Mekteb-i Derviş | İslam

    İMAM-I RABBANİ (R.A.) KİMDİR? HAYATI, ESERLERİ, SÖZLERİ, VEFATI, MEZARI

    (D.H. 971 M.1563 - V.H. 1034 M.1624))

    Hindistan'da yetişen en büyük veli ve âlim. Ariflerin ışığı, velilerin önderi, İslam’ın bekçisi, Müslümanların baş tacı, müceddid, müçtehit ve İslam âlimlerinin gözbebeği. Silsile-i aliyyenin yirmi üçüncüsüdür. Nakşibendiyye tarikatının Müceddidiyye kolunun kurucusu...

    Doğumu ve İlim Tahsili

    İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'abidin'dir. Lakabı Bedreddin, künyesi Ebü'l-Berekat'dır. Ebü’l-Berekât Ahmed b. Abdilehad b. Zeynilâbidîn el-Fârûkī es-Sirhindî;(H. 14 Şevval. 971.Miladi, 26 Mayıs 1563 yılında Hindistan'ın Doğu Pencap Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmam-ı Rabbani ismiyle tanınmıştır. İmam-ı Rabbani, Rabbani âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicri ikinci bin yılın müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı Müceddid-i elf-i sani, ahkâm-ı İslamiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, Sıla ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer(r.a)'in soyundan olduğu için, Faruki nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, Serhendi denilmiştir. İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) Şeyh Mahdûm’un yedi oğlundan dördüncüsüdür. Şeyh Mahdûm’un diğer oğulları da nisbet sahibi, salih kimselerdi.(Muhammed Fadlullah el-Fârûkî, Umdetü’l-Makâmât, çev. Süleyman Kuku, Damra Yayınları, s. 116)

    Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, imam-ı Rabbani Müceddid-i elf-i sani Şeyh Ahmed-i Faruki Serhendi'dir.

    Babası Şeyh Mahdûm Abdulehad (Kuddise Sirruhû) yüksek makamlar ve aklî-naklî ilimler sahibi, devamlı seyahat eden, iyiliği anlatıp kötülükte men eden bir zattı. Şeyh Mahdûm (Kuddise Sirruhû), Hindistan’ın Skendere kasabasında bir müddet kalmaya ve ilim neşrine niyetlendi. Bir gün kendisine o memleketin asil ailelerinden sâliha bir hanım için nikâh talebi iletildi. İlk önce bu talebe bir özürle birlikte olumsuz cevap verse de daha sonra kabul etti ve bu hanımı kendisine nikâhladı. Bu ziyadesiyle saliha ve iffetli hanımdan da İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) gibi büyük bir zat dünyaya geldi. (el-Kâzânî, Muhammed Murâd b. Abdulah, Nefâisü’s-SânihâtZeylü Kitâbi Reşehât ‘Ayne’l-Hayât, Dâru’l-Kütübi’l-’İlmiyye, Beyrut 2008, s. 463)

    Babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük âlimleri, salih ve faziletli kimseleri idiler. Babası Abdülehad Efendi din ve fen ilimlerinde yetişmiş, tasavvufta da en son mertebeye ulaşmıştı. İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) daha çocukken kendisinde olağanüstü haller müşahede ediliyordu. Menkuldür ki, çocukluk zamanında kendisine büyük bir hastalık isabet etti. Öyle ki, hanelerinde büyük bir üzüntü meydana gelmiş, neredeyse hayatından ümidi kesmişlerdi. Bu rahatsızlığından dolayı babası Şeyh Mahdûm (Kuddise Sirruhû)’un senelerce sohbetinden istifade ettiği Şâh Kemâl (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin yanına götürülüp dua istendiğinde şöyle buyurdu: “Hiç üzülmeyiniz! Bu çocuk uzun yaşayıp, ilmiyle amil olan büyük bir âlim, eşsiz bir ârif olacak.”( Necip Fazıl, Başbuğ Velîlerden, Büyük Doğu Yay., 11. Baskı, İstanbul 2009, s. 299)

    Bununla birlikte Şâh Kemâl (Kuddise Sirruhû) birçok kere İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hakkında Şeyh Mahdûm (Kuddise Sirruhû)’a büyük müjdeler vermiştir.( Kişmî, Muhammed Hâşim, Zübdetü’l-Makâmât, trc. Süleyman Kuku, Berekât Yay., İstanbul 2015, s. 105; el-Hasenî, Abdulhayy b. Fahruddîn, Nüzhetü’l-Havâtır ve Behcetü’l-Mesâmi’ ve’n-Nevâzır, Dâru İbn Hazm, 1. Baskı, Beyrut 1999, IV/401)

    İlk tahsiline, babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur'an-ı kerimi ezberledi. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamanının meşhur âlimlerinden öğrendi. Babasından ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere ait küçük kitapları ezberledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, Mevlana Kemaleddin Keşmiri'den ilim öğrendi. Mevlana Kemaleddin meşhur âlim Abdülhakim-i Siyalkuti'nin de hocası olup, zamanının en yüksek âlimi idi. Bazı hadis kitaplarını da Şeyh Yakub-ı Keşmiri'den okudu.

    Kadı Behlul-i Bedahşani'den; hadis, tefsir ve bazı usul ilimlerinde icazet, diploma aldı. On yedi yaşında iken tahsilini tamamlayıp, bütün ilimlerden icazet aldı. Tahsili sırasında, Kadiri ve Çeşti büyüklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken, talebelere ilim öğretmeye başladı.

    İmam-ı Rabbani Hazretleri, memleketinde ilim ve edep öğretmeye isteklileri yetiştirmeğe ve yükseltmeğe başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan aşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydavi Tefsiri, Sahih-i Buhari, Mişkat-i Mesabih, Avarif-ül-Me'arif, Üsul-i Pezdevi, Hidaye ve Şerh-i Mevakıf gibi bazı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nur ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselamın dinini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının padişahlarını, vali, kumandan, alim ve hakimlerini, çok tesirli mektupları ile, dine, sünnetiseniyyeye teşvik ediyor, çok alim ve veli yetiştiriyordu. Allahuteâlâ ona öyle manevi ilimler ihsan etmişti ki hocası Baki-billah da bu yeni ilimlere kavuşmak için huzuruna gelir, hürmetle otururdu. Hatta bir gün geldiği zaman, İmam-ı Rabbani'yi kalbi ile meşgul görüp, odaya girmedi, hizmetçiye de haber verip; "Rahatsız etme!" dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra İmam-ı Rabbani hazretleri kalkıp; "Kapıda kim var?" deyince üstadı; "Fakir Muhammed Baki." dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, edep ve tevazu ile karşıladı.

    Tedrisât Hayatı

İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû), aklî-naklî, usûlî-furû’î ilimleri tamamladıktan sonra ilim kürsüsüne oturarak talebelere ders verdi. Bu arada Arapça ve Farsça olmak üzere Risâle-i Tehlîliyye ve Redd-i Şî’a (veya Revâfız) gibi bazı risaleler kaleme aldı. Babası, henüz on yedi yaşına geldiğinde, ilimleri cem etmiş ve ulema arasında belirli bir mekân elde etmiş olan Mevlânâ Ahmed el-Fârûkî (Kuddise Sirruhû) hazretlerine Kâdiriyye, Sühreverdiyye ve Çeştiyye tarikatlarından icâzet verdi. Bundan sonra ilim-irfanın yayılması ve saliklerin terbiyesiyle meşgul oldu. Fakat Tarikat-ı Nakşibendiyye-i Aliyye nisbetini elde etmek için ruhunda büyük bir arzu vardı. Çünkü Nakşibendiyye nisbetinin faziletinin farkındaydı. Nakşibendiyye büyüklerinin vasıflarını özellikle babasından dinler, devamlı onların risalelerini okurdu. (el-Kevserî, Muhammed Zâhid b. el-Hasen, İrğâmü’l-Merîd,el-Mektebetü’l-Ezheriyye, 1. Baskı, s. 54. Kişmî, a.g.e., s. 108.Muhammed Ahmed Dernika, et-Tarîkatü’n-Nakşibendiyye ve A’lâmuhâ, s. 64; Ferîdüddîn Attâr, Tezkiratü’l-Evliyâ, haz. M.Z.K, Seha Neşriyat, Ankara, 1983, s. 296.el-Hânî, a.g.e., s. 247)

    Bu sırada; Risalet-üt-Tehliliyye, Redd-i Revafid, İsbat-ün-Nübüvve adlı eserlerini yazdı. Edebiyata çok meraklı olup, fesahatı ve belagatı, sürat-i intikali, zekâsının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.

    İmam-ı Rabbani Hazretleri, benzeri az yetişen, müstesna bir İslam âlimi ve büyük bir mürşid-i kâmildir. Peygamber Efendimiz (asv)'in vefatından bin sene sonra da İslam düşmanları dine, imana insafsızca saldırmışlardı. Allah’u Teâlâ kullarına acıyarak, İmam-ı Rabbani gibi bir müceddid yarattı. Ona derin ilimler ihsan eyledi. Onun vasıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı batıldan ayırıp, çok kalplerden batılı kaldırdı. Bu yüce İmam'ın mektup ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyaya ışık saldı. Yani Allah’u Teâla onu, Peygamber efendimizden bin sene sonra, din-i İslamı yenilemek ve kuvvetlendirmek için göndermişti.

    Bu kadar ilmi ve herkesin üstünde olgunluğu, tevazusu ile birlikte kalbi, Ahrariyye, Nakşibendiye büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Babasının vefatından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend'den yola çıktı. Bu yolculuğunda Delhi'ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed Bakibillah hazretlerinin talebelerinden olan Mevlana Hasan Keşmir’i ile görüştü. Mevlana Hasan Keşmir’i, onu hocasının huzuruna götürüp, tanıştırmak istedi ve; "Bugün Ahrariyye yolunda bu ülkede başka böyle büyük bir zat yoktur. Taliplerin onun bir nazarıyla bakışıyla kavuştukları manevi derecelere günlerce çekilen çileler ve çeşitli riyazetlerle nefsin istediklerini yapmamakla kavuşmak mümkün değildir" dedi.

    SOY KÜTÜĞÜ

    Nesli Hz. Ömer (r.a)'e dayanır. Kaynaklardan, onun soy kütüğünü şu şekilde tesbit etmiş bulunuyoruz: 1. Hz. Ömer (r.a) 2. Abdullah İbn Ömer (r.a) 3. Nasır 4. İbrahim 5. İshak 6. Ebu'l-Feth 7. Abdullah el-Vftiz el-Ekber 8. Abdullah el-Vaiz el-Asgar 9. Mes'ud 10. Süleyman 11. Mahmud 12. Nasiruddin 13. Yusuf b. Şihabeddin (Farah Şah el-Kabili diye meşhur) 14. Ahad 15. Şu'ayb 16. Abdullah 17. İshak ' 18. Abdullah 19. Yusuf 20. Süleyman 21. Nasiruddin 22. Nur 23. İmam Refi'uddin 24. Habibullah 25. Muhammed 26. Abdülhay 27. Zeynelabidin 28. Abdülehad 29. İmam-ı Rabbani Ahmed Faruki Serhindi.

    Hz. Ömer(r.a) ile başlayan yaklaşık bin yıllık soyağacı, görüldüğü gibi yirmi dokuzuncu dalolarak İmam-ı Rabbani ile sonuçlanmıştır. Babası Şeyh Abdülehad (927/1521-1007/1598) entellektüel bir kişi, aynı zamanda bir Çişti sufisi idi .(İbrahim Edhem, Devrimci Sufi Hareketleri ve imam-ı Rabbdni, İstanbul 1989, s.57. -Kurralı, Kasım, Nakşbendiligin KurulllfU ve Yayıl'lı, s.98. -Hani, Muhammed b. Abdullah, Addb, çev.: Ali Hüsrevoğlu, İstanbul 1980, s.78.- Yazıcı, Tahsin, "Nakşbend", lA.c.IX., Istanbul 1970,.s.54. -El Kürdi, Muhammed Emin, Tenviru'l-Kulab, Kahire 1322, sS.354 vd. -Kurralı, a.g.e., 5.93. -Ansari, Muhammed Abdul Haq, Sufism and Shari' ah, A Study of Shaykh Ahinad Sirhindi's Effort to Reform Sufism, London 1986, s.1) 

    TASAVVUFA İNTİSABI

    Küçük yaşta Çiştiyye ve Kādiriyye tarikatlarına intisap etti. Sonraki yıllarda eleştirdiği vahdet-i vücûdu babasından büyük bir şevkle öğrendi. Bu sırada Kübrevî şeyhi olan hocası Ya‘kub Keşmîrî’ye intisap etti. 

    İmam-ı Rabbani hazretleri, daha önce mübarek babasından da Ahrariyye yolunun ve bu yolda bulunanların üstünlüklerini ve kıymetini duymuştu. Bu yolun büyüklerinin kitaplarını okuyup onların güzel hallerini bildiği için; "Bu Hicaz yolunda, böyle büyük bir âlimden, bu büyükler yolunun zikir ve usullerini almaktan daha iyi ne olur?" diyerek Muhammed Bakibillah hazretlerinin huzuruna gitti. Huzuruna girince kalbinde bir nur parladı. Mıknatıs iğneyi çeker gibi çekildi. Kalbi şimdiye kadar hiç duymadığı, bilmediği şeylerle doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifade etmeyi niyet etti ise de, kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmadı. Ertesi gün huzuruna gelip, Ahrariyye feyzine kavuşmak şevkini arzusunu bildirdi ve hizmetinde kaldı. Edeple ve can kulağı ile sözlerine ve hallerine bağlandı. Üstadının da lütuf ve himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen hallere kavuştu. 

    Babasının öldüğü yıl (1007/1598) hacca gitmek üzere Sirhind’den ayrıldı. Delhi’de, Nakşibendiyye tarikatını Hindistan’da yayan Hâce Bâki-Billâh (Kuddise Sirruhû) ile karşılaştı. Teklifini kabul ederek bir süre onun yanında kaldı; bu arada kendisine intisap etti. Bâki-Billâh’ın (Kuddise Sirruhû) bazı müridleriyle birlikte Sirhind’e döndüğünde dâimî bir istiğrak haline girdi ve inzivâya çekildi. Bu hal zâil olunca Bâki-Billâh (Kuddise Sirruhû) ile mektuplaşmaya başladı (bu mektuplar onun Mektûbât adıyla derlenen eserinin temelini oluşturur; Mektûbât’ta Bâki-Billâh’a (Kuddise Sirruhû) yazılmış yirmi altı mektup bulunmaktadır).

    İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretleri şeyhiyle tanışmasına ve inabe almasına vesile olan Şeyh Hasan el-Keşmîrî’ye bir mektubunda şu şekilde teşekkürde bulunmuştur:“Bu fakir, rehberlik iyiliğinizin teşekkürü konusundaki kusurunu itiraf, iyiliğinizin karşılığını vermekteki acziyetini ikrar etmektedir. Nasıl etmeyebilir ki! Zira bütün bu işler o nimete mebni, bütün bu haller o ihsanınıza bağlıdır. Güzel vasıtalığınız sayesinde bana, az kimseye nasip olan şeyler verildi, bereketli aracılığınız sebebiyle çok az kimsenin tattığı zevkleri yaşadım. Bana, çoğu kimseye müyesser olmayan özel bahşişler ve bunların ilimleri verildi. Haller, makamlar, zevkler, vecdler, ilimler, marifetler, tecellîler, zuhurâtlar… Bunların hepsi benim için yükselme basamakları kılındı. Hak Sübhânehû’nün yardımıyla bu basamaklarla kurb (yakınlık) derecelerine ve vusûl (ulaşma) menzillerine ulaştım. Kurb ve vusûl kelimelerini seçmem ibare darlığındandır. Yoksa bu makamda, ne kurb, ne vusûl, ne ibâre, ne işâret, ne şuhûd, ne müşâhede, ne hulûl, ne ittihâd, ne keyfiyet, ne neredelik, ne zaman, ne mekân, ne ihâta, ne sereyân, ne ilim, ne marifet, ne cehâlet, ne hayret… Hiçbiri yoktur. 

    Şiir:

    Kuşumdan ne alâmet ibrâz edeyim sana?

    Kendisi Anka kuşu gibi mevhûmdur.

    Anka’nın insanlar arasında bir ismi vardır,

    Benim kuşumun isminde bile istikrar yoktur.

    Allah Teâlâ ihsan ve in’amda bulunduğu halde, meydana gelmesi sebepler âleminde size teşekkürü gerektiren nimetiniz aracılığıyla gerçekleşen bu nimetleri bahşettiğinden dolayı, bir nebze de olsa sizin bu büyük iyiliğinize bir teşekkür olması ümidiyle mektubun satırlarında teşekkürümü ilettim ve bunu yazmak suretiyle kayıt altına aldım”.( İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, 279. Mektup)

    Mevlânâ Ahmed el-Fârûkî İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû), Mevlânâ Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin yanına çıktığında mübarek elini öptü. Hazret-i Hâce (Kuddise Sirruhû) tebessüm ederek nereye gideceğini sordu. İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hacca gitmek istediğini söyleyince, sohbetine ve tekkesine çağırmak adetleri olmasa da ondaki manevî istidâdı görünce bu mukaddes yolculuğunu bir süre ertelemesi ricasında bulundu. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) bir hafta orada kalma kararı alsa da, bu süre iki buçuk aya uzadı. İki gün geçmemişti ki Hâce (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin sohbetleriyle birlikte İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin gönlünde inâbe alma iştiyâkı doğdu.

    Daha sonra İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) kalp zikri alarak manevî hazlara erişti. Birkaç gün içinde yüksek makamlar katetti. Hâce (Kuddise Sirruhû) hazretleri bir müridine gönderdiği mektupta şöyle yazmıştır: “Serhend’den Şeyh Ahmed isminde birisi geldi. Âlim ve ilmiyle amil bir kimsedir. Birkaç gün birlikte oturduk, onda çok farklı haller müşahede ettim. Dünyayı nurla dolduracak bir ışık kaynağı olacağını anlıyorum. Bunun için Allah’a hamd ederim. Onun yüksek hallerini yakînen gördüm.” İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) orada kaldığı iki buçuk ay gibi kısa bir süre içerisinde Mektûbât’ın 290. mektubunda anlattığı makamlara ulaştı.(Kişmî, a.g.e., s. 119.en-Nakşibendî,  Necmüddîn b. Muhammed, Hulâsatu’l-Mevâhib, haz. İbrahim Tozlu, Semerkand Yay., 15. Baskı, İstanbul 2015, s. 252; el-Hânî, a.g.e., s. 248)

    Şeyhi (Kuddise Sirruhû), İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin Mevlâ Teâlâ’ya manevî yakınlığını müjdeledi ve ona bazı husûsî vakıaları anlattı. Bunlardan birisi şudur: Mevlânâ Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretleri, şeyhi Mevlânâ Hacekî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinden hilafet alarak Hindistan’a dönerken Serhend’e geldiğinde bir rüya gördü. Bu rüyasında kendisine bir kutbun civarında olduğu söylendi. İşte bu şahıs İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretleridir. (Muhammed Mazhar el-Fârûkî, Menâkıb ve Makâmât-ı Ahmediyye-i Sa’îdiyye (Muhammed Ma’sum Fârûkî içinde), trc. Ahmed Fârûk Meyan, Salah Bilici Kitabevi,  İstanbul, s. 12; en-Nebhânî, Yusuf b. İsmail, Câmi’u Kerâmâti’l-Evliyâ, Merkez-i Ehl-i Sünnet Berakâti Rızâ, Furbender 2001, s. 555)

    İmam-ı Rabbani hazretleri, Muhammed Bakibillah hazretlerini tanıdıktan sonra, edeple ve can kulağı ile bu hocasının sözlerine ve hallerine bağlandı. Birkaç ay sonra, hocası ona icazet verdi. Böylece tasavvuf ilminde ve hallerinde de yüksek dereceye kavuştuktan sonra, memleketi olan Serhend'e dönmesi emrolundu. Hocası, talebesinden çoğunun yetiştirilmesini de ona bırakıp, onları da arkasından Serhend'e gönderdi. Hocası onun için şöyle buyurdu: "Kalblere deva, ruhlara şifa olan bu tohumu, Semerkand ve Buhara'dan getirip Hindistan'ın bereketli toprağına ektim. Taliblerin yetişip kemale gelmesi için uğraştım. O, her dereceyi aşıp, üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım."

    Nakşi, Müceddidi ekolün esasları, sohbet, zikr-i hafi, murakabe, teveccüh, rabıta, tefekkür-i mevt gibi unsurlardan oluşur.

    İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) daha sonra şeyhinin hilâfet ve icâzet vermesiyle birlikte yüksek makamlar elde etmiş bir halde Serhend’e döndü. Burada hakkı talep eden kimselerle birlikte oldu, onları feyiz menbaından doyurdu. Bu esnada himmetinin yüksekliği onu yücelerin yücesine giden manevî yolda uzlete sevk etti. Allah (Celle Celâluhû) ona uzlette aradığı makamları tam manasıyla bir uzlet hali yaşamadan ihsân etti ve Hazret-i İmâm (Kuddise Sirruhû) tekrar talebelerinin arasına dönerek ilim ve irşada devam etti. Bundan sonra İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) şeyhine kavuşmak üzere tekrar Delhi’ye gidecekti…

    İmâmı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) ilk eseri İŝbâtü’n-nübüvve’yi bu sırada kaleme aldı. Onun Agra’dan Sirhind’e dönmek üzere ne zaman ayrıldığı bilinmemektedir. Yolculuğu sırasında bir süre kaldığı Şânesar’da muhtemelen kendisini almak için gelen babasıyla buluştu ve orada eşraftan Şeyh Sultan’ın kızıyla evlendi. Sirhind’e döndükten sonra babasının gözetiminde seyrü sülûkünü devam ettirdi. Babasından Kelâbâzî’nin et-Ta’arruf, Sühreverdî’nin Avârifü’l-ma’ârif ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin Fuśûśü’l-ĥikem adlı eserlerini okudu. 

    Delhi ve Lahor Günleri

    İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) şeyhinin emriyle Serhend’e döndükten sonra, ona tekrar kavuşmak için Delhi’ye gitti. Bir müddet burada hizmetinde kalıp sohbetlerinde bulundu. Serhend’de elde ettiği makamları burada kat kat yükseltti.

    İmam-ı Rabbani hazretleri şöyle buyurmuştur:"Biz dört kişi, hocamız Muhammed Bakibillah hazretlerine hizmette diğerlerinden ilerdeydik. Hepimizin ayrı bir bağlılığı, ayrı bir düşüncesi vardı. Bu fakir yakînen biliyorum ki, böyle bir sohbet ve cemiyyet, terbiye ve irşad kaynağı, Peygamber (s.a.v)Efendimizin zamanından sonra dünyada çok az görülmüştür. Gerçi insanların en hayırlısı olan Resulullah efendimiz zamanında bulunamadık, sohbetine kavuşamadık ama Muhammed Bakibillah hazretlerinin saadetli sohbetinden de mahrum kalmadık. Bunun için bu büyük nimetin şükrünü yerine getirmek lazımdır. Onun huzurunda herkes kendi bağlılığına, muhabbetine göre bir şeylere kavuştu."

    İmam-ı Rabbani hazretleri, hocası Muhammed Bakibillah hazretlerinin ikinci defa huzuruna gidip bir müddet kaldıktan sonra, tekrar memleketine döndü. Bir müddet daha taliblere, isteklilere feyz vermekle meşgul oldu. Bu sırada pek yüksek derecelere kavuştu. Bu hallerini hocasına mektuplar yazarak bildirdi. Bundan sonra üçüncü defa hocasını ziyarete gitti. Bu ziyaretinden sonra Delhi'den Serhend'e dönüp birkaç gün kaldı ve Lahor'a gitti. Lahor şehrinde herkes, imam-ı Rabbani hazretlerinin teşrifini büyük bir ganimet bildi. Talebelerinin en meşhurlarından olan; Mevlana Muhammed Tahir, Hace Muhammed, Mevlana Esgar Ahmed ve Mevlana Ravh Hüseyin gibi zatlar bu sırada talebesi olup, sohbetinde pişip yüksek derecelere kavuştular. İmam-ı Rabbani hazretleri Lahor'da bulunduğu sırada, oranın meşhur âlimleri kendisine çok hürmet ve edep gösterdiler. Nice bilinmeyen ve çözülmesi zor meseleleri ondan sorup doyurucu cevaplar aldılar.

    Serhend’e geri döndükten sonra üçüncü kez Delhi’ye giden İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin bu gidişi, şeyhinin huzuruna son varışı oldu. Zira Mevlânâ Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretleri İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) Lâhor’dayken ahirete irtihal eyleyecekti. İmâmî Rabbânî (Kuddise Sirruhû), 1012’deki (1603) üçüncü ve son ziyaretine kadar onunla mektuplaşmayı sürdürdü. Bu ziyaret sırasında Hâce Bâki-Billâh (Kuddise Sirruhû) oğullarının mânevî eğitimi için onu görevlendirdi ve aynı yıl içinde vefat etti. Sirhindî (Kuddise Sirruhû) kısa bir süre sonra Tâceddin Osmânî, Şeyh İlâhdâd gibi halifeleri geride bırakarak şeyhin en önemli halifesi konumuna geldi.

    İmâm Rabbânî (Kuddise Sirruhû) Delhi’de birkaç gün kaldıktan sonra emir ve işaretle Lahor’a gitti.

    Şehirde küçük-büyük herkes onun gelişini ganimet bilerek sohbetlerine katıldı. Bundan sonra İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin en büyük halifelerinden olacak olan ve dönemin en büyük âlimlerinden addedilen, Şeyh Muhammed Tahir el-Lâhorî (Kuddise Sirruhû) gibi zatlar onun yoluna girdiler. İmam-ı Rabbani hazretlerinin Lahor'daki sohbetleri devam ederken, hocası Muhammed Bakibillah hazretlerinin vefat haberi geldi. Kalblerdeki huzur ve ferahlığın yerini, elem ve keder aldı. Bu haber üzerine, hemen Delhi'ye gidip mübarek kabrini ziyaret etti. Oğullarına ve talebelerinin büyüklerine taziyede bulundu. Muhammed Bakibillah hazretlerinin talebeleri, üzüntülerini ve kalblerindeki elemi, onun terbiyelerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle gidermek için, huzurlarına gelip, Muhammed Bakibillah hazretlerine gösterdikleri gibi, imam-ı Rabbani hazretlerine de; muhabbet, hürmet ve teslimiyet gösterdiler. Küçük büyük hepsi onu kabul edip bağlandılar.

    İmam-ı Rabbani hazretleri, Serhend'e döndükten sonra, Kadiri tarikatının büyüklerinden olan Şah Kemal Kadiri'nin ruhaniyetinden de icazet almakla şereflendi. Bu icazeti şöyle olmuştur: Bir sabah İmam-ı Rabbani hazretleri talebeleri ile murakabe halinde iken, Şah Kemal'in torunu ve onun bütün kemalatının vekili olan Şah İskender, Kehtel'den gelip, Şah Kemal'in bereketli hırkasını İmam-ı Rabbani hazretlerinin mübarek omzuna koydu. İmam-ı Rabbani gözlerini açınca, Şah İskender'i gördü. Tam bir tevazu ile boyunlarına sarıldı. Şah şöyle dedi: "Birkaç zamandır, hal ve rüyamda dedem Şah Kemal'i görüyorum. Bana, hırkasını size vermemi emrediyordu. Fakat onların bu bereketli hırkasını evden çıkarıp, bir başkasına vermek bana çok ağır geliyordu. Ama tekrar tekrar emredince, emirlerine uymak lazım oldu." İmam-ı Rabbani, o hırkayı giyip hususi odasına gitti. Bir müddet sonra odasından çıkınca, en yakın sırdaşlarına, mahremlerine şöyle söyledi: "Hazret-i Şah Kemal'in hırkasını giydikten sonra, şaşılacak çok garip hal zahir oldu. Şöyle ki, hırkayı giydiğim zaman, insanların ve cinlerin seyyidi Abdülkadir-i Geylani'yi, hazret-i Şah Kemal'e kadar devam eden bütün halifeleriyle yanımda gördüm. Hazret-i Gavs-i Rabbani Abdülkadir-i Geylani kalbimi kendi tasarruflarına aldı ve hususi nisbetlerinin ve yollarının nurları ve esrarı beni kapladı. Bense, o hallerin ve nurların denizine gömülüp o denizin dalgıcı oldum. Bir müddet bu halde kaldım. O hallerin beni kapladığı zamanda kalbime; "Beni Ahrariyye büyükleri terbiye ettiler ve işimin esası bu büyüklerin yolunda olmaktır, şimdi başka oluyor" diye geldi. Böyle düşünürken, Ahrariyye yolunun büyüklerinin, hace-i cihan Hace Abdülhalık-ı Goncdüvani'den hocam Hace Bakibillah'a kadar bütün halifelerinin geldiğini gördüm. Benim işim ve icraatım hakkında konuşmaya başladılar. Ahrariyye büyükleri; "Bunu biz terbiye ettik. Bizim terbiyemizle zevke, hale ve kemale erişti" dediler. Kadiri büyükleri (Rahimehümüllah) da; "Daha çocukluğunda bizim ona teveccühümüz vardır. Bizim nimet soframızdan tad almıştır. Şimdi de bizim hırkamızı giymektedir" dediler.

    Onlar böyle konuşurken Kübreviyye, Çeştiyye yollarından da birer cemaat geldi. Böylece anlaşmaya vardılar, bundan sonra bu iki şerefli nisbetten de kalbimde, büyük pay, tam bir şevk buldum." İmam-ı Rabbani hazretleri tasavvufta, bu yolların hepsinde talebe yetiştirip feyz verdi.

    Abdulehad, vefatı yaklaştığında, dedelerinden kalan Sühreverdiyye hilafet hırkasını ve Şeyh Kemal Kithel'den almış olduğu Kadiriyye hırkasını, Şeyh Abdülkadir Geylani'den aldığı hırkayı oğlu İmam-ı Rabbani'ye verdi. İmam-ı Rabbani'nin, bu şekilde Sühreverdiyye, Kadiriyye ve Çiştiyye tarikatlarında olgunluk ifade eden hilafet gibi bir payeye ulaşması, Nakşbendilik tasavvuf okulu ile karşılaşmasından önce olmuştur.  ( İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin en büyük halifelerindendir. Aklî ve naklî ilimleri elde ettikten sonra kendisinden inabe almıştır. İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin kıymetli oğullarının tedris görevinin bir kısmını Şeyh Tahir (Kuddise Sirruhû) yerine getirmiştir. Mektûbat’ta İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin kendisine gönderdiği üç adet mektup vardır. el-Kişmî, Muhammed Hâşim, Zübdetü’l-Makâmât, trc. Süleyman Kuku, Berekât Yay, İstanbul 2015, s. 132)

    İrşâd Vazîfesi

    İmam-ı Rabbani hazretleri, memleketine gelince ilim ve edep öğretmeye isteklileri yetiştirmeye ve yükseltmeye başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan aşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydavi Tefsiri, Sahih-i Buhari, Mişkat-i Mesabih, Avarif-ül-Me'arif, Üsul-i Pezdevi, Hidaye ve Şerh-i Mevakıf gibi bazı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nur ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselamın dinini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının padişahlarını, vali, kumandan, âlim ve hâkimlerini, çok tesirli mektupları ile, dine, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok âlim ve veli yetiştiriyordu.

    Mevlânâ Hâce Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin vefatından sonra müritlerin irşat görevi tamamen İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerine kalmış oldu. Bu kutlu görev kendisine verilmeden önce şeyhinin de bizzat iştirak ettiği mana yüklü sohbetleriyle insanları feyiz deryalarına daldırırdı. 

    Ânın feyzi kemâli vasf olunmaz,

    Tarîkinde ânın bî feyz bulunmaz.

    Ânâ hem sâiri kıyâs olunmaz,

    Ki yetmiş bin velî serdârı, pür nâz.

    Gönül ver Ahmed’e Hakk’a gidelim,

    Cemâl-i bâ kemâle seyr idelim. (Ferîdüddîn Attâr, Tezkiratü’l-Evliyâ, haz. M.Z.K, Seha Neşriyat, Ankara, 1983.Mustafa İsmet Garibullah (Kuddise Sirruhû), Risâle-i Kudsiyye, trc. Mahmud Ustaosmanoğlu (Kuddise Sirruhû), Siraç Yay, İstanbul 1995)

    Yüksek ilimler hazinesi olan İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) irşat görevini yerine getirirken talebelerine, el-Hidâye,Tefsîru’l-Beydâvî,Şerhu’l-Mevâkıf, gibi kitaplar da okuturdu. (Burhanuddîn el-Merğînânî’nin Bidâyetü’l-Mübtedî isimli kendi eserine yazmış olduğu şerhtir. Hacı Halîfe, Keşfü’z-Zunûn, II/2022.Abdullah b. Ömer el-Beydâvî’nin yazmış olduğu, asıl adı Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl olan eserdir.)

    Nakşibendiyye yolunu daha çok yaymak üzere farklı bölgelere birçok halife gönderdi. Tarikat-ı Nakşibendiyye özellikle Hindistan’da kısa zamanda yayılarak devlet büyüklerinin de intisap ettiği bir yol oldu. Bundan dolayı İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerini çekemeyen hasetçiler, iftira atarak onu Sultan Cihangir‘eşikâyet ettiler. (Cihangir, Celâleddîn Ekber Şâh’ın oğlu olup babasının ölümünden sonra 1605 yılında Agra’da Babürlü tahtına oturmuştur. Hâtıratını içine alan Tüzük-i Cihângîrî adlı bir eser kaleme almıştır. Tüzük-i Cihângîrî M. Hâdî’nin yazdığı zeyille birlikte basılmıştır (Aligarh 1863-1864; Leknev 1914). Enver Konukçu, “Cihangir” md., DİA, VII/539)

    DEVLET ERKANINININ DAVRANIŞI

    O zamanın sultanı Selim Cihangir Hanın devlet adamları, hatta büyük veziri, baş müftüsü ve etrafındakiler Ehlisünnet düşmanı idiler. Hâlbuki imam-ı Rabbani hazretlerinin birçok mektupları ve bilhassa ayrıca yazdığı Redd-i Revafıd Risalesi, Eshab-ı kiram düşmanlarını red etmekte, böylelerinin cahil, ahmak ve alçak olduklarını anlatmaktaydı. İmam-ı Rabbani bu risalesini Buhara'da bulunan en büyük Özbek hanı Abdullah Hana yollamıştı. "Bunu İran'da, Şah Abbas-ı Safevi'ye gösterin! Kabul ederse ne iyi, etmezse onunla harb caiz olur" demişti. Kabul etmedi. Harb oldu. Abdullah Han, Herat'ı ve Horasan'daki şehirleri aldı. Buralarını daha evvel Safeviler almıştı. İşte bundan sonra, Hindistan'daki bozuk fırkalar, Eshab-ı kiram düşmanları elele verdiler. Sultana gidip imam-ı Rabbani hazretleri hakkında çeşitli iftiralarda bulunarak şikayet ettiler. Sultan, oğlu Şah Cihanı gönderip, imam-ı Rabbani hazretlerini, evlatlarını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp, hepsini öldürmeye karar verdi. Bunun üzerine Şah Cihan, bir müftü ile yanına gitti. Sultana secde caiz olduğunu gösteren bir fetvayı da götürdü. İmam-ı Rabbani'nin üstünlüğünü biliyordu. "Babama secde edersen seni kurtarabilirim" deyince, imam-ı Rabbani hazretleri bu fetvanın zaruret zamanında izin olduğunu, azimet ve din bütünlüğünün secde etmemek olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi ve secde etmeyi kabul etmedi.

    Çocuklarını ve talebelerini bırakıp sultana yalnız gitti. Kendisine yapılan iftiralara karşı sultana güzel ve doyurucu cevaplar verdi. Sultan yüksek hakikatleri anlayabilecek biri olmadığı halde, neşelendi ve serbest bırakıp özür diledi. Hatta, sultana kendisine yapılan iftiraların asılsız olduğunu açık delillerle anlatırken, orada bulunan ateşe tapıcı Hinduların büyük bir kumandanı, imam-ı Rabbani hazretlerinin dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek müslüman oldu.

    Sultanın ikna olduğunu gören iftiracı sapıklar; "Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün memlekette yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir" diyerek, uzun konuşmalardan sonra sultanı aldattılar. Sultan, imam-ı Rabbani hazretlerinin, memleketin en sağlam ve korkunç kalesi olan Guwalyar Kalesi'ne hapsedilmesini emretti ve hapsedildi. Bu hadiseye çok üzülen talebeleri sultana isyan etmek istediler. Bunu yapabilecek güçte idiler. Fakat imam-ı Rabbani hazretleri onları rüyalarında ve uyanık iken bundan men etti. Sultana hayır dua etmelerini emredip; "Sultanı incitmek bütün insanlara zarar verir" buyurdu. Kendisi de sultana hep hayır dua ediyordu. Sultanın veziri, koyu bir muhalif olduğundan, zindanda, imam-ı Rabbani hazretlerinin başına kardeşini tayin etmiş ve çok şiddetli davranmasını emretmişti. Bu görevli ise ondan çeşitli kerametler, üzülmek yerine heybet, sabır ve hatta neşe görerek tevbe etti. Bozuk itikadını terk edip Ehl-i sünneti seçti ve halis talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan binlerce kâfir, onun bereketi ve sohbetleri ile Müslüman olmakla şereflendi. Birçok günahkâr tevbe etti. Hatta bazıları yüksek âlim oldu.

    Hapsedilmesi (Mahpusluk Günleri)

    O zamanın sultanı Selim Cihangir Hanın devlet adamları, hatta büyük veziri, baş müftüsü ve etrafındakiler Ehlisünnet düşmanı idiler. Hâlbuki imam-ı Rabbani hazretlerinin birçok mektupları ve bilhassa ayrıca yazdığı Redd-i Revafıd Risalesi, Eshab-ı kiram düşmanlarını red etmekte, böylelerinin cahil, ahmak ve alçak olduklarını anlatmaktaydı. İmam-ı Rabbani bu risalesini Buhara'da bulunan en büyük Özbek hanı Abdullah Hana yollamıştı. "Bunu İran'da, Şah Abbas-ı Safevi'ye gösterin! Kabul ederse ne iyi, etmezse onunla harb caiz olur" demişti. Kabul etmedi. Harb oldu. Abdullah Han, Herat'ı ve Horasan'daki şehirleri aldı. Buralarını daha evvel Safeviler almıştı. İşte bundan sonra, Hindistan'daki bozuk fırkalar, Eshab-ı kiram düşmanları elele verdiler. Sultana gidip imam-ı Rabbani hazretleri hakkında çeşitli iftiralarda bulunarak şikâyet ettiler. Sultan, oğlu Şah Cihanı gönderip, imam-ı Rabbani hazretlerini, evlatlarını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp, hepsini öldürmeye karar verdi. Bunun üzerine Şah Cihan, bir müftü ile yanına gitti. Sultana secde caiz olduğunu gösteren bir fetvayı da götürdü. İmam-ı Rabbani'nin üstünlüğünü biliyordu. "Babama secde edersen seni kurtarabilirim" deyince, imam-ı Rabbani hazretleri bu fetvanın zaruret zamanında izin olduğunu, azimet ve din bütünlüğünün secde etmemek olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi ve secde etmeyi kabul etmedi.

    Çocuklarını ve talebelerini bırakıp sultana yalnız gitti. Kendisine yapılan iftiralara karşı sultana güzel ve doyurucu cevaplar verdi. Sultan yüksek hakikatleri anlayabilecek birisi olmadığı halde, neşelendi ve serbest bırakıp özür diledi. Hatta sultana kendisine yapılan iftiraların asılsız olduğunu açık delillerle anlatırken, orada bulunan ateşe tapıcı Hinduların büyük bir kumandanı, imam-ı Rabbani hazretlerinin dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek müslüman oldu.

    Sultanın ikna olduğunu gören iftiracı sapıklar; "Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün memlekette yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir" diyerek, uzun konuşmalardan sonra sultanı aldattılar. Sultan, imam-ı Rabbani hazretlerinin, memleketin en sağlam ve korkunç kalesi olan Guwalyar Kalesi'ne hapsedilmesini emretti ve hapsedildi. Bu hadiseye çok üzülen talebeleri sultana isyan etmek istediler. Bunu yapabilecek güçte idiler. Fakat imam-ı Rabbani hazretleri onları rüyalarında ve uyanık iken bundan men etti. Sultana hayır dua etmelerini emredip; "Sultanı incitmek bütün insanlara zarar verir" buyurdu. Kendisi de sultana hep hayır dua ediyordu. Sultanın veziri, koyu bir muhalif olduğundan, zindanda, imam-ı Rabbani hazretlerinin başına kardeşini tayin etmiş ve çok şiddetli davranmasını emretmişti. Bu görevli ise ondan çeşitli kerametler, üzülmek yerine heybet, sabır ve hatta neşe görerek tevbe etti. Bozuk itikadını terk edip Ehl-i sünneti seçti ve halis talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan binlerce kâfir, onun bereketi ve sohbetleri ile müslüman olmakla şereflendi. Birçok günahkâr tevbe etti. Hatta bazıları yüksek âlim oldu.( Cihângîr, Tüzük-i Cihângîrî, Aligarh 1864, s. 272)

    İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hapse girdikten sonra da mektuplarıyla insanları irşada devam etti. Hapiste çektiği sıkıntılardan dolayı hiç şikâyetçi olmadı. Bilakis burada Mektûbât’ta açıkladığı farklı makamlara ulaştı.( İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, III/10 (5. ve 6. mektuplar)

    Sultan Cihangir’in oğlu Şâh Cihan, İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerine çok bağlı birisiydi. Onu ikna etmek ve hapisten çıkmasını sağlamak için Abdurrahman Müftü’yü, içinde sultana saygı için eğilmenin cevazıyla alakalı fetvalar bulunan bazı fıkıh kitapları ile birlikte yanına gönderdi. Ancak İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) azimet yolunu seçerek isteğini yerine getirmedi.( el-Hasenî, Abdulhayy b. Fahruddîn, Nüzhetü’l-Havâtır ve Behcetü’l-Mesâmi’ ve’n-Nevâzır, DâruİbnHazm, 1. Baskı, Beyrut 1999, V/480)

    Neticede üç yıla yakın Gevâliyâr (Gwalior) kalesinde hapiste kaldıktan sonra Sultan Cihangir pişman oldu ve İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerini hapisten çıkarttı ikram ve ihsanda bulundu. Bir müddet, asker arasında kalmasını istedi. Sonra serbest bırakıp, hürmetle vatanına gönderdi.  Bu sohbetleriyle birçok kimse İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerine hayran kalıp, ona intisap etti.

    Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra, evvelce bulundukları hallerin ve makamların binlerce üstünde derecelere yükselmiş olarak memleketine döndü. İmam-ı Rabbani hazretleri önceleri; "Yetiştiğim derecelerin üstünde, daha çok makamlar vardır. Onlara yükselmek celal sıfatı ile, sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar cemal sıfatı ile okşanarak terbiye edildim" buyurmuştu. Talebesinden bir kısmına; "Elli ile altmış arasında üzerime dertler, belalar yağacak" buyurmuştu. Buyurduğu gibi oldu. O makamlara da yükselmek nasip oldu.

    Müslümanların zayıf düştüğü, küfrün, sapıklığın, zulmetin, felsefecilerin ve sapık kimselerin her tarafı kapladığı bir zamanda, binlerce kâfir, çok sayıda fâsık ve facir onun güzel hallerini görüp, sohbetini işitip tevbe ederek salih müslüman oldu. Uzaktan yakından pek çok kimse, rüyada ve uyanık iken onu görerek yanına koşmuş, huzuruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardır. Âlim, salih, genç, ihtiyar binlerce kimse onu görüp, sohbetinde bulununca, feyz alarak kalbleri zikreder olmuştur. Huzurundaki pek çok talebeyi hallere, yüksek derecelere kavuşturmuştur. Her an kerametleri görülür feyz ve bereket yayardı. Kerametlerinin altı binden fazla olduğu bildirilmiştir. .( Hindistan’da eski bir Racalık ve idare merkezi olan Gevâliyâr bugün Medya Pradeş eyaletinde kendi adını taşıyan ilin merkezi olup tarihî Hindistan’ın en önemli yollarından birinin üzerinde ve yaklaşık 90 m. yüksekliğindeki sarp bir kayalığın tepesinde bulunan bir kalenin etrafında teşekkül etmiştir. Kale, Hindistan’ın en eski ve en zor ele geçirilen kalelerinden biri olmasıyla ünlüdür. K.A.Nızamı, “Gevâliyâr”, DİA, XIV/38. Şarkpûrî, Sâhibzâde Cemîl Ahmed, Meslek-i Müceddîd, Hakikat Kitabevi, İstanbul 2010, s. 12; Necip Fazıl, Başbuğ Velîlerden, Büyük Doğu Yay., 11. Baskı, İstanbul 2009, s. 311. en-Nedvî, Ebu’l-Hasen, el-İmâmü’s-Serhendî, Dâru’l-Kalem, 2. Baskı, 1994, s. 149)


İMAM-I RABBANİ (R.A.) 2.BÖLÜM ►


Etiketler: İmam-ı Rabbani (r.a.) Kimdir Hayatı Eserleri Sözleri Vefatı Mezarı, İmam-ı Rabbani hayatı, İmam-ı Rabbani vefatı, İmam-ı Rabbani eserleri, İmam-ı Rabbani sözleri, İmam-ı Rabbani türbesi | Mekteb-i Derviş

Not: HTML'e dönüştürülmez!
    Kötü           İyi
Benzer Konular