâyâ ol cemâl-ı bî-misâl

    Pes zuhura geldi âlem ez mücellâ-yı cemâl

    Çün-ki mir’at oldı âlem Hak cemâlın görmeğe

    Pes bu âlemde tecelli buldılar ehl-i kemâl

    Her neye kim bakdılarsa dôst cemâlın gördiler

    Zire tolu Hak cemâlı oldı âlem mâl-a mâl

    Cümle âlem aksidür ol hûb-cemâlun iy cemîl

    Hem dahı bu küfr ü fâhiş cism ü cân u hadd u hâl

    Çün vücudu oldı Hakk’un kâyinâtun varlığı

    Pes dü-âlem cân-ı Hak’dur dü-cihân ansuz hayâl

    Cümle âlemdür mezâhir sen hô cümle mazharı

    Sende iste tâ bulasın kalmaya hiç kîl ü kâl

    Mecma’ul-bahreyn oldun hem Hudâ’nun ma’şukı

    Pes senündür cümle âlem hem dahı dosta visâl

    Şems-i neyyir çün önünde tâli olur sen neçün

    Anı koyup tâlib oldun kevkebe her mâh u sâl

    Âsitânunda hazine çün-ki medfûn ola sen

    Müflis olup ne revâdur idesin her dem su’al

    Çün senün adun durur hem cümle deryâ menba’ı

    Susuz olup ne gezersin vâdi vü sahrâ cibâl

    Ey diriga hubb-u dünyâ kalbüni itdi harâb

    Sen ânun agusın içdün sanuban mâ’i zülal

    (Eraslan Kemal (1984). "Akşemseddin’in Dinî Tasavvufi Şiirleri", Türk Dili. Ekim, S. 394, 335-411-471.)

    Akşemseddin Hz.nin ve Muhyiddin İbn. Arabi hz’nin Salavat-ı Şerifesi

    Bismillahirrahmanirrahim

    Allahümme Salli Ala Muhammedin Nebiyyil Muhtar,Adede Men Salli Aleyhi Minel Ehyar,Ve Adede Men Lem Yusalli Aleyhi Minel Eşrar,Ve Adede Kataratil Emtar,Ve Adede Emvacel Bahar,Ve Adeder Rimali Vel Kafar,Ve Adede Evrakil Eşcar,Ve Adede Fasil Müstağfirine Bil Eshar,Ve Adede Ekmamil Esmar,Ve Adede Ma Kane Ve Ma Yekunu İla Yevmil Haşri Vel Karar,Ve Salli Aleyhi Ma Teakibül Leyli Ve Enhar.Ve Salli Aleyhi Mahtelefel Melevane Ve Teakibül Asrani Ve Kerral Cedidani Ve Estakbelel Ferkadan,Ve Belliğ Ruhani Ve Ervaha Ehli Beytihi Minattahiyyete Ve Teslime,Ve Ala Cemiil Enbiyai Vel Mürseline Vel Hamdülillahi Rabbil Alemin.

    “Allah’ım! Nebimiz Muhammed’e salat ve selam et; ona salavat getiren iyiler, ona salavat getirmeyen kötüler, yağmurların damlaları, denizlerin dalgaları, çöllerin kumları, ağaçların yaprakları, seherlerde bağışlanma dileyenlerin nefes alış verişleri, haşir ve her şeyin karar kılacağı güne kadar olan ve olmakta olan her şey adedince. Gece ve gündüz birbirini ardı ardına geldiği sürece ona salat et. Sabah ve akşam yer değiştirdiği ve öğle ve ikindi birbirinin yerini aldıkları, seneler yenilendiği, kutup yıldızları doğduğu sürece ona salat et. Bizden onun ruhuna ve ehl-i beytine,bütün nebi ve resullere selam ve tahiyyat ulaştır.”(Sıddık Naci Eren hz. Evrad-ı Saadeti ebediyye Cuma evradı syf.17-18)

◄ AKŞEMSEDDİN HAZRETLERİ 1.BÖLÜM


Etiketler: Akşemseddin Hazretleri Kimdir Hayatı Türbesi - 2, Akşemseddin Hayatı, Mikrobu İlk Bulan, Fatih Sultan Mehmed'in hocası, İstanbul'un Fethi, Akşemseddin Türbesi, Mezarı | Mekteb-i Derviş

Not: HTML'e dönüştürülmez!
    Kötü           İyi
Benzer Konular