Mekteb-i Derviş | İslam

    AKŞEMSEDDİN HAZRETLERİ (K.S.) KİMDİR, HAYATI, VEFATI, TÜRBESİ

    (D.H.792 M.1389, Şam – V.H. 863 M.16 Şubat 1459, Göynük)

    Akşemseddin Hazretleri, Hacı Bayram-ı Velînin halifesi, Fâtih Sultan Mehmed’in hocası, Konstantıniyye’nin fethinin manevi fatihi, Resûlullah(s.a.v)ın mihmandarı, Ebû Eyyub el-Ensârî(r.a) Hazretlerinin kabrinin kâşifi,Âlim, şâir, İlk Mikrobu bulan, tabib ve tasavvuf ehli bir zattır. Saçı ve sakalı, elbisesi beyaz olduğu için kendisine “Ak Şemseddin” denilmiştir.

    DOĞUMU, ANNE BABASI, SOYU

    Akşemseddin (H.792-M. 1389 Şam’da dünyaya geldi. Asıl ismi Şemseddin Muhammed b. Hamza’dır. BabasıŞeyh Hamza, soyu, baba tarafından Hz.Ebu Bekir(r.a)'e dayanmaktadır. Ancak Akşemseddin veya kısaca Akşeyh adıyla şöhret bulmuştur. M.16 Şubat 1459’da,Bolu-Göynük’te vefat etti.)

    Avârifü’l-maârif sahibi Şeyh Şehâbeddin Sühreverdî’nin (ö. 632/1234) torunlarından Şeyh Hamza’nın oğludur. Baba tarafından nesebi Hz. Ebû Bekir’e kadar uzanmaktadır. Yedi yaşlarında babasıyla birlikte Anadolu’ya gelerek o zaman Amasya’ya bağlı olan Kavak ilçesine yerleştiler (799/1396-97). ( Feridüretü'l Evliyâ, s. 270. Şemseddin Sâmi: Kâmus-u Âlâm)

    Şeyh Hamza (Kurtboğan) ailesiyle beraber geldiği Amasya'da küçük Şemsettin'i pekiyi yetiştirmiştir. (Emir Hüseyin Enîsî: Menâkıb-ı Akşemseddin, s. 4)

    İlk tahsilini babasından alan Akşemseddin, 7 yaşında hafız olmuş,Amasya ve Osmancık medreselerinde eğitimini tamamlamıştır.

    Kur’an’ı ezberleyip kuvvetli bir dinî tahsil gördükten sonra Akşemseddin, müderrislik payesi almış ve Osmancık Medresesine müderris olmuştur. Akşemseddin ayrıca, tıbba ve eczacılığa merak sararak tıp ilmini öğrenmiş, Daha önceden Abdülkâdir Geylânî(k.s), İmam-ı Gazali(k.s) ve Muhammed Celaleddin-i Rumi(k.s)  örneklerinde görüldüğü gibi, ilim tahsili ile tatmin olmamış, irfan tahsili için müderrisliği ve medreseyi terk etmiş,   

    Babası da büyük bir âlim veli idi. Babasının vefat ettiği, toprağa verildiği günün gecesi bir kurt gelip, babasının kabrini açtı. Beldeye musallat olan kurt, yeni mezarları bulup ölüyü çıkararak parçalardı. Şeyh Hamza’yı da parçalamak ve yemek istemişti. Fakat Şeyh Hamza, elini uzatarak, o kurdu boğazından sıkıp öldürdü. Sabah ziyarete gelenler kurdu ölü, Hamza’nın elini de mezardan çıkmış buldular. Hâl sâhibi biri; “Kurda değdiği için, Şeyh Hamza’nın mübârek elinin yıkanması lâzımdır.” dedi. Elini yıkadılar. El, hemen içeri çekildi. O günden beri Akşemseddîn’in babası, Kurtboğan lakabı ile meşhûr oldu.

    Akşemseddîn, babasının vefâtından sonra tahsîline devâm ederek kısa sürede tüm şer’i ilimlerle birlikte tıp ilmini de tahsil ettikten sonra Osmancık medresesine müderris (profesör) oldu. Burada günün belli saatlerinde ders verir artan zamanlarda nefsinin terbiyesi ile meşgûl olurdu. Devamlı takvâ üzere Hak’la birlikte bulunurdu.Şeyh Hamza (Kurtboğan adıyla meşhurdur) âlim biridir ve oğlunu mükemmel yetiştirmiştir. Mübarek, dudak uçuklatacak kadar zekidir. Hızlı ilerler ve genç yaşta müderris olur. Osmancık medreselerinde talebe okutur. Evet, yörede hatırı sayılır bir âlimdir, ancak işin hâkikatına varmak ister. Bunun tek yolu vardır “ledün ilminde mütehassıs bir velinin” huzurunda diz çökmek.

    Arar, sorar, istihareye yatar. Zihninde iki isim berraklaşır. Bunlardan bir tanesi Hâlep’te ki Zeynüddin Hafi Hazretleridir. Diğeri Ankara’daki Hacı Bayram-ı Veli. Akşemseddin yakından başlar.  Ondaki bu hâlleri görenler ve bilenler kendisine zamânın büyük velîsi Hacı Bayram Hazretleri’ne gitmesini tavsiye ettiler. Bu tavsiyelere uyan ve tasavvuf yolunda yükselmek isteyen Akşemseddîn Hazretleri müderrislik görevini bırakarak, Ankara’ya gider.Daha öncede  Tasavvufa olan ilgisinden dolayı, önce İran'ı dolaşmış, ama umduğunu bulamadığı için yeniden Anadolu'ya dönmek zorunda kalmıştı.(Emir Hüseyin Enîsî: Menâkıb-ı Akşemseddin, s. 8)

    Bazı insanlar vardır ki doğduğu zamana ait değildir. Çağların ötesinde yaşarlar. Onlar ışık olur çevresini aydınlatırlar. Onlar tutunacak dalların bütün bütün kırıldığında kalpleri ve kafaları sözlerin güzelleriyle aydınlatmıştır insanoğlunu. İnsan için faydalı olan bilgi, bilgilerin en üstünüdür, en güzel rehberdir. 

    O ki, İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’in hocası, Onun hocası, “Hacı Bayram Veli” Onun da hocası ise, “Hâmid-i Velî”, diğer bir adı ile “Somuncu Baba” Hazretleri’dir. 

    Anadolu'da ise, Akşemseddin'e Ankara'da bulunan Hacı Bayram Veli'yi tavsiye etmişler ve ona şöyle diyorlardı:“Kazandığın şu zahiri ilmini mana ilmiyle, bilgini aşk ile, akıl vergisini kalp ve gönül vergisiyle tamamlaman gerek. Bu da yalnız olmaz. Sana bir mürşit lazım. Kalk Ankara'ya git. Orada Hacı Bayram Veli'ye müracaat et. O seni tamamlasın, bütünleşin. Sen bu dünyaya lazım bir insansın.( Nezihe Araz: Anadolu Evliyaları, s. 151-152)

    Devamlı takvâ üzere hakla birlikte bulunurdu. Yüksek ahlâk sâhibi idi. Ondaki bu hâlleri görenler ve bilenler kendisine zamânın büyük velîsi Hacı Bayram hazretlerine gitmesini tavsiye ettiler. Bu tavsiyelere uyan ve tasavvuf yolunda yükselmek isteyen Akşemseddîn hazretleri müderrislik görevini bırakarak, Ankara'ya geldi. Rastladığı bir kimseye Hacı Bayram-ı Velî'yi nerede bulabileceğini sordu. O da karşı sokakta yanında iki talebesiyle gezen bir zâtı göstererek;"İşte şu gördüğün, dükkan dükkan gezerek para toplayan kişi Hacı Bayram'dır." dedi.

    Ankara'ya gelen Akşemseddin hazretleri, Hacı Bayram Veli(k.s)'nin öğrencilerinin nefislerini kırmak, fakirlere yardım etmek ve yoksullara ikramda bulunmak için de olsa cer ve yardım kabul etmesi, çarşı pazarda devran yaptırması gibi hallerini görünce, Akşemseddîn hazretlerinin yüzü buruştu kalbi sıkıntıyla doldu. Demek meşhur velî Hacı Bayram dükkândükkân para topluyor, buralara kadar kendimi boşuna yormuşum diyerek oradan uzaklaştı,bu hallerinden hoşlanmadığı için Ankara'dan ayrılır ve başka bir mürşid aramak için Halep'e gider. (Taşköprülüzâde: Şakayık-ı Nûmâniye, c. 1, s. 138. Emir Hüseyin Enîsî: Menâkıb-ı Akşemseddin, s. 7)

    Şöhreti Anadolu’ya kadar yayılmış bulunan intisap için ve meşhur velî Şeyh Zeynüddîn-i Hâfî hazretlerine talebe olmak ve onaintisap gâyesiyle Haleb'e doğru yola çıktı. Günlerce yol alan Akşemseddîn Haleb'e bir konak mesâfeye geldiğinde bir hana indi. Sabah, elleri yüzünde korku, şaşkınlık ve dehşet içerisinde uyandı. Hâlâ gördüğü rüyânın etkisi altındaydı. Sabah namazını edâ eden Akşemseddîn, Haleb yerine tekrar geri Ankara istikâmetine döndü. Oysa Haleb'e bir saat kalmıştı. Onu geri döndüren, Akşemseddîn hazretleri ile ilgili bir rüyâ idi ve hep bu düşün tesiri ile yürüyordu.(Taşköprülüzâde: Şakayık-ı Nûmâniye, c. 1, s. 241. Nezihe Araz: Anadolu Evliyaları, s. 153-154)

    Rüyâsında boynuna takılan bir zincir Hacı Bayram'ın elindeydi. Akşemseddîn, Haleb'e gitmek istedikçe Hacı Bayram zinciri çekiyordu. Tam boğulmak üzere iken uyanmıştı. Rüyâ tâbiri gerektirmeyecek kadar açıktı. Akşemseddîn hızla Hacı Bayram'a gelirken; "Ne yaptım ben" diyerek kendi kendine söyleniyordu. 

    Ankara'ya gelip, Hacı Bayram-ı Velî'nin dergâhına ulaşınca, onun talebeleriyle tarlada çalıştığını öğrendi. Hemen oraya koştu, fakat Hâcı Bayram hiç iltifat etmedi. Akşemseddîn, diğer talebeler gibi tarlada çalıştı. Yemek vakti gelince, Akşemseddîn'in yüzüne bakmadı. Hacı Bayram, hazırlanan yemeği talebelerine taksim etti, artığını da köpeklerin çanağına döktürdü. Akşemseddîn, bir onlara bir de kendine bakarak, nefsine; "Sen buna lâyıksın!" diyerek, köpeklerin önüne konan yemekten yemeye başladı. Hacı Bayram-ı Velî, onun bu tevâzusuna dayanamayarak;"Köse, kalbimize girdin, gel yanıma!" diyerek gönlünü alıp sofrasına oturttu. Sonra;"Zincirle zorla gelen misâfiri böyle ağırlarlar." dedi. Akşemseddîn buna çok sevindi ve kendini onun irfan meclisine verdi.

    Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Akşemseddîn'i diğer talebelerinden daha zor imtihanlara tâbi tuttu. Nefsini terbiye ve ıslah etmekte büyük sıkıntılar çektirdi. Bir defâsında yedi günde bir kaşık sirkeden başka bir şey yedirmedi. Ancak Akşemseddîn bütün bunlardan memnun ve hattâ kendisi daha fazlasına tâlipti. Nitekim nefsinin istediği şeyleri yapmamakta şeyhinin kendisine buyurduğu tâlim ve terbiyedeki şiddet derecesini kendi isteğiyle artırdığı zaman Hacı Bayram hazretleri ona:"Yâ Köse nice riyâzet eylersin, nefsin isteklerinden sakınırsın, âkıbet nûr olursun. Vefât ettikten sonra seni kabrinde bulamazlar!" dedi.

    Böylece Akşemseddîn hazretleri kısa zamanda tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi ve Hacı Bayram hazretlerinden icâzetini, diplomasını aldı. (H.833.M.1429-30).

    Onun kısa sürede icâzet alması bâzılarına zor geldi. Hacı Bayram-ı Velî'ye;"Diğer dervişlere kırk yıldır hilâfet vermedin, az müddet içinde Akşeyh'e hilâfet verdin. Hikmeti nedir?" diye sordular. Hacı Bayram-ı Velî de;"Bu zeyrek, uyanık ve akıllı bir kösedir. Her ne görüp duydu ise hemen inandı. Sonra hikmetini yine kendisi anladı. Fakat yanımda kırk yıldan beri hizmet eden bu talebeler, hemen gördüklerinin ve duyduklarının aslını ve hikmetini sorarlar. Ona hilâfet verilişinin sebebi budur." cevâbını verdi.

    Akşemseddîn hazretleri, hocası Hacı Bayram-ı Velî'nin ileride bir büyük fethin mânevî fâtihliği müjdesine de nâil oldu.

    Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin tahsil ve terbiyesiyle irşâd makâmına yükselen Akşemseddîn hazretleri önce Beypazarı'na yerleşti. Orada bir mescid, bir değirmen yaptırdı. Halkın etrâfına toplanması üzerine İskilip'te Evlek'e oradan da Göynük'e gelip mekân tuttu. Birgün bir kişi gelip, Akşemseddîn'e bir mikdâr mülk bağışladı. Akşemseddîn hazretleri o yerin üzerine gelince, tebessüm etti. "Niçin tebessüm ettiniz?" diye sordular. 

    O da;"Otuz sene kadar önce seyâhat ederken, yolum buraya düşmüştü. Görünce gönlüm buraya meyil etmişti. Gönlümden geçen bu arzu, otuz yıl sonra gerçekleşti. Onu hatırladım ve tebessüm ettim." cevâbını verdi.

    Hacı Bayram hazretleri Ankara'da fenâ âleminden bekâ âlemine göç etmek üzere iken; son sözleri:"Benim namazımı Akşemseddîn kıldırsın ve cenâzemi yıkasın. Bu haberimi ona iletirsiniz!" oldu ve vefât etti. O sırada Akşemseddîn orada değildi ve nerede bulunduğunu kimse bilmiyordu. Talebeler ile Hacı Bayram-ı Velî'nin yakınları, merak ve hayret içinde kaldılar. Bâzı kimseler;

    "Hacı Bayram-ı Velî'nin bu sözü, ölüm hâlinde söylenen sözlerdendir. Buna pek îtibâr edilmez." dediler. Kararsız ve üzüntülü bir halde yollara bakarlardı. O esnâda; "Akşemseddîn geliyor!" diye bir ses işitildi. Halk Akşemseddîn'i karşıladı ve olup biteni haber verdi. O da vasiyet üzerine yıkayıp namazı kıldırdıktan sonra, Hacı Bayram-ı Velî'yi defn etti. 

    İşler bitince, Hacı Bayram-ı Velî'nin doksan bin akçe borcu olduğunu öğrendi ve otuz bin akçesini ödemeyi vâdetti. Kalanını da Hacı Bayram-ı Velî'nin yakınları ile dostları ödediler. Akşemseddîn, üzerine aldığı otuz bin akçenin yirmi dokuz binini ödedi ve geriye bin akçe kaldı. Alacaklı, Akşemseddîn'e gelerek hepsini istedi. "Birkaç gün müsâade et." dediyse de, faydası olmadı. Sert ve küstah bir şekilde bir dakika bile bekleyemeyeceğini bildirdi. Bu söz üzerine fevkalâde müteessir olan Akşemseddîn hazretleri alacaklıyı içeri çağırdı. Evin önünde bir bahçe vardı. 

    Ona;"Bahçeye gir, alacağın bin akçeyi al. Fazlasını alma!" dedi. O kimse, bundan sonraki durumunu şöyle anlatıyor:"Bahçeye girdim. Bahçenin içinde yassı yapraklı bir ot vardı. Her yaprağın üzerinde bir akçe vardı. O otta o kadar çok yaprak vardı ki, sayısını ancak Allahü teâlâ bilir. Onun yapraklarından bin akçe topladım. Fakat yaprakların üzerinden bir akçenin eksilmemiş olduğunu gördüm. Bahçenin içi de akçe ile doluydu. Bu hâli görünce, hayrette kaldım. Dışarı çıkıp, o bin akçeyi Akşemseddîn'in önüne koydum. "Bu akçeleri size bağışladım." dedim, yalvardım ve özür diledim. Fakat Şeyh, o bin akçeyi kabûl etmedi."

    Akşemseddîn hazretleri hocasının vasiyetini yerine getirdikten sonra tekrar Göynük'e geldi. Burada da bir mescid ve değirmen inşâ eyledi. Bir yandan oğullarının, diğer taraftan da kendisine intisâb edip gönül veren talebelerinin tâlim ve terbiyeleriyle uğraşıyordu.

    Tıb ilminde de kendini yetiştiren Akşemseddîn hazretleri çeşitli hastalıklara, hangi otlardan hazırlanan ilaçların iyi geleceğini bilirdi. Bu husustaki ilmi dillere destan idi. Bulaşıcı hastalıklar üzerinde de çalışmalar yaptı. Çünkü o devirde salgın hastalıklar binlerce insanın ölümüne sebeb oluyordu. Akşemseddîn hazretleri, etkileri bakımından kansere benzeyen seretân denilen bir hastalıkla da uğraşmıştı. Tıptaki şöhreti o dereceye vardı ki birkaç defâ Edirne sarayına çağrıldı.

    Akşemseddîn, birçok talebe yetiştirmiştir. Bunlar arasında zâhirî ve bâtınî ilimleri çok iyi bilen yedi oğlu da vardı. Oğulları şunlardır: Muhammed Sadullah, Muhammed Fazlullah, Muhammed Nûrullah, Muhammed Emrullah, Muhammed Nasrullah, Muhammed Nûr-ul-Hudâ ve Muhammed Hamîdullah. Meşhûr halîfeleri ise: Muhammed Fazlullah, Harizatü'ş-Şâmî Mısırlıoğlu, Abdürrahîm Karahisârî, Muslihuddîn İskilibî ve İbrâhim Tennûrî'dir.

    O ARADIĞINIZ HACI BAYRAM

    Hacı Bayram-ı Velî, hem talebelerini yetiştiriyor, hem de belli saatlerde câmide insanlara vâz ve nasîhat ediyordu. Herkes Hacı Bayram-ı Velî'nin vâzlarına koşuyor, bâzı kerâmetlerini görünce, ona daha çok bağlanıyorlardı. Bu şekilde Hacı Bayram'ın etrafında pekçok kimsenin toplandığını gören bâzı hasetçiler, Pâdişâh İkinci Murâd Hana;

    "Sultânım! Ankara'da Hacı Bayram isminde biri, bir yol tutturarak halkı başına toplamış. Aleyhinizde bâzı sözler söyleyip saltanatınıza kasdedermiş. Bir isyân çıkarmasından korkarız!" diyerek iftirâlarda bulundular. Bunun üzerine sultan, durumun tetkik edilmesi için iki kişi vazifelendirip;

    "O kimseyi hemen gidip huzûrumuza getirin. Emrimize baş kaldırıp isyân ederse, zincire vurarak getirin!" emrini verdi.

    Vazifeli çavuşlar, ellerinde pâdişâhın fermânı olduğu hâlde, Edirne'den kalkıp süratle Ankara'ya gittiler. Şehre yaklaştıklarında önlerine, yaşlı, nûr yüzlü bir kimse ile bir genç çıktı. Selâmlaştıktan sonra ihtiyâr zât;

    "Evlâtlarım! Nereden gelip nereye gidiyorsunuz?" diye sorunca, onlar da;

    "Ankara'da Hacı Bayram isminde biri, etrâfına adamlar toplayıp, Pâdişâhımıza başkaldırmış. Onu yakalayıp pâdişâhın huzuruna götüreceğiz." dediler. Çavuşların bu sözünü bekleyen ihtiyâr zât;

    "O aradığınız Hacı Bayram bu fakîrdir." diyerek, kendisini gösterdi. Çavuşlar bir fermâna baktılar, bir de Hacı Bayram-ı Velî'ye. Aradıkları isyâncı bu olamazdı. Bu nûr yüzlü, hoş sözlü zât, hiç isyân edecek birine benzemiyordu. Hacı Bayram-ı Velî'ye tekrar tekrar dikkatle baktıktan sonra, birbirlerine;"Gidelim, Sultanımıza gidelim. Bu zâtın mâsûm olduğunu, söylenilenlerin yanlış olduğunu bildirelim." dediler.

    Hacı Bayram;"Evlatlar! Sizin geleceğinizi biliyorduk. Onun için yola çıkıp sizi bekledik. Pâdişâhımızın fermânı başımız üzerindedir. Haydi durmayınız, elimi zincirle bağlayınız ve bir an önce buradan gidelim." buyurdu. Bu sözlere iyice hayret eden çavuşlar;"Sizi yanlış anlatmışlar efendim. Size karşı edepsizlik etmeye hayâ ederiz. Hele zincire vurmak hiç aklımızdan geçmez. Mâdem ki emrediyorsunuz, buyurunuz gidelim." dediler.

    Hacı Bayram ile yanındaki genç talebesi Akşemseddîn, çavuşlarla birliket Edirne'ye doğru yola koyuldular. Hacı Bayram-ı Velî, yol boyunca çavuşlarla sohbetler etti, onlar nasîhatlerde bulundu. Günler sonra Çanakkale Boğazından geçip, Edirne'ye geldiler. Sarayda Sultan İkinci Murâd Han, söylentilere göre devletin selâmetine kasdeden ve tahtına göz diken bir eşkıyâ beklerken, karşısında; nûr yüzlü, kâmil bir velî gördü. Hayretini saklamayarak, onu baş köşeye oturttu. Utancından bu büyük velînin yüzüne bakamadan;"Yolculuğunuz zahmetli oldu herhalde." dedi.

    Hacı Bayram-ı Velî ise tebessümle;

    "İyi bir vesîle oldu. Birçok yerde ve buralarda epeyce mâneviyât âşıkları gördük ve tanıştık." diyerek, pâdişâhı rahatlattı.

    Sohbete başladılar. Sultan Murâd, şehzâdeliğinden beri ilme pek meraklıydı ve büyük bir âlim olarak yetişmişti. Hacı Bayram-ı Velî konuştukça, ilminin yüksekliğini daha iyi anladı. Tâ Ankara'dan buraya kadar getirttiğine çok üzüldü, tanışmakla şereflendiği için de çok sevindi. Tasavvuftaki bâzı müşkillerini Hacı Bayram-ı Velî'ye sordu. Aldığı cevaplardan ziyâdesiyle memnun oldu. Pekçok ihsânda bulunup, hediyeler verdi. 

    Fakat Hacı Bayram-ı Velî;"Sultânım! Bizim dünyâ malında gözümüz yoktur. Siz onları, ihtiyâcı olanlara veriniz." diyerek nâzikçe reddetti. Pâdişhâh ısrar edince de;"Mutlaka ihsânda bulunmak istiyorsanız, talebelerimizin, devlete vereceği vergilerden muaf tutulmasını arzu ederiz." dedi. Pâdişâh da memnuniyetle kabûl etti. Hacı Bayram-ı Velî'yi günlerce sarayda misâfir etti, izzet ve ikrâmda bulundu.

    İSTANBUL'UN FETHİ

    Başbaşa sohbet ettiği günlerden birinde; konu İstanbul'un fethine gelmişti. Murâd Han Gâzi;"Allahü teâlânın izniyle, evliyânın himmet ve bereketleriyle İstanbul'u almak istiyorum. Rahmetli dedem Yıldırım Bâyezîd Han bu işe girişti. Fakat bir netice elde edemedi. Devlet-i âl-i Osman'ın toraklarının ortasında bir Bizans Devletinin olmasına hiç gönlüm râzı değil. Sevgili Peygamberimizin de fethini müjdelediği bu İstanbul bize lâzım. Bunu almak için de himmetinizi, yardımınızı bekliyorum." dedi.

    Murâd Han bu sözleri söylerken, Hacı Bayram-ı Velî derin bir tefekküre dalmış, onu dinliyordu. Sultanın sözü bittikten bir süre sonra şöyle konuştu:

    "Sultânım! Bu şehrin alınışını görmek ne size, ne de bize nasîb olacak. İstanbul'u almak, şu beşikte yatan Muhammed'e (Fâtih Sultan Mehmed Han) ve onun hocası, bizim Köse Akşemseddîn'e nasîb olsa gerektir." müjdesini verdi. Sonra geleceğin Fâtih'ini kucağına aldı. Onun gözlerine bakarak, uzun uzun teveccühlerde bulunda. Sultan Murâd Han, bu müjdeye çok sevindi. Oğlu şehzâde Muhammed'e ve Akşemseddîn'e artık başka bir nazar ile bakmaya başladı.

    Akşemseddin Hazretleri Fatih Sultan Mehmet Han’ı yetiştirmiş önemli bir eğitmendir. Tarihe not düşen faaliyetleri ile ecdadımızın önemli simalarından biri olmuştur. Eğiticiliği yanında tabipliği, şairliği, yazarlığı ve tasavvufî kişiliği gibi daha birçok başka yönü ile de zengin bir kişiliğe sahip olan Akşemseddin adeta bugünün tabiri ile “on parmağında on marifet” bulunan bir şahsiyettir. Kaleme aldığı eserler ile her yönden derinlikli bir birikime sahip olduğunu ispatlamıştır. Bu sebeple neslimize her yönü ile tanıtılmalıdır. 

    Hoca Akşemseddin önemli bir rol model olarak gençliğimiz ve gelecek nesiller için muazzam bir numune şeklinde karşımızda durmaktadır. “İstanbul’un manevi fatihi” unvanı ile nam salmış olan Akşemseddin’in Fatih Sultan Mehmet Han’ın beşikte iken lalalığına yani eğiticiliğine tayin edilip onu nasıl İstanbul’un fethine hazırladığı ve bu süreçte ne gibi çabalar içinde bulunduğu hususunda bilgilendirmelerde bulunacağız.

    İlim, sanat ve siyasi hayatın örnek şahsiyetlerinden biri olan Fatih’in yetişmesinde temele ilk harcı koyan babası Sultan Murad Han’dır. Mânevi değerlere tutunmuş, kahraman olduğu kadar âlim ve şair olan bu ulu arifin, Fatih’in ruhunda tutuşturduğu meşale, kendisinden sonra gelen Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi devrinin en mümtaz âlim ve mürşitleri ile beslenerek kuvvetlenmiş ve sürekli olarak etrafını aydınlatmıştır. Sultan Murat Han’ın, özellikle oğlu Fatih’in yetişmesinde takip ettiği ciddi ve disiplinli eğitim şekli, daha sonra sistemleşerek, diğer şehzadelerin de yetiştiği bir müessese halini almıştır.

    Sultan Murad’ın asıl büyüklüğü, Fatih gibi müstesna bir evladın yetişmesinde gerekli rolü ifa etmesidir. Çünkü o büyük insan, siyasî görüşü kuvvetli, nüfuzlu bir hükümdar olan ve seyf-i İslam’ın elinde tutacak Fatih’i keşfetmesi, onun ileri görüşlü ve keramet ehli olduğunu gösterir.Bir aksiyon insanı olan Fatih Sultan Mehmed’in çocukluğunun ilk yılları, cevval ruhlu olması, ata binme ve cirit gibi sporlara meraklı olmasından dolayı oldukça hareketli idi.

    Padişah’a Tokat...

    Akşemsettin, Fatih Sultan Mehmet’i eğittiği zamanlar, Fatih sınıfta hiç durmaz, önünde oturan çocuklara kalem batırırdı. Akşemsettin bir şey dediği zaman ‘Sen bana bişey diyemezsin, ben padişahın oğluyum’ derdi. Akşemsettin artık bu durumdan rahatsız ama bir o kadarda çaresizdi. Padişahın karşısına bu konu hakkında gitmekten hayâ ediyordu. Birgün herşeyi göze alıp padişahın huzuruna çıktı ve olanları ona sıkılarak anlattı. Padişah durum karşısında bir müddet düşündü ve o müthiş planını Akşemsettinin kulağına usulca açıkladı. Akşemsettin plan konusundaki rahatsızlığını padişaha ilettiysede padişah onu dinlemedi ve bu iş olacak dedi. Ertesi gün yine ders ortamında ve yine Fatih yaramazlık yapıyordu. Hocası Akşemsettin’in uyarısına yine aynı tehdit cevabını verdiği sırada padişah ansızın kapıyı açıp içeri girdi. Olay karşısında Akşemsettin hiddetlenerek padişaha bağırdı ve bir tokat atarak, bu şekilde sınıfa giremeyeceğini izin istemesi gerektiğini söyleyerek dışarı çıkmasını istedi. Padişah mahçup bir şekilde boynunu bükerek özür diledi ve dışarı çıktı. Olaylar karşısında Fatih’in nutku tutulmuş ne yapacağını şaşırmıştı. Güvendiği babası tokat yemişti. Fatih allak bullak olmuştu. O günden sonra Fatih bambaşka biri olmuştu.

    AKŞEMSEDDİN’İN İSTANBUL’UN FETHİNDEKİ YERİ

    Akşemseddin'in asıl ünü, II. Murat'ın emir ve isteğiyle II. Mehmed'in hocalığına tayin edilişiyle başladı. İstanbul’un fethi sırasında büyük yararlılıklar göstermiş, genç sultanı teşvik ederek zaferin kazanılmasında önemli katkılarda bulunmuştu. Akşemseddin çocukları, öğrencileri ve müritleriyle birlikte fetih ordusuna katıldı.

    Akşemseddin, şeyhi Hacı Bayram’ın II. Murad’la münasebetlerinde hemen daima yanında olduğundan oğlu II. Mehmed ile de tanışmış ve tahta çıktıktan sonra da onunla görüşmeye devam etmişti. Tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber İstanbul’un fethinden önce iki defa Fâtih’in yanına Edirne’ye giden Akşemseddin, ilkinde II. Murad’ın kazaskeri Çandarlıoğlu Süleyman Çelebi’yi, öbür defasında da Fâtih’in kızlarından birini tedavi ederek iyileştirmiş, Fâtih’in kızı da kendisine Beypazarı’ndaki pirinç mezraalarını vermişti. Fâtih 1453 yılı baharında İstanbul’u muhasara etmek üzere ordusuyla Edirne’den yola çıkınca Akşemseddin, Akbıyık Sultan ve devrin diğer tanınmış şeyhleri de yüzlerce müridleriyle ona katıldılar. Akşemseddin kuşatmanın en sıkıntılı anlarında gerek padişahın gerekse ordunun mânevî gücünün yükseltilmesine yardımcı oldu. Araştırmacılar, Akşemseddin’in bu sıkıntılı anlarda zaferin yakın olduğu müjdesini vererek sabredip gayret göstermesi gerektiğine dair Fâtih’e yazdığı mektupların fethin kısa zamanda gerçekleşmesinde büyük bir tesiri olduğunu belirtmektedirler.(İnalcık, s. 131). 

    Fetihten sonra Ayasofya’da kılınan ilk cuma namazında hutbeyi Akşemseddin okuduğu gibi, İslâm ordularının daha önceki kuşatmalarından birinde şehid düşmüş olan sahâbeden Ebû Eyyûb el Ensârî’nin kabrini de Fâtih’in isteği üzerine yine o keşfetti. Fâtih tarafından kiliseden çevrildikten sonra Fâtih medreseleri yapılıncaya kadar önce medrese olarak kullanılan Zeyrek Camii’nin güney ihata duvarında pencere üstündeki bir kitâbeden, Akşemseddin’in İstanbul’da bulunduğu yıllarda burada oturduğu ve ders verdiği anlaşılmaktadır (bk. Ayverdi, III, s. 537). Fetihten sonra padişahın taç ve tahtını terkedip bütünüyle şeyhe bağlanmak ve ondan tarikat ahkâmını öğrenmek istemesi üzerine Akşemseddin büyük bir dirayet göstererek Fâtih’in bu arzusuna engel olmaya çalıştı. Bunu başaramayacağını anlayınca Gelibolu üzerinden Anadolu yakasına geçerek Göynük’e döndü. Sultanın, gönlünü almak üzere arkasından gönderdiği hediyeleri geri çevirdiği gibi Göynük’te yaptırmak istediği cami ve tekkeyi de kabul etmeyerek sadece bir çeşme yapılmasına razı oldu.

    Akşemseddin'in on iki evladı olduğundan bahsedilmekte ise demevcut diğer kaynaklarda sadece on çocuğundan söz edilmektedir. Akşemseddin Hazretlerinin asıl ünü, Sultan II. Murat'ın emir ve isteğiyle II. Mehmed'in hocalığına tayin edilişiyle başlamıştır. Akşemseddin, II. Mehmed'e danışmanlık yapıp İstanbul'un fethine katkıda bulunmuştur. Akşemseddin çocukları, öğrencileri ve müritleriyle birlikte fetih ordusuna katılmışlardır. (İbrahim Koç: İstanbul'un Manevi Fatihi Akşemseddin. Elest Yayınları, İstanbul, 2007, 2. Basım, s. 68129.)

    Akşemseddin İstanbul kuşatmasının en kritik günlerinde II. Mehmed'e bir mektup yazmıştır.II. Mehmed Akşemseddin ile İstanbul'a girişte şehir halkı tarafından karşılanıyor, şehir halkı Akşemseddin'i II. Mehmed sanıp ona çiçekler uzatılıyor. Akşemseddin ise "Padişah ben değilim" diyerek yanındaki II. Fatih Sultan Mehmed'i gösteriyordu. II. Mehmed ise "Hünkar benim ama, o benim hocamdır. Çiçekler O'na Layıktır!" sözüyle tebessüm ediyordu.( Murtaza Gürsoy: İstanbul'un Manevi Fatihi Akşemseddin. Elest Yayınları, İstanbul, 2007, 2. Basım, s. 78)

    II. Mehmed İstanbul'un fethin ardından Ayasofya'da hutbesini tamamladıktan sonra, minberden indi ve Akşemseddin'i imâmete geçirdi. Böylece Akşemseddin, fethin ilk Cuma namazını kıldırmış oldu.( Ahmed Muhtar: Feth-i Celîl-i Konstantiniye, s. 273)

 Ayrıca Akşemseddin, Fetih'ten sonra II. Mehmed isteği üzerine Ebu Eyyûb el-Ensarî'nin kabrini tespit ettiği rivayet edilir.( Murtaza Gürsoy: Meşhur Eyüp Sultan, s. 179-180.İbn Esîr: Üsdülgâbe, c. 2, s. 90.El-İstiâb, c. 1, s. 151)

    Akşemseddin ve Tıp

    Akşemseddin, bilim'de ve tasavvufta olduğu gibi, tıp ve eczacılık alanında da büyük bir üne sahipti. Fakat kaynaklarda Akşemseddin'in tıp ilmini kimden ve nasıl öğrendiğine dair net bir bilgi yoktur. Bununla alâkalı İskoç oryantalist Elias John Gibb, History of Ottoman Poetry adlı eserinde, Akşemseddin'in tıp alanındaki ilmini, Hacı Bayram Veli ile beraber olduğu yıllarda elde ettiğini kaydetmekte ve kendisinden âlim ve mübarek bir kimse diye söz etmektedir

    Sadece beden hastalıkların değil, aynı zamandan ruh hastalıklarının da hekimi olan Akşemseddin, ruh hastalıklarını da tedâvi ederdi.( Elias John Wilkinson Gibb: History of Ottoman Poetry. Londra, 1900-1909, c. 3, s. 138.Taşköprülüzâde: Şakayık-ı Nûmâniye, c. 1, s. 147.Nezihe Araz: Anadolu Evliyaları. Nişancızâde Muhammed bin Ahmed: Mirat-ı Kâinat, s. 556. Emir Hüseyin Enîsî: Menâkıb-ı Akşemseddin, s. 12.)

    Talebelerinden Şeyh Mısırlıoğlu Abdurrahîm anlatıyor:"Hocam Akşemseddîn ile Edirne'ye gitmiştik. Sultan Murâd Hanın kazaskeri Süleymân Çelebi hasta idi. Bizi saraya dâvet ettiler. Sultanın tabibleri Süleymân Çelebi'nin etrafında ona ilâç veriyorlardı. Hocam tabiblere bunun hastalığı nedir? Diye sordu. Onlar;"Şu hastalıktır." diye cevap verdiler. Hocam;"Buna Sersam ilâcı yapmak lâzımdır." buyurdu. Tabibler;"Bunun hastalığı o değildir amma sen yine o ilâcı ver." deyip gittiler. Ben çok üzülmüştüm. Zîrâ hocamın hastalığa tam vâkıf olamadığını zannetmiştim. Hocam divitle kalem istedi, reçetesini yazdı. İlaçlarını hazırladı ve Süleymân Çelebi'ye verdi. Aradan kısa bir zaman geçince, Süleymân Çelebi'de sıhhat alâmetleri belirdi ve iyi oldu."

    Yine Fâtih Sultan Mehmed Han'ın kızı Gevherhan Sultan hastalanmıştı. Tabibler tedâvide âciz kalıp özür dilediler. Sonunda Akşemseddîn hazretlerine mürâcaat edildi. Onun yazdığı ilâç Allahü teâlânın izni ile iyi geldi.

    Bunun üzerine yeniden Ankara'ya döndü. Hacı Bayram Veli'nin yanında özel ilgi ve sıkı bir riyâzet ve mücâhadeye alınan Akşemseddin, kendisine gösterilen bu ihtimamı en iyi şekilde değerlendirdi. (Şemseddin Sâmi: Kâmus-u Âlâm, c. 1, s. 265. Orhan Köprülü: 14. ve 15. Asır Türk Menâkıpları, s. 96)

    Akşemseddin’in içinde çileye girdiği hücre bugün de Ankara Hacıbayram Camii bodrumunda mevcuttur ve şeyhin adıyla anılmaktadır. (Ayverdi, IV, s. 893-894).  

    Mikrobun Kâşifi

    Kaynaklarda “tabîb-i ervâh” (gönül hekimi) ve “tabîb-i ebdân” (beden hekimi) olarak zikredilir. Devrinin en iyi hekimi olarak bilinen Akşemseddin, tıp tarihinde ilk defa mikrobu keşfeden âlimdir. O, hastalıkların mikrop yoluyla bulaştığını söylemiş, bu konuda kesin bilgiler veren Fracastor adlı İtalyan hekimden en az 100 yıl önce bu konuya ilk temas eden hekim olmuştur.

    Akşemseddin, Antonie van Leeuwenhoek'in yaklaşık iki asır sonra deneyle keşfettiği mikrobu, Maddetü'l-Hayat adlı eserinde yıllar öncesinde dile getirdi:

    Hastalıkların insanlarda teker teker ortaya çıktığını sanmak hatadır. Hastalık, insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma, gözle görülmeyecek kadar küçük, fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.(İslam Ansiklopedisi, c. 1, s. 320 Taşköprülüzâde: Şakayık-ı Nûmâniye, c. 1, s. 48.Osman Şevki Uludağ: Beş Buçuk Asırlık Türk Tabâbet Tarihi. İstanbul, 1969, s. 35-36.)

    İSTANBUL'UN MANEVİ FATİHİ

    İkinci Murâd Hanın vefâtı ile Osmanlı tahtına çıkan genç pâdişâh Sultan Mehmed, İstanbul'un fethi hazırlıklarını tamamladıktan sonra şehre doğru hareket ederken, Allah adamlarının da ordusunda bulunmasını istedi. Bu dâvet üzerine Akşemseddîn, Akbıyık Sultan, Molla Fenârî, Molla Gürânî, Şeyh Sinân gibi meşhûr âlim ve velîler, talebeleriyle birlikte orduya katıldılar. Yine orduya katılan Aydınoğlu, Karamanoğlu, İsfendiyaroğlu kuvvetleri gibi gönüllü birlikler, İstanbul'un fethinin, bütün Türk-İslâm âlemince mukaddes bir gâye kabûl edildiğini dile getirdiler. Bilhassa talebeleriyle birlikte orduya katılan Akşemseddîn hazretleri ve diğer âlim ve evliyâ zâtlar, askerlere ayrı bir şevk ve azim veriyorlardı. 

    Akşemseddin, ilim ve fazilette olduğu kadar manevi sohbetleriyle de her zaman Fatih Sultan Mehmed’in yanında olup, savaşın en sıkıntılı anlarında duası, teşvikleri ve manevi himmetleriyle fethin kazanılmasında büyük katkısı oldu.

    Asırlar boyu hakkında Doğu’da ve Batı’da çok şeyler söylenen ve ciltlere sığmayan İkinci Mehmed’i, zirveye çıkaran ve ona Fatih unvanını verdiren olay şüphesiz İstanbul’un fethidir. Fatih ve kahraman ordusu bu uğurda kanlarını akıtıp, Peygamberinin müjdesine nail olurken, Akşemseddin, Molla Gürâni, Molla Yegân, Molla Hüsrev, Molla Zeyrek, Akbıyık Sultan, Cebe Ali’lerde Cihangir Sultanın bir an olsun yanından ayrılmamışlardır. Bu muhteşem ekip fethin mimarı, Fatih’in de kolu, kanadı ve tabir caizse ruhu olmuşlardır. O muazzam Osmanlı ruhunu inkişaf ettiren âlimlerin, padişahların, askerlerin ve halkın nasıl bir eğitimden geçtiği araştırılıp, bugünün buhranlarına, problemlerine çare olarak sunulmalıdır.

    “Osmanlı hanedanı bu muazzam devleti nasıl kurdu, hükmünü nasıl yürüttü; idaresi altında toplanan farklı ırkları, çeşitli medeniyetlerden ve farklı diller konuşan milyonlarca insanı birbiri ile nasıl kaynaştırdı?” Bütün bunlar merak ve heyecan ile araştırılmaya değer önemli konulardır. 

    Fatih için söylenen hükümdar, cihangir, serdar, sanatkâr, şair gibi birçok meziyeti yanında belki de en çok bilinmesi gereken deha derecesinde bir âlim ve mütefekkir olmasıydı. Bu vasıflarını hiç yanından ayırmadığı ilim adamlarıyla elde etmişti.

    Fatih Sultan Mehmed, Osmanlı Padişahları içinde en dirayetli, en faziletli ve en ziyade otorite gücüne sahip birisi idi. Fatih’e bu ruhu, bu çelik gibi iradeyi ve harika metaneti kazandıran, Allah’ın yardımıyla Molla Gürani, Molla Hüsrev ve Akşemsettin gibi öğretmenleridir.

    İstanbul’un fethinde, güçlü imanın, yüksek şecaatin ve bunlara destek veren üstün bir askerî gücün elbetteki önemi büyüktür. Ancak bu fethi, başarıların en yücelerinden birisi yapan şey, onun maddi plânda olduğu kadar, manevi plânda da eşsiz olmasıdır.

    Dolayısıyla siyasi otoriteyi genç Fatih, dini otoriteyi Molla Gürani ve manevi otoriteyi de Akşemseddin temsil etmiştir. İşte İstanbul’un fethinin sırrı budur.

    Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul önlerinde ordugâhını kurduktan sonra, düşmana önce İslâmı tebliğ etti. İslâmiyetin emri olan hususları bildirdi. Fakat Bizanslılardan red cevabı alınca, şehri kuşatmaya başladı. Kuşatmanın uzaması ve bir netice elde edilememesi bâzı devlet adamlarını ümitsizliğe düşürdü. Bunlar şehrin alınamayacağını, üstelik bir Haçlı ordusunun Bizans'ın imdâdına koşacağını sanıyorlardı. Bütün bu olumsuz propagandalara karşı orduda pâdişâhı ve askeri fethe karşı gayrete getiren bir din büyüğü vardı; Akşemseddîn. O, şeyhi Hacı Bayram-ı Velî'nin; "İstanbul'un fethini şu çocukla bizim köse görürler!" sözünü biliyor ve tahakkuk edeceğine kalpten inanıyordu.

    İstanbul’un kuşatıldığı günlerde Fatih Anadolu’daki âlimleri ordugâha davet eder. Hepsi mükemmel insanlardır, ancak Akşemseddin’le aralarında anlatılmaz bir muhabbet başlar. Nedendir bilinmez bu akça pakça veliyi görünce içi rahatlar. Tabiri caizse kanı kaynar. İstanbul gibi bir şehri almak kolay değildir. Dev surlar, haçlı yardımları, derin hendekler, aşılmaz zincirler, Rum ateşi denen bela ve güçlü düşman. Bunlar bilinen şeylerdir ve Fatih herbirine tedbir düşünür.

    Yemeği İçmeyi Unutur

    Ancak, bazı komutanlar (ki birçoğu baba emanetidir) zafere inanmazlar. Açıktan açığa “Bu devletin askerine, akçesine yazık değil mi canım?” derler, “Maceranın sırası mı şimdi?”Genç sultanı Bizansla boğuşmak değil, yanındakilerle uğraşmak yorar. Yemeyi içmeyi unutur, uykuyu dağıtır. Kendini fena yıpratır. Geceler boyu ağlar ki yastığı hiç kurumaz. Muhasara başlayalı 50 gün geçer, lâkin gözle görülür bir ilerleme yoktur. Rumlar yıkılan surları anında yapar, o acaib ateşleri ile zemini değil, suyu bile yakarlar. Fidan gibi yiğitler ardarda düşerler toprağa. Sultan Mehmed kalabalıklar içinde yalnızdır. Hatta zaman zaman kuşatmayı kaldırmayı düşünür.

    Akşemseddin hazretleri onun zihninden geçenleri okur. “Sakın ha!” der, “Asla vazgeçme!” Zira o, müjdeyi Hızır Aleyhisselam’dan alır. Zaferden zerre kadar şüphesi yoktur. 

    Akşemseddi’nin Fatih Sultan Mehmed’e ettiği dua; 

    İstanbul Fethedilmesi için;

    “Ya Rab! Ümmetini sevindir. Bak, senin ordun kâfirin kalesini kuşattı. Kanını sel gibi akıttı.

    Onları mücadelelerinde yalnız bırakma! İslam ümmetine yardımlarını esirgeme. Onları kâfirlere karşı muzaffer kıl!”


AKŞEMSEDDİN HAZRETLERİ 2.BÖLÜM ►


Etiketler: Akşemseddin Hazretleri Kimdir Hayatı Türbesi, Akşemseddin Hayatı, Mikrobu İlk Bulan, Fatih Sultan Mehmed'in hocası, İstanbul'un Fethi, Akşemseddin Türbesi, Mezarı | Mekteb-i Derviş

Not: HTML'e dönüştürülmez!
    Kötü           İyi
Benzer Konular